Adeta doğrularımızı ‘doğrultma’ zamanlarından geçiyoruz...
Adeta doğrularımızı ‘doğrultma’ zamanlarından geçiyoruz...
Geçenlerde Radyo’mda kulağıma aşağı yukarı meramı şöyle bir şey çalındı: ’’Ortalıktaki virüs bebekleri, çocukları ve gençleri adeta ıskalıyor ama dünyanın bu hallerinden sorumlu olan yaşlıları fena ırgalıyor, ne tuhaf değil mi?’’
Evet aynen öyle oluyor ama tuhaf değil, aslında dünyada hiç bir şey tuhaf değil. Sakın tüm başa gelen bu ‘uğursuzluktan’ yaşlı başlı insanların sorumlu oldukları ve daha da fenası, cezalarını buldukları gibi bir anlam çıkmasın. Zira kollektif olaylar, kollektif mekanizmanın bir sonucudurlar ve yine kollektif olarak paylaşılması gereken dertlerin yanı sıra hayati aydınlanma fırsatları da getirirler. Bireysel özelliklerimizi gözetmeden -yaş, cinsiyet ve ırk gibi- bu fırsatlar, gitmekte olduğumuz yönü sorgulamamız için eşit olasılıklar sunar, hepimize, tüm insanlara.
Yazının başında söz ettiğim konuşma sanırım, dünyanın her bir köşesinde, bizim de dibimizde birbirinden beter, vahşice ve akılsızca tetiklenen ve yürütülen tüm bu savaşların baş aktörlerine, dünyayı yönettiğini sanan ‘yaşlı başlı’ zevatta işerat ediyordu. Savaşı doğallaştıran, insan tabiatının vazgeçilmez bir parçası olarak işaretleyen, dahası onu iş hayatının yegane gücü olan rakabet kabiliyeti adı altında tescilleyip, evcilleştirerek başına taç eden zihniyetin, artık ’’yaşam’’ ünitesine bağlanma zamanının geldiği açık. Rekabet için rekabet eden insanın, aslında ne için rekabet ettiğini bilmeden, kelimenin tam anlamıyla ‘dolap beygiri’ gibi dönmekten hala nasıl helak olmadığını düşünmeden edemiyor insan.
İşte bügünlerde tam da dolabın durduğu zamanı deneyimlemekteyiz. Bu duruş gerçekten de ani oldu; içinde olduğumuz ’’zamanın kalitesini’’ anlamak için biraz durup soluklanmalıyız.
Zamanın deneyimlenmesinin iki boyutundan bahsedebiliriz. Bunlardan ilki niceliksel ikincisi ise nitelikseldir. ’’Zaman-Mekan Kıskacındaki Hayat’’ başlıklı üç parçalı bir seminer hazırlamıştım. Ana başlığı ’’Zamanı Düşünmek’’ idi. Öncelikle kronolojik zamanın tanımını yaparak işe başlamıştım. Bu, nicel olan zaman kavramı, büyüklük tanımlayan, birimlere parçalanmış olarak aktığı var sayılan zamandır ve yukarıda bahsettiğim dolap beygirinin dünyasının asayişini sağlamaya yarar; onu tanımlar, formatlar ve galiba biraz da efsunlar ki insan takatsız kalana kadar dönsün dursun diye. Yaşam, sadece saatin kadranında koşuşturan akrep ve yelkovana idirgendiğinde daha iyisi yapılamaz olur.
Zamanın bir diğer boyutu ise niteliksel olan yanıdır. Albert Einstein şöyle demişti: ’’Sakin ve iddasız bir yaşam, durmaksızın başarı amacıyla uğraş vermekten daha fazla mutluluk getirir.’’ Zaman-mekan kavramına, onu anlamaya ömrünü harcamış bir insandan değerli bir uyarı! hazır bu kadar ’’boş’’a geçirilmeye namzet zaman varken, durup uzun uzun düşünmeliyiz.
Zamanın yavaş veya hızlı geçmesi algısı, insanın onu deneyimlemesine eşlik eden duygu halinin parmak izlerini taşır; birimizinki diğerine benzemez. Saat akşam beşi gösterdiğinde bu hepimiz için çay saati anlamına gelmez.
Şimdilerde fiziki anlamda kendi dört duvarımız içinde, ya da mecburen terk ettiğimiz dört duvarımızın dışında olmakla beraber, endişe duvarlarıyla sarılmışken, herşeyin ’’yolunda gittiğini’’ var saydığımız ’’normal’’ zamanlar ne vakit geri gelecek diye tasalanmak, zamanın şu ana ilişkin niteliksel mesajını anlamamız için yardımcı olamayacak. Suya sabuna değmekten ürken bir virüsün dünyayı getirdiği noktaya bakar mısınız? Hangimiz daha hızlı yayılmaktayız? Limitli kaynakları olan bir gezegende, limitsiz büyüme saplantısıyla ter ter tepinen insanlık, büyüme rakkamları fetişinden ne vakit kurtulacak?
Hayatta kalmak için insana yapışıp, hızla çoğalan ’’taçlı virüs’’ bize ’vahşi’’ kapitalizmin dev, gösterişli gövdesinin aslında çöp gibi bacakları olduğu gerçeğini daha fazla yadsıyamayacağımıza işaret ediyor olabilir mi? Artık onun daha ne kadar kendi kendini taşıyabileceği konusu üzerine kafa yormak zamanı gelmiş olabilir mi?
’’Daha iyisi yok ki! bulana kadar elimizdekiyle idare edecegiz’’ kabilinden zırvalayanlara: Eğer insanlık hep böyle düşünemiyor olsaydı, Havva anası ile Adem babasının bir adım ötesine gidemeyecek, ’’farkındalıksızlık cennetinden’’ kovulmayacaktı. Ama gelin görün ki öyle olmadı. Almanların bir sözü vardır: Dara düşmek insanı yaratıcı yapar.
Evde sıkıldığından dem vuran ’’nicelik bağımlıları’’ hariç, yaşamını idame ettirebilmek için, parçası olduğu dev günlük yaşam çarkını işler halde tutabilmek için tüm yaratıcılığını harekete geçiren evden çalışanlara ve mecburen yollara koyulan tüm insanlara, sevgi, selam ve saygılarımla
Sevgili Radyo’m sen de her daim sağ ve salim kal...