Deniz Aşırı'da Deniz Pak, sayısız endemik türe ve canlıya kucak açan, doğanın her bir santimetresini gözü gibi sakınan Süleyman Egel ile Sundance Kampı hakkında konuşuyor.
Dünyanın çok özel ve benzersiz noktaları vardır… Antalya’nın Kemer ilçesine bağlı Sundance Kamp da bunlardan biri. Sayısız endemik türe ve canlıya kucak açan, doğanın her bir santimetresini gözü gibi sakınan Süleyman Egel ve Sundance ekibi de bu toprakların koruyucuları… Düşünün ki 1940’lı yıllarda bu arazi Egel ailesi tarafından satın alındığında Phaselis Antik Kenti de bu topraklara dahilmiş. Zamanla kadastro çalışmalarıyla nispeten küçülen arazide Süleyman ve Sadi Egel kardeşler pek çok iş insanının yapacağını yapıp buraya dev bir lüks otel inşa etmek yerine karavan ve çadır kampı açmayı tercih etmişler. 1989’dan bu yana tam 35 yıllık mazisi olan bir işletmede kârı çoğaltmak yerine doğayla uyumlu, en büyük önceliği doğayı olduğu gibi korumak olan, barışçıl bir yaşam kültürü inşa etmişler. 15. yılını dolduran, Avrupa’nın ve dünyanın sayılı jonglör festivallerinden J-Fest ile ülkenin kültür yaşantısına yepyeni ve rengârenk bir boyut kazandırmışlar.
Kültür ve doğanın eşsiz uyumundan ilhâm alan ressamlar, müzisyenler, dansçılar, sinemacılar, gazeteciler ve yazarları 35 yıl boyunca ağırlayan Sundance zamanla kendi nesillerini yaratmış. Annesinin karnında kampa gelen, ilk adımlarını bu yüce ağaçların altında, bu nehrin ve denizin kıyısında atan bebekler şimdi kendi eşleri ve çocuklarıyla buraya geliyorlar. Ve bunun sebebi konforlu, lüks bir tatil arayışı değil. Sadece bu topraklarda hâlâ “bozulmamış”, el değmemiş şekilde korunan nadir yerlerden biri olduğu için Sundance’i tercih ediyorlar. Buradaki doğayla uyumlu, kendi kültürünü yaratmış yaşamsal kaynağı çocuklarının da tecrübe etmesini istiyorlar.
Dolayısıyla aslında kolaylıkla devasa bir otele kurban edebilecekleri bir cennet köşesini olduğu gibi korumak için 35 yıldır durmaksızın çaba gösteren bu insanlara başka bir ülkede olsa büyük teşvikler ve ödüller verilirdi. Oysa şimdi karşımızdaki tablo çok farklı…
Sona Ertekin
Deniz Pak: 95.0 Açık Radyo’da yeni bir Deniz Aşırı programından, Bozcaada'dan merhaba. Telefonumuzun diğer ucunda sevgili dostumuz Süleyman Egel var. Tekirova’dan Phaselis antik kentinden sesleniyor. Siz de biz de hoş geldik programa.
Süleyman Egel: Teşekkürler.
D.P.: Bugün çok güzel bir yerle ilgili konuşacağız. Bugünlerde bazı sorunlar var ama biz başka tonlardan da anlatacağız. İlk önce sizin hikâyenizi dinleyebilir miyiz?
S.E.: Tabii ki. Ben Süleyman Egel, Antalya doğumluyum. Ailem de Antalyalı, babam aslında muhacir olarak geçer ama Antalya, Kaleiçi doğumlu bir kişiyim. Bugün konuşacağımız Sundance Kamping, bizim 1987 yılında başlattığımız ve ilk kıvılcımını yaktığımız bir yer. Bu da şöyle, bu arazimiz bizim zaten vardı. Dedem 1940’lı yıllarda Bursa’da iş adamıyken bu dönemde ipek böcekçiliği yapıyorlarmış. Neticede ipek böceği ve dut ağaçlarının, yapraklarının bol olduğu bir ülke. İşte böcekçilik için yaptığı seyahatlerden birinde de buraya geliyor. Zengin bir iş adamı olduğu için tabii o geldiğinde insanlar biliyorsunuz onlara çeşitli yerler gösteriyorlar. Şurası şöyle, burada böyle bir yer var, vesaire. Ve yer gösterirken bir defasında da buraya getiriyorlar. Tabii o zaman yol falan yok, tekneyle binip geliyorlar. Dedem bakıyor, dolaşıyor, iki üç gün her yeri dolaştıktan sonra almaya karar veriyor. Neticede bu araziyi bir şahıstan satın alıyor ve Cumhuriyet tapularıyla beraber satın alıyor. Tabii birtakım hukuki vecibeleri var ve o bunu kabul ederek alıyor her şeyi.
S.E.: Biz tabii o zaman daha ortalıkta yokuz. Sonradan okul, lise, üniversite şu bu derken kardeşimle beraber bir Amerika seyahatimiz oluyor. Orada gidip eğitim alıyoruz. Oradan döndükten sonra da şimdi ne yapacağız diyoruz. Hani bu saatten sonra artık şehirde mi oturulur, burada böyle bir arazi var, acaba gidip oralarda bir şey mi yapsak falan derken ufak çaplı bir çiftçiliğe başladık. Babama yardım için seralarda bir şeyler yetiştirmeye giriştik. O günler için bir ilk olarak soya fasulyesi ekmeyi denedik. Buğday ektik ama bunlar gerçekten de “Hah işte bu!” dedirten ya da iş açısından çok tatmin edici şeyler olmadı. Bir taraftan da daha ben askerdeyken bile diyordum; bir kamp açmalı, bir şeyler yapmalı falan filan. Sonra burada koca bir arazi var tabii. Eski bir bekçi evimiz vardı, dedemin yaptırdığı. 1970’lerde o bekçi evininin içine küçük bir mutfak yaptık. Bir odasını kendimize ayırdık, iki kardeş karşılıklı yatıyorduk. Sonra sekiz on tane masaya koyduk. Aslında şehirden kaçıp burada kendimize göre oturalım işte, ne güzel diye düşünerek kendimiz için açtığımız bir yer şeklinde başladı burası. Adını da yine abimle beraber içinde güneş olan bir şey olsun falan derken Sundance Kamp olarak belirledik.
Madem bu kadar güzel, demek ki böyle korumakta fayda var…
S.E.: Sonra aradan bir sene geçti, baktık birtakım insanlar gelmeye başladı, karavanlar gelmeye başladı. O zamanlar bu karavan turizmi özellikle turistler tarafından çok tercih edilen bir şeydi ve siz de hatırlarsınız çok sayıda karavan geliyordu; ufak minibüsler şunlar bunlar, kampa onlar gelip gitmeye başladılar. Zaten bir duşumuz vardı, bir de lokantamız. Sonra ertesi sene babamın yardımıyla oraya prefabrik bir takım temelsiz bungalovlar yaptık. Sene 1990, yani 89-90 senesi… Belki on bir, on iki tane bungalovumuz vardı ve arkadaşlarımız da gelip gidiyorlardı.
Sonra böyle böyle kendiliğinden bir oluşum oldu. İnsanların da hoşuna gitmeye başladı. Çünkü her şey doğal; atlarımız oldu, tavuklarımız, ördeklerimiz, köpekler, kediler… Genel olarak bakış açımız şuydu aslında: Bu çok güzel bir doğa, bu doğayı herkes görmeli, faydalanmalı. Ve aslında önemli olan bunu böylece koruyabilmek. Çünkü içinde yaşadığın, sevdiğin bir şey. Ve madem bu kadar güzel, demek ki böyle korumakta fayda var. Ve zamanla burası hiçbir büyük değişikliğe girişmeden insanların gelip gittiği bir yer olmaya başladı. Ve bu süre içerisinde de insanların bence en çok hoşuna giden şey, bir şeylerin çok da değişmediği bir yer olması. Geliyorlar her sene, işte şu ağaç biraz daha büyümüş, geçen sene beş tavuk varken bu sene on tavuk olmuş. İşte atlar bu sene gelmiş, ördekler köpekler artmış, falan filan. Böyle böyle tanınan bir yer olmaya başladık aslında.
D.P.: Sundance Kamping bir efsane oldu… Tamamen doğallığıyla, etrafıyla barışıklığı ile orada hiçbir mütecaviz davranış olmadan hem coğrafyaya, hem insana hem hayvana hem bitkiye, her şeye karşı çok doğal, düzgün bir mesafede duran bir yer olarak da bir efsane oldu. Tabii bir anlamda da kulaktan kulağa yayıldığını biliyoruz. Aslında insanların burayı neden çok sevdiğini de kendi kendine bir yandan anlatıyor ki sizin üzerinizde ben sizi tanıdığım için çok iyi biliyorum, müthiş baskılar vardı. Yani Akdeniz’in ta diyelim ki Antalya’dan başlatalım, o yıllarda Antalya çok büyük bir turizm ve yapılaşma baskısı altındaydı. Ta Antalya’dan İzmir’e kadar bu kadar makul kullanılmış, bu kadar sakince kullanılmış ve bu kadar aslına sadık kalarak duran çok çok az yerden bir tanesidir. Belki bir elin parmağını geçmez bu yerler.
Geldiğin zaman burada karşılaşmak istemeyeceğin insana burayı söyleme…
S.E.: Evet, ben de katılıyorum düşüncenize. Bizim buraya o ilk zamanlarda gelen insanların çoğu zaten arkadaşımızdı, sonra birçoğuyla da zaman içerisinde arkadaş olduk. Çok beğeniyorlardı ve hani işte burayı duyursak, hiç reklamınız yok, tabelanız yok, bir şeyiniz yok diyorlardı. Biz de geldiğin zaman burada karşılaşmak istemeyeceğin insana burayı söyleme diyorduk. Çünkü neticede sen buraya geleceksin, buraya neden gelirsin? Dinlenmeye, iyi vakit geçirmeye. Gidip de İstanbul’da, Ankara’da, başka bir yerde görüşmek istemeyeceğin insanlara buradan bahsetmemek zaten yeterli bir koruma gibi oluyordu. Çünkü her şey o kadar çabuk hızlı değişiyor ki, bir sene bir yere gidiyorsun, ya burası çok güzel derken seneye gidiyorsun, bakıyorsun orası başka bir şey olmuş. Bizim burada zaten böyle bir düşüncemiz yoktu ve buna çok dikkat ettik. Ben buraya iki sene önce gelmiştim, dört sene sonra bir daha geldim ama hâlâ aynı, ne güzel diyordu insanlar ve bu geri dönüşler de bize hep destek oldu. Arkadaşlarımız çoğaldı, eğlendiler, burada tanıştılar, çocukları oldu. Annesinin elinde, karnında gelen çocuk şimdi buraya kız arkadaşıyla, sevgilisiyle ya da belki de kocasıyla çocuğuyla gelmeye başladı. Öyle bir süreç çünkü bu. 35 sene az değil yani…
Vardığımız nokta belki en başta hiç düşünemediğimiz bir şeydi.
D.P.: Tabii ikinci, üçüncü kuşak insanlar oluşmaya başlıyor değil mi? Onlar başka bir aidiyet hissediyorlar oraya.
S.E.: Böyle böyle bizim de tabii sonuç çok hoşumuza gitti. Bu insana gurur veren bir şey. Çok da fazla çaba sarf etmeden sadece olduğu gibi kalması, bu şekilde muhafaza edilmesi iyi olur mantığıyla koruduğumuz bir yerin insanlar tarafından da bu kadar kucaklanması, sevilmesi bizim de gururumuzu okşayan bir şey oldu. Bu tabii ki birlikte olan bir şey. Yani biz şimdi burada iki kardeş oturup ne yapacaktık? Gelen insanlarla beraber burası kendi renklerini çoğalttı, seslerini çoğalttı, çeşitliliğini arttırdı ve güzel bir yere geldi. Vardığımız nokta belki en başta hiç düşünemediğimiz bir şeydi. Neticede gelip burada kendi yerimizde, çiftliğimizin bir köşesinde böyle bir şey yapalım, oturur bakarız derken böyle bir yer haline dönüştü. Sonuç itibariyle bu günlere geldik.
D.P.: Siz küçüklüğünüzü de orada geçirdiniz, değil mi?
S.E.: Biz buraya ilk gelmeye başladığımız zaman arabayla veya otobüsle üç-üç buçuk saat falan sürerdi yol Antalya’dan. Toprak yoldan tepelere çıkardık inerdik, karşıdan bir araba gelecek diye korkardık hatta. Köyde de bir tane minibüs vardı, sabah giderdi aynı minibüs akşam dönerdi. Burada evimiz vardı, eski Rum evlerinden, çünkü dedem almadan önce burası Rumların yaşadığı bir yer ve onların tapulu arazileriymiş. Sonra mübadeleyle bunlar memleketlerine gönderiliyorlar ve burayı başka bir Türk artık ya parayla alıyor ya da ona veriyorlar, karşılığı neyse... Ondan seneler sonra da dedeme hem gösteriyorlar, dedem onlardan alıyor. Yani burada mevcutta Rum evleri falan vardı birkaç tane eskiden kullanılan, gelip orada kalıyorduk işte. Tabii yaz tatillerinde daha çok oluyordu bu. Ondan sonra okul şu bu derken araya zaman girdi. Okul olayı, askerlik vs. her şey bitince bu dediğim süreç başlamış oldu.
D.P.: Biraz kampın bulunduğu yeri de anlatalım dinleyicilerimize. Biz gayet iyi bildiğimiz için konuya doğrudan daldık ama bilmeyen dinleyicilerimiz mutlaka vardır. Tekirova’da Phaselis antik kentinin devamı olan bir yerden bahsediyoruz.
Dedem araziyi aldığı zaman Phaselis antik kenti de tapularımızın içinde yer alıyordu.
S.E.: Şimdi tabii inanması biraz zor gelecek ama Phaselis antik kenti de dedem aldığı zaman tapularımızın içinde yer alıyor. Dedem burayı 1940 senelerinde alıyor. Phaselis antik şehri yanlış hatırlamıyorsam 1960-61 senesinde resmiyet kazanıyor. Yani o zamana kadar öyle bir şehir varsa da resmi olarak yok. Burası Antalya’ya yaklaşık 60 km mesafede, en yakın ilçe Kemer, orası da bir 15-16 km. Phaselis de geçmişi milattan önce 600’lere, 700’lere kadar giden bir şehir. Bunun devamında bir kumsal var, şu anda Bostanlık adıyla bilinen kumsal ve o kumsalın arkasında bir arazimiz var, devamında da Çayağzı denilen, içinden geçen bir azmak. Arkamız koca bir Tahtalı Dağı, müthiş bir görüntü. Sıfırdan çıkıp 2.375 metreye kadar gidiyordu. Şimdi tabii teleferik olunca düşürdüler biraz, kazıdılar tepesini, kısalttılar. Müthiş bir manzara işte ne bileyim Büyük İskender’in kışı geçirdiği bir şehir Phaselis.
D.P.: Orada kışlamış değil mi? Antalya’yı almaya giderken ordunun dinlenmeye ihtiyacı varmış galiba.
S.E.: Evet, Termesos’a gidiyor, orada çok zorlanıyor, muhtemelen alamıyor Termesos’u. Sonra söylentiye göre oradaki ekonomik hayatı bitirmek için zeytin ağaçlarını kesiyorlar. Oradan kalkıp buraya geliyor. Tabii bu haberleri alınca Phaselis’in altın anahtarını daha gelir gelmez vermişler İskender’e kapıdan. Neticede burası büyük bir çiftlik ve alırken de tesadüf olarak içinde böyle bir antik şehir var. Bunun içinde orman da var, göl de var, dere de var, işte tarla da var, her şey var… Koca bir arazi yani, dümdüz bir tarla ya da dümdüz bir orman gibi bir şey değil. O zaman da çok güzelmiş zaten, arazi olarak böyle bir konumdayız ve Tekirova köyü olarak geçiyor burası. Tekirova köy sınırları içindeyiz, ilçe olarak da Kemer’e bağlıyız.
D.P.: Biraz Phaselis’ten bahsedelim, Helenistik bir kent değil mi? Yani bir Roma kenti aslında Phaselis.
S.E.: Önce Rodoslular tarafından kurulduğu söyleniyor. Daha sonra Bizanslılar, Romalılar, Grekler de oluyor, bir müddet öyle gidiyor. Bu arada tabii bir Likya durumu da var buralarda. Likya Ligi dedikleri bir grup var, yirmi küsur şehrin bir araya geldiği. İlk etapta Phaselis bunun biraz dışında kalıyor. Üç tane limanı var Phaselis’in, bir tane askeri liman, bir tane ortadaki çok güzel küçük liman ve şu anda Bostanlık adıyla geçen koy da onların büyük ticari limanı olarak geçiyor. Paraları çok kıymetli, iki tane hamamı olan nadir şehirlerden olduğu söyleniyor. Arkeologlar tabii daha iyi biliyordur bunu ama iki hamamı var, geniş bir ana caddesi var. Akropolisleri, kemerleri, Hadrianus kapısına kadar her şeyi var, güzel bir şehir. Sonradan Likya Ligi’ne katılıyor. Patara baş şehri olarak geçiyor Likya’nın.
Sonra korsanlar geliyor, korsanların eline geçiyor bir müddet. Neticede Alanya ve Antalya limanları önem kazandıkça tarih içerisinde burası biraz daha geri planda kalıyor ve unutuluyor. Ama bu arada yine korsanların uğrak yeri oluyor ve onların idaresi altında kaldığı zamanlar oluyor, sonra da önemini yitiriyor. Aynı zamanda kokularıyla, parfümleriyle anılan bir yer. Burada gül ağaçlarının çiçeklerinden ve başka bir takım endemik bitkilerden koku ve parfüm yapılıyormuş. Parfümler buradan Avrupa’ya, şuraya buraya gönderiliyormuş. Büyük bir ticaret merkeziymiş o zaman Phaselis.
Keçiboynuzu ve kurutulmuş balık karşılığında…
D.P.: Laikos kuruyor değil mi? Rodoslu Laikos alıyor.
S.E.: İlk başta ya keçiboynuzu ya kurutulmuş balık karşılığında bir çobandan alıyorlar burayı ve yerleşmeye başlıyorlar. Tabii doğal limanlarıyla o kadar güzel bir konum ki, Rodoslulardan sonra Grekler, Romalılar vesaire derken şehir tabii gelişiyor ve büyüyor. Sonra ileride önemini kaybettikçe buradan birtakım taşlar alınıp başka şehirlerde kullanılmış. Klasiktir ya, oradan alır oraya yaparsın falan öyle bir dönem de yaşamış. Sonradan da işte korsanların eline geçiyor. Likya Ligi’ne katıldığı zaman tabii çok meşhur oluyor. Paraları çok kıymetleniyor, o zaman ticari açıdan çok meşhur. Gemilerin en büyük uğrak yerlerinden bir tanesi, böyle bir tarihi var bildiğim kadarıyla.
D.P.: Evet, o dönemin büyük bir ticaret merkezi, büyük filoları var. Hakikaten armatör bir antik kent diyebiliriz belki de. Akdeniz’de iki bin beş yüz, üç bin yıl önce denizcilik yapmayı çok da istemezdim açıkçası.
S.E.: Evet, her an her şey olabilir o zaman.
D.P.: Evet, çılgınca bir şey. Elindeki imkânlar bugün bile hâlâ kendini çok küçük hissettirebilir sana. Ama iki bin beş yüz, üç bin yıl önce çok daha çılgınca olabilir. Yani gidip müdahale etme şansın da çok çok zayıf. Galiba çok yüksek deniz hareketleri de yaşanmış bu dönem içerisinde değil mi? Bir sular basıyor, yollar yıkılıyor, bir şeyler oluyor galiba…
S.E.: Evet, bir de burada bir deprem oluyor. Phaselis’ten Tahtalı Dağı’na baktığınız zaman bir falez oluşumu görürsünüz. Orası çökmüş zaman içerisinde ve Tekirova’daki Bostanlık koyunun arka kısmının eskiden bir ölüdeniz, yani bir iç deniz olduğu söyleniyor. Dedem hatırlar, şu anda tabii ana yoldan bir 100 m daha denize yakın ana yol ama orada gemilerin bağlanması için kullanılan büyük halkalar olduğu söylenirdi. Yani orada içdeniz şeklinde bir oluşum varmış. Sonra depremden dolayı orası çöküyor ve bir şekilde doluyor. Buranın Tekirova olarak anılmasının sebebi de aslında şu: Tekfur Ova’dan geliyor. Roma tekfuru varmış burada, yani Roma valisi ve ismi de oradan geliyor. İşte sonradan da biz gelmişiz buraya.
D.P.: İyi ki siz gelmişsiniz, evet. Yani Tekfur Ova’dan Tekirova’ya, Tahtalı Dağı’ndan Sundance Kamping’e, ve başka bir deyişle de Solima değil mi? Solima da diyorlar buraya, Helenistik ismi de o galiba.
S.E.: Tahtalı Dağı’nda Nuhun Gemisi’ne dair söylentiler de var. Orada bir gemiye ait çok eski tahtalar bulunmuş şeklinde. Kimisi de diyor ki Tahtalı güvercinleri var oradan geliyor diye, yani biraz karanlıkta kalmış bir konu.
D.P.: Aslında Tahtalı çok kullanılan bir isimdir. Yani bütün kıyılarda vardır, Kuzey Ege’de de, güneyde de. Tahtalı köy tabii başka bir deyim ama hakikaten Tahtalı köyleri de vardır bu arada yani.
S.E.: Eskiden Olimpos Dağı diyorlarmış zaten, bazı kaynaklarda Olimpos olarak geçiyor ama Yunanlılar da nerede böyle büyük bir dağ varsa adına hep Olimpos demişler zaten. Olimpos Kenti ayrı ve bu dağ da Olimpos Dağı olarak geçermiş eskiden.
Hiçbir güzel yeri boş bırakmayacaklar. Boş bir yer de bırakmayacaklar.
D.P.: Evet olağanüstü etkileyici bir coğrafya. Peki o dağda neler oluyor bu arada? Zaman zaman oraya rutin ziyaretleriniz oluyor. Hatırlıyorum beni davet etmiştiniz ama ben katılamamıştım. Yarın gidiyoruz dediğinizde biz dönüyorduk artık o gün.
S.E.: Tabii teleferik yapılmadan önce çıkmak çok daha büyük bir zevk ve mücadeleydi. Üç dört kez çıktım ben zirvesine Tahtalı Dağı’nın, sonra teleferik yapıldıktan sonra da teleferikle çıkıp yayan olarak, yürüyerek aşağıya inmeyi tercih ettik. Derken zamanla biz de işi tembelliğe vurduk, bu arada orada yamaç paraşütü yapılmaya başladı. Ben kendim de yamaç paraşütü yapıyordum, gittim ders aldım sonra oradan uçtum, kendi arazimize paraşütle indim. Çok keyifliydi tabii ama eskisi gibi bakirken daha güzeldi gibime geliyor.
D.P.: Kesinlikle evet. Öyle zannediyorum ki hiçbir güzel yeri boş bırakmayacakları gibi boş bir yer de bırakmayacakları noktasına geliniyor. Aslında normal şartlarda böyle güzel yerleri müteşebbislerden, mal sahiplerinden korumaya çalışan bir zihniyet olur ama sizler mal sahibi olarak kendiniz burayı korumak istiyorsunuz. Bu enteresan bir durum… Hakikaten neler yaşıyorsunuz? Son bir, bir buçuk buçuk yıldır bir sürü şey yaşadığınızı ben sizinle konuşmalarımızdan biliyorum ama bunu dinleyicilerimize de aktaralım isterseniz.
S.E.: Neler oluyor? Bir halk plajları yapılma furyası başlatıldı ve Phaselis de bundan nasibini alıyor diye düşünüyorum. Phaselis’in iki tarafında koylar var. Phaselis’in kendi koyu da var ama Phaselis’e gelmeden önce bir de Alacasu diye bir koy var. Orası da çok güzel, yani elini sürmeye kıyamayacağın güzellikte koylardan bir tanesi. Phaselis koyuna nazaran biraz daha küçük bir koy. Bu Alacasu ve Bostanlık koylarıyla alakalı olarak da Phaselis antik kentini geliştirme, turizm ve halk plajı projesine bu koyları da dahil ettiler. Bizim de bundan tesadüfen haberimiz oldu, böyle bir şey.
Öyle bir proje çıktı ki, kendi tapulu arazimizin bir anda bu projenin içerisinde dev bir otopark alanı yapılmak üzere ayrıldığını gördük
S.E.: İşin gerçeği, şunu da kabul edelim; bizim Bostanlık Koyu dediğimiz, yani şu anda bizim arazimizin önünde yer alan bu kumsal ve koy çok güzel bir yer ve köylülerin zaten bu Tekirova köyünde denize girecek bir yerleri kalmadı. Dolayısıyla burası köylüler tarafından senelerce kullanılan, gelip denize girdikleri, yüzüp çıkıp gittikleri bir koy olarak varlığını sürdürdü. Takdir edersin ki etrafta nüfus arttıkça buraya gelen insanların da sayısı artıyor. Artık dışarılardan da, yani Kemer’den Antalya’dan da gelip burayı kullananlar çoğaldı ve bir kirlilik söz konusu oldu. Bundan biz de rahatsız oluyorduk, yani gidiyorduk işte orada burada kağıtlar var, çöpler var. Dolayısıyla buraya insanların ihtiyacını giderecek, basit ama ondan öteye geçmeyecek bir projenin yapılması herkes için iyi olabilirdi. Bir de şöyle bir şey oldu, şimdi Phaselis’le beraber burayı da birinci derecede arkeolojik SİT sahasının içerisine dahil ettiler. Yani bizim sahip olduğumuz, içinde tapularımızın olduğu ve hâlâ mahkememizin devam ettiği arazileri… Fakat öyle bir proje çıktı ki, kendi arazimizin bir anda bu projenin içerisinde beton zeminli yüzlerce araçlık bir otopark yapılmak üzere ayrıldığını gördük.
D.P.: İnanılmaz bir şey, tapulu araziniz üstelik.
S.E.: Evet, tapulu arazimiz. Mahkememiz devam ediyor, bu tapu var ve bizim ama kabul etmiyorlar, orası ayrı bir konu. Biz de bunu ispat etmeye çalışıyoruz hâlâ. Böyle olunca zaten daha Alacasu’dan başladılar bu yapılaşmaya. Tabii Alacasu’da böyle bir yapılaşma başlayıp sivil kuruluşların, derneklerin haberi olunca hemen ilgilendiler, bir dakika, burada neler oluyor dediler. Aynı projenin içerisinde sırada Bostanlık koyu da var dendi. Böyle olunca bizim de korumak için çok fazla bir şey yapmamıza gerek kalmadan sivil kuruluşlar tarafından birtakım adımlar atıldı. Ama işin gerçeği şu ki hizmet için yapılacak binalar ile başka şekilde kullanılmak üzere yapılacaklar arasındaki planlama farklı oluyor, biliyorsunuz. Bence bu sivil kuruluşlar da biraz ondan ürktüler, hani bize sağ gösterip sol mu vuracaklar acaba gibisinden. Ve biz de kendi arazilerimizi korumak adına bir dakika ne oluyor derken kendimizi bu aksiyon içerisinde bulduk. Bunun üzerine birdenbire bize dediler ki vay efendim siz işte hazine arazisine konuşlanmışsınız. Biz de dedik ki hazine arazisi değil burası, bakın şu zamandan itibaren alınmış Cumhuriyet tapularımız var bizim. Resmi Gazete’de ta 1940-1942 senelerinde sınırları tarif edilmiş bir araziden bahsediyoruz. Yoksa Resmi Gazete yayınlar mı? Zaman içerisinde bir takım kadastro haritaları değişirken bizim ismimizin sehven çıkarılıp ‘hazine’ olarak yazılması söz konusu. Ve o senelerde daha internet yok, hiçbir şey yok. Daha o zaman bizimkilerin biraz geç kalarak buna itiraz etmeyi ihmal etmeleri sonucunda ya da artık nasıl atladılarsa ‘hazine arazisi’ olarak geçmeye başlamış kayıtlarda. Ve büyük büyük tapular bunlar. Dedem aldığı zaman burayı işte 800 dönüm tapu var, 600 dönüm tapu var, 1200 dönümlük tapu var, hepsi büyük büyük araziler ve hepsinin üzerinde bizim isimlerimiz yazıyor, yani ailenin. Sonra kadastro çalışmalarıyla bu araziler ufaltılırken isimler aktarılmamış, hazine arazisi olarak tapuya kaydedilmiş.
Bizim en genç yapımız 25 yıllık. Hepsi kıyı çizgisinden en az 100-150 metre dışarıda ve hepsi temelsiz, sanki o zaman bile arkeolojik SİT sahasıymış gibi düşünerek yapılan yapılar
S.E.: Tabii sonradan çıkan kanunlar var. Bunlardan yararlanarak hâlâ yürürlükte olan kanunlara göre biz de itirazlarımızı yaptık. Her türlü delilimizi verdik ve mahkeme devam ediyor. Fakat bu süreçte bize dediler ki, siz burayı tahliye edin. Dedik nesine tahliye edelim, kendi arazimiz. Önce ‘hazine arazisi’ derken sonra hazineden vazgeçip dediler ki burası arkeolojik alan… Şimdi burası arkeolojik alan olabilir. Fakat burası 2010 senesinde arkeolojik SİT alanı ilan edildi ve biz herhangi bir ölçümle de karşılaşmadık. Yani gelip bir arazi taraması, bir etüt, bir şey yapılmadan bize SİT olduğu söylendi ama biz bu kampı açtıktan tam 19 sene sonra… Yani burası SİT diyorsunuz ama biz burayı yaptığımız zaman SİT burada yoktu. Üstelik bizim yapılarımızın hepsi kenar kıyı çizgisinden en az 100 metre, 150 metre dışarıda ve hepsi de bir temel inşa edilmeden, sanki o zaman bile arkeolojik SİT sahasıymış gibi düşünerek yapılan yapılar bunlar.
Siz bizim olmadığını söylüyorsunuz ama buraya bu tebligatı vermeye gelen memur arkadaşlarımız Süleyman Egel sokaktan geçerek buraya geliyorlar
S.E.: En genç yapımız 25 yıllık, ondan sonraki yapılarımız ahşap malzeme kullanarak yapılıyor ve bu süreç içerisinde bir metrekare fazla bir şey inşa edilmemiş, sadece zaman zaman bakımı yapılmış. İşte kerpiçi düşüyor, o kaplanmış. Efendim ahşabı tamir edilmiş ve temelsiz olarak yapılan bu yapılar aynı metrekarede, aynı şekilde devam etmiş. Durum böyle olunca artık şu anda biz kendimiz hâlâ anlatmaya çalışıyoruz. Anıtlar Kuruluna dilekçe verdik, dedik lütfen gelin bakın. Birincisi, SİT’in hangi tarihte geldiği belli. Bizim arazilerimizin hava haritalarından ne zaman yapıldığı belli. Yani bir mimari çalışma yapılsa, arazideki yapıların ne kadar eski olduğu tespit edilir. Lütfen dedik, gelin buna bakın. Bizim burada SİT’le bir uyumsuzluğumuz yok. Siz SİT getirdiniz, başımızın üstünde yeri var ama biz SİT’ten sonra hiçbir şey yapmadık buraya zaten. O zaman da dediler ki sizin böyle bir istekte bulunma ehliyetiniz yok. Neden? E çünkü ‘hazine arazisi’. Böyle olunca gittik mahkemeden tapuya şerh koydurduk. Dedik ki burası davalıdır, gelin bakın. Siz bizim olmadığını söylüyorsunuz ama buraya bu tebligatı vermeye gelen memur arkadaşlarımız Süleyman Egel sokaktan geçerek buraya geliyorlar. Süleyman Egel sokağın iki tarafında bizim arazilerimiz, onun ötesinde Tekirova’da da Rüştü Egel sokak var mesela, o da dedemin kardeşinin adını taşıyor.
Müsaade edin koruyalım ve böyle tutalım, biz bunun peşindeyiz
S.E.: Şimdi bütün bunlar ortadayken biz hâlâ diyoruz ki bu araziler bizimdir. Tapumuz şudur, Cumhuriyet tapusu mahkemelerimiz vardır, mahkeme tapuda şerhlidir falan diye derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. İnşallah başaracağız ama zor günler geçiriyoruz gerçekten. Sürekli her gün bir tahliye geliyor, işte boşaltın yıkacağız diyorlar biz de kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Burası bu kadar sene içinde artık kendi jenerasyonlarını yetiştirmiş, uluslararası festivallerin yapıldığı, sanatçıların insanların gelip iyi vakit geçirdiği, doğasının ilk başladığımız günden bugüne çok daha geliştiği, doksanın üzerinde çeşit ağacın, bitkinin yaşadığı bir alan. Müsaade edin koruyalım ve böyle tutalım, biz bunun peşindeyiz.
Bu kadar özel bir yeri normalde mal sahiplerinden, müteşebbislerden korurlar. Oysa siz mal sahibi olarak burayı korumaya çalışıyorsunuz.
D.P.: Evet, masal gibi bir yer. Ben bizzat orada bulunmuş birisi olarak söylüyorum bunu. Sundance’te iki kez bulundum, sizinle o zaman bir temasımız yoktu. Bir de 2000’li yıllarda tekrar bir araya bir geldik. Müthiş bir yer, müthiş…. Kendi başına ada olan bir yer, ada gibi bir yer orası da. Kişisel, özel nitelikleri olan bir yer. Gidenler, bilenler bunu anlarlar. Dinleyicilerimizin içerisinde sizi çok iyi tanıyan, orada bulunan çok insan olduğuna inanıyorum. Özellikle bu sebeple bu programı yapıyoruz. Bundan haberi olmayan dinleyicilerimizi haberdar etmek istiyoruz. Bu kadar özel bir yeri demin dediğim gibi normalde mal sahiplerinden, müteşebbislerden korurlar. Oysa siz mal sahibi olarak burayı korumaya çalışıyorsunuz, yani işin tam tersini izlediğimiz, yine tuhaf bir durum. Hakikaten bunun esas yeri belki bu program değil ama ciddi bir araştırmacı gazetecinin buna çok boyutuyla bakması gerektiğine de ben açıkçası çok inanıyorum. Muhtemelen siz de böyle düşünüyorsunuz.
S.E.: Ben de öyle düşünüyorum, çünkü burasının bizim atadan kalma bir arazimiz olduğu su götürmez bir gerçek. Bunun artık bir soru işareti falan yok ve bunu insanların duymasını istiyoruz. Her türlü belgemizi, tapumuzu, kadastro haritalarımızı, isim kayıtlarımızı, dedemin nüfusunu, her şeyi mahkemelere sunduk ve onların takdirini bekliyoruz bir taraftan. 80 küsur senedir ben gelmişim buraya oturmuşum da, burası ‘hazineninmiş’ de, tapum yokmuş da… Bu inanılacak bir şey değil... Sonra üzerine burada 35 senesini dolduran bir işletme açmışız. Bütün yapılarımızın yapı-kayıt belgeleri var ve bunlar zamanında yapılırken hepsinin nerede olduğu, kaç metre kare olduğu yazılmış edilmiş. Dolayısıyla saklanan, gizlenen edilen bir şey de yok. Buyursunlar her şeyimize baksınlar… Ama işte biliyorsunuz, böyle şeyler olabiliyor. Tabii biz de sonuna kadar mücadele etmeyi inşallah sürdüreceğiz.
Böyle bir işletmeye belki ödül vermeleri gerekir.
D.P.: Bir şey daha düşünüyorum…Yani 35 yıllık bir işletme diyorsunuz, dile çok kolay geliyor ama tabii ki bir ömür. Bir sürü insanın kariyer hikâyesi bir yandan da, bu hakikaten bir ömür. 35 yıl çok ciddi bir zaman ve müthiş nitelikli insanların orada olduklarını biliyoruz. Yani böyle gelir geçer pek fazla insanın da neredeyse uğramadığı bir yer. Aslında bakarsanız çok çok hoş bir yer. Böyle bir işletmeye belki ödül vermeleri gerekir. Belki sadece bu işletmeyi korumak için davranmaları gerekmez mi yöneticilerin?
S.E.: Valla şaka yolu biz aramızda zaten konuşuyoruz, diyoruz ki yahu bize bir ödül vermeleri lazım burayı bu kadar korumuşsunuz diye. Hani bunu biz aramızda öylesine konuşuyoruz ama dediğinizde haklısınız, katılıyorum. Bizim mesela turizm belgemiz var, belediyeden işletme ruhsatımız var, küçük turizm işletmeleri belgemiz var. Yani her şey ortada, her şey bakanlıktan geçmiş, belediyeden geçmiş, jandarmadan geçmiş. Jandarma kayıtlarımız var, TAPDK’mız var. Her gün kimlik bildirimleri yapıyoruz ve bunların hepsi bir günde hiçbir şey yokmuşçasına iptal edildi. Kapatıldı, şu bu derken biz de bunlara sürekli itirazlarımızı yapıyoruz, yer yer yürütmeyi durdurma kararları aldık yıkım için. Bir kısmı reddedildi, bir kısmı kabul edildi, sonra onlar kaldırıldı. Ana mahkememiz var, bu arazilerin bu aileye ait olduğunu ispatına ulaşmaya çalıştığımız, onun üzerine yoğunlaştık.
D.P.: Gerçekten kolay gelsin, rast gelsin. Burada da Sundance’i biraz da konuştukça daha derinleştireceğiz. Tabii öyle elli dakikaya, bir saate, üç saate sığdırılabilecek bir yer değil burası.
Çok özel bir yer. Burada birçok besteci birçok müziklerini yazdı. Birçok ressam ve görsel sanatçı başka hikayelerini hayata geçirdi. Burası sanatsal açıdan da insanların hayatlarına ve hepimizin hayatına dokunan bir yer. Bir yandan mesela jonglörlük festivalini hatırlıyorum ve uluslararası bir festivaldir bu.
J-Fest: 15. yılını dolduran, Avrupa’nın ve dünyanın sayılı jonglör festivallerinden biri.
S.E.: Müthiş bir festival. Bunu benim eşim Deniz başlattı ve beraber ortak bir arkadaşımız var Enis; onların fikriydi bu, hep konuşulurdu böyle. Fakat hep bir nasıl yaparız, nerede yaparız, nasıl bir şey olsun bir sıkıntısı vardı. Biz de dedik ki burada yapalım hep beraber, sizi bunu organize edin. Ben de size yer olarak elimden ne gelirse yardım edeyim, çünkü o kadar renkli, o kadar güzel, gençlere ve çocuklara o kadar hitap eden bir şey ki. Hani bu yapmamak zaten ayıp bir şey, günah gibi bir şey… İşte böyle başladı ve 15 sene yaptık bunu, sadece pandemide bir ara verdik. Ve o festival çadırları falan hep bu sürece kurban gitti. Yani taşınabilir çadırlarımızı bile kurtaramadık açıkçası, bu da çok üzücü bir şey. Bu festivali gerçekten yaşamak lazım. Hani bu programı dinleyen arkadaşlarıma, insanlara söylüyorum; gezsinler araştırsınlar Youtube’da, internette J-Fest diye aradıklarına görebilirler bu nasıl bir şeymiş, nasıl rengarenk bir şey, bu kadar güzel bir şey nasıl olabilir? Bu 15 sene nasıl devam ettirilebilir? Yedi sekiz yaşından itibaren her sene anneleri tarafından bizzat getirilerek on beş, yirmi yaşına kadar burada jonglör olarak yetişen arkadaşlarımız var, çocuklar var. Bu da tabii işin başka bir acı tarafı… Çünkü ben kendim jonglör değilim ama bu müthiş bir topluluk. Birbirlerine öğretmek, eğitmek için burada bir araya gelen ve bunun dışında hiçbir şey düşünmeyen, insanlara dersler verip dersler alan, birbirinden öğrenen bir topluluk bu. Rengârenk… İçinde sanat var, içinde spor var. Tek başına üç top attın tuttun değil yani, içinde her şey var. Bunun için de tabii insan üzülüyor ama bu programda bizi dinleyen, festivale katılmış arkadaşlarımız varsa biz bunu mutlaka devam ettireceğiz. Ama burada, ama bu sene, ama başka bir yerde, ama bir dahaki sene… Bunu biz bırakmadık. Onlar da aynı fikirdeler, bırakmayacağız, çünkü bu herkese mal olmuş bir şey. Güzel bir şey ve sürdürülmesi gerekiyor. Bunun için de zorlanmak gerekiyorsa zorlanacağız, ne gerekiyorsa yapacağız yani. Sanatçılar, ressamlar, besteciler buradan hep geldi geçti, hepsi arkadaşlarımız. Buradaki ana fikir, kimse kimsenin gölgesine basmasın. Hep beraber güzelce burada yaşayalım, geçelim gidelim, güzel vakit geçirelim, arkamızda güzel şeyler bırakalım, güzel mesajlar verelim, güzel mesajlar alalım. Bizim aslında gerçekten peşin olduğumuz şey bu zaten.
Sundance: Türkiye’de mekân olarak, işletme olarak korunması gereken bir yer
D.P.: Evet, bulunduğu yere saygı duyan, etrafına saygı duyan nefis bir işletme, nefis bir mekân. Gerçekten Türkiye’de mekân olarak, işletme olarak korunması gereken bir mekân olduğu için zaten bu sohbeti gerçekleştiriyoruz ve bunu dinleyicilerimize aktarabildiğimize de inanıyorum. Bu konuda biraz daha bilgi sahibi olmak, biraz daha sakince kendi başına evde Youtube başında izlemek isteyen dinleyicilerimiz Güneşle Dans: Sundance Belgeseli diye Youtube’a yazarlarsa karşılarına hemen çıkacaktır. Nefis bir belgesel, tavsiye ediyorum. Onu izleyerek burayı tanımaları ve bir nebze daha hissedebilmeleri mümkün olacaktır. Bu belgeselde bizler tabii çok başka şeyler de hissedebiliyoruz. Orada çok sevdiğim bir arkadaşımın kızını gördüm, Reyent’in kızı. Ben çok bebekken hatırlıyorum onu, bir daha hiç görmemiştim. Viyolonsel sanatçısı Reyent’in kızı da oradaydı. Hâlâ berabersiniz, ona da bayılıyorum, hakikaten Reyent de oranın sembollerinden birisi.
S.E.: Antalya’da yaşıyorlar onlar şimdi. Reyent’in kızının adı Mina, Mina Bölükbaşı. O da balerin oldu, annesi de biliyorsunuz meşhur bir balerindi, baş balerin. Şu anda Rusya’da gösteriler yapıyor, oradan Çin’e gidecek, Çin’de gösteriler yapacak gelecek. O da ufacıktı, burada elimizde büyüdü. Hâlâ da buraya gelip gidiyor, inşallah bir gün çocuklarıyla da gelir.
Burayı ne kadar severseniz, ne kadar kucaklarsanız burası da sizi kucaklıyor
D.P.: Evet evet, öyle gözüküyor… Bir işi çok uzun zaman yapmanın anlatılamaz, sadece yaşanabilecek tatlarını da çok güzel bir şekilde yaşıyorsunuz. Yani bu kitaplarda yazmaz, başka türlü de anlatılmaz, sadece hissedilebilir. Hissedilen dedikleri şey budur.
S.E.: Tabii buraya gelip bizim arkadaşımız olarak veya az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız ama gelip burada kalıp, burayı kendileri gibi koruyan, takdir eden ve seven insanlara da çok teşekkür ediyorum. Çünkü bu gerçekten de tek başına yapılacak bir iş değil. Burayı ne kadar severseniz, ne kadar kucaklarsanız burası da sizi kucaklıyor. Gelen insanların da bize burayı korumada, yürütmede yardım ettiklerinden çok eminim ve biliyorum ve onlara da çok teşekkür ediyorum.
D.P.: Ben de size çok teşekkür ederim. Bütün hikâyenizi büyük bir açıklıkla bana anlattınız. Bütün bu süreçte yanınızdayız. Kolay gelsin, çok çok kolay gelsin.
S.E.: Çok teşekkür ederiz. Gerçekten ihtiyacımız var desteğinize ve bu programı yaptığınız için çok teşekkür ediyorum. Sizler de müthiş bir şey yapıyorsunuz bir taraftan. İnsanların sesini duyurabileceği, özellikle bizim gibi düşünen, sizin gibi düşünen insanların sesini duyurabileceği yerlerden biri olarak kalması da büyük temennimiz, yani inşallah devam eder.
D.P.: İnşallah… Bugün Sundance Kamp’ı konuşmaya çalıştık. Süleyman Egel oranın sahibi, kurucusu, başındaki kişi. Aslında Sundance Kamp’ın bulunduğu yer, etrafındaki kent, doğa, arkadaki Tahtalı Dağı ve Antalya ile ilişkisi… Bütün bunların hepsini konuşmaya gayret ettik. Kendi başına bir ada gibi bir yer. Buranın hakikaten korunması gerektiğine inanarak ben konuştum. Özellikle bundan haberi olmayan dinleyicilerimize de duyurabilmek amacıyla bunu konuştuk. Programın sonunda da bugün seçtiğimiz ikinci parçayı çalalım. Bu aynı zamanda Sundance Kamp’ın bir anlamda marşı gibi bir şey. Tuğçe Kurtiş değil mi?
S.E.: Tuğçe Kurtiş Deniz’in çok iyi arkadaşı ve böyle bir belgesel yaparken bunu yapan arkadaşlarımızla beraber hem güzel hem de bize çok hitap eden güzel bir parça olsun istedik. Hani bazen böyle içimize dokunur geçer ya sesler sözler… Ve bunda karar kıldık. Onun da eline ağzına, enstrümanlarına sağlık, kafasına sağlık, müthiş bir şey yapmışlar.
D.P.: "Paloma" parçanın ismi, bu parçayla da bitiriyoruz. Bugün Sundance Kamp’ı konuştuk. Program konuğumuz Süleyman Egel idi. Önümüzdeki hafta, Salı günü saat 11:00’de yeni bir Deniz Aşırı programında buluşuncaya dek hoşça kalın.
S.E.: Hoşça kalın.