Deniz Aşırı programında Deniz Pak, konuğu Haluk Şahin’le hem Bozcaada'daki yaşamı hem yazım dünyasındaki eserleri hem de dünyanın durumuyla ilgili konuştu.
(1 Aralık 2020 tarihinde Açık Radyo’da Deniz Aşırı programında yayınlanmıştır.)
Deniz Pak: 95.0 Açık Radyo’da yeni bir Deniz Aşırı programından herkese merhaba. Bu hafta Bozcaada’da Çayır mevkiinde Haluk Şahin’in evinden gerçekleştiriyoruz ve program konuğumuz Haluk Şahin. Siz de biz de hoş geldik!
Haluk Şahin: Hoş bulduk!
DP: Yıllardır konuşmadığımızı fark ettik, kim bilir ne kadar güncelleyeceğimiz konu var. Bunu da bu programın sonunda dinledikten sonra görmüş olacağız.
HŞ: Evet, Bozcaada’yı konuşa konuşa bitiremeyiz, bugün de bitirebileceğimizi zannetmiyorum. Sen 800 program yaptın, hâlâ bitiremedin, bitmez bir konu çünkü pek çok farklı yönleri var ve sürekli değişiyor. Bu değişimler yepyeni tartışmaları gündeme getiriyor, şu sırada pandemi koşulları altında yaşıyoruz, karantina altındayız, her gün biraz daha kapanıyoruz. Çok yakında adaya gelen vapur sayısı daha da azalacak fakat öbür taraftan havalar çok güzel gidiyor, böyle bir yalancı bahar gibi bugün özellikle bu kaydı yaptığımız gün –televizyoncu tarafına kayıyor dilim biliyorsun, 30 sene televizyonculuk yapınca ‘çekim’ diyoruz ama- bu kaydın yapıldığı gün de Bozcaada çok güzel. Yağmur yağmadı, yağmur bekliyoruz, çünkü bizim bir ‘bağlar adası’ olarak mutlaka belirli miktarda yağmur almamız gerekiyor. O açıdan epey gerideyiz. Öyle umut ediyorum ki Poseidon’dan gördüğümüz yağmur bulutları adayı o açıdan da açığını kapatma yolunda destekleyecektir. Ada bu sene şu açıdan ilginç, yani bu aylarda genellikle adanın nüfusu yanı yazın 15-20 bine çıkan nüfusu 2.300’e 2.500’e falan düşer. Son yıllarda pek çok kişi kışları Çanakkale’ye gittiği için, bizim öyle de bir özelliğimiz oldu, yani Çanakkale bizim ‘kışlığımız’ oldu. Eskiden İstanbul’un öyle yazlıkları, kışlıkları vardı. Bozcaada’nın kışlığı Çanakkale, fakat normal olarak Çanakkale’ye giden pek çok kişi bu sene Çanakkale’ye gitmedi. Daha da önemlisi normal olarak kışlarını İstanbul’da geçiren, okul dolayısıyla ve başka nedenlerle pek çok kişi Ada’da kaldı. Biz de onlardan biriyiz ve bu kararı aldığımız için memnunuz çünkü İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den büyük kentlerden gelen haberler hiç de iç açıcı değil.
DP: Karantina için şanslı bir yerdeyiz!
HŞ: Öyle görünüyor. Benim bunu keşfedişim bahar aylarında oldu, İstanbul’dan izledim burada olup bitenleri, biz baharda geçen sene İstanbul’da kaldık, buraya gelmeye hiçbir şekilde hazır değildik o bahar aylarında. Fakat bir gün medyada bizim Serkan Elik’in -henüz karantina falan yok- şöyle bir şey dediğini duydum “ya Ada’da Covid’li hastalar çıkarsa ve Ada karantinaya alınırsa ne yaparız?” Tabii jeton orada düştü, biliyorsun ben geç kalmış bir romancı, 70 yaşından sonra romanlar yazan, 3 roman yazdım, 2 tanesini yazdıktan sonra dedim hakikaten müthiş bir hikâye yani Albert Camus’nün ‘Veba’sını düşün. İşte başka bir takım veba ve salgın romanları da var, Orhan Pamuk da öyle bir şey yazmaktaymış son zamanlarda. Hakikaten dedim ya “ne olur acaba? Ada’da karantina ilan edildiğini varsayalım. Oraya bir öykü yerleştirdim belki birazdan biraz daha açma fırsatını buluruz. Uzun bir şey olmayacak, bu bir ‘novella’ olacak ve bunu benim normal olarak kitaplarımı verdiğim yayınevi Kırmızı Kedi fakat Kırmızı Kedi’de büyük bir kitap birikimi oldu çünkü yayınlama olanakları ortadan kalktı. Kitapçılar kapalı, insanlar kitap almıyor, okumuyor, vs. böyle bir dönem yaşandı, hâlâ da kısmen devam ediyor. Bunun üzerine ben Mustafa Dermanlı’ya dedim ki Mendirek bizim dergimiz, Bozcaada dergisi, “biz bunu Mendirek yayını olarak çıkartalım” Mustafa da çok memnun oldu. Mendirek yayını olarak çıkarttık, yani hakiki Bozcaada kitabı, Bozcaada dergisi yayınlarından çıktı. Şu büyük soruyu sordu yani adının bir mikro evren olduğunu, bir mikro kozmos olduğu, başka programlarda da mutlaka ben söylemişimdir, Ada’nın özelliklerinden bir tanesi odur, her türlü insan vardır burada iyisiyle kötüsüyle, kurnazıyla, aptalıyla. İyilerin biraz daha fazla olduğunu oransal olarak her zaman düşünmüşümdür burası için ama insanlığa ait her şey bu sahnede de oynanır, bütün oyunlar bu sahnede de oynanır. Yani o şekilde kurdum hikâyeyi. Şöyle bir soru sordum, hakikaten Midilli hemen yanımız, Midilli’de kan gövdeyi götürüyor, Morea kampı, vs. oradaki zavallı mültecilere başlangıçta çok iyi davranan Midillililer bu sağcı Yunanlıların da kışkırtmasıyla onlara karşı olan tavırlarını değiştirmiş durumdalar. Hakikaten büyük trajediler yaşanıyor ki Türkiye olarak bizim de elbette sorumluluğumuz olan trajediler onlar. Oradan yola çıkıp Midilli’de Morea’da bir Covid salgını çıkmış olsa herkes korkuyor ve bunu bekliyordu, orada bir gizli çete hastaları gizlice Bozcaada’nın çeşitli yerlerine getirip bırakıyor olsa ne olur? Böyle bir yerden yola çıktım. Burada tabii insanlığa yönelik eleştiri, vs. falan ve bir gazeteci, foto muhabiri, fotoğraf sanatçısının ağzından Bozcaada’nın bu salgınla cebelleşmesini anlatmaya çalıştım. Bu romana bir hibrit roman dedim, hibrit roman derken hani nasıl hibrit otomobiller var hem elektrikle hem benzinle, vs. çalışıyor. Son yıllarda herşey hibrit, sanatta da hibrit romanlar var yani onun içinde bir röportaj oluyor, fotoğraf oluyor, çizim oluyor, hakiki insanlar oluyor, uydurma insanlar oluyor, ben de öyle bir hibrit kitap ortaya çıkarttım. Mustafa’ya verdiğim sözü yerine getirdim, haziran ayında kitabımız çıktı. Bundan dolayı çok memnunum, yani bir yerde bir yazar olarak şık bir gol attık diyelim. Çünkü pek çok insan yazdığı romanları, vs. yayınevlerinde böyle tepeleme çıkacak romanlar bekliyor. Biz çıkarttık romanımızı, diğer romanlar kadar olmasa da tartıştık ama en önemlisi bu pandeminin insanlığa ne yaptığı konusunu konuşma fırsatını bulduk. Orada şunu söyledim yani bizim önceliklerimiz değişti pandemi dolayısıyla. Eskiden değer vermediğimiz bazı şeylerin ne kadar değerli olduğunu gördük, bunlardan bir tanesi toprak. Bozcaada’da toprak dediğiniz zaman bizim aklımıza bağlar ve şarapçılık gelir. Orada benim rehberliğime Bozcaada’da bağcılık-şarapçılık konusunda gerçekten bilge-rehber diyebileceğim sevgili Necati ve Mine İnceoğlu’nun anlattıklarından yola çıkarak bir zamanlar Ada’da var olan ‘mavrella’ adlı kara üzümün bulunup yeniden canlandırılması çabalarını merkeze alan ‘Güzel Mavrella’ diye bir şey çıktı. Burada bir kalp rahatsızlığı geçiren fakat her zaman genç delikanlı gibi atik ve tetik olan Necati hocamızın sağlığının iyi olduğunu duyuyoruz ve çok çok memnun oluyoruz. Mine hanım keza her zaman onun etrafında bir koruyucu melek gibi bulunmaktadır, onda şüphem yok. Onları özledik, umarım baharda veya yazın gelirler ve aramıza katılırlar. Bu kitabın özelliği Ada’yı tanıyanların aramızdan ayrılmış olsalar bile bir takım aşina çehrelere rastlamaları olasılığı. Bunlardan birisi eminim program yapmışsındır Tayfur Sanlıman.
DP: Yapamadık biliyor musunuz?
HŞ: Ciddi misiniz?
DP: Konuştuk fakat yetişemedik!
HŞ: Hay Allah!
DP: Çok az kaçırdığım, o koşuktaki az insandan birisidir Tayfur Sanlıman.
HŞ: Müthiş bir insandı. Ben onun kitabının editörlüğünü yapma şansını yaşadım. Onu mesela özledim 2,5 sene oldu aramızdan ayrılalı, bu roman için getirdim buraya, biraz sağa sola çıkıştı “N’örüyonuz, nedir bu yaptığınız?” falan diye. Böyle bir şey çıktı Deniz, mutluyum onu yazabildiğim için.
DP: Müthiş! Güzel Mavrella. Karantinada bütün yollar bağlara çıkıyor değil mi?
HŞ: Evet ve de “karantin’Ada” bütün yollar bağlara çıkar Ada, karantinada bütün yollar bağlara çıkıyor. Burada bir de hayatta kendisine bir hedef bulamamış ‘avara kasnak’ gibi bir oraya bir buraya sürüklenen genç insanlara “gözünüzü açın bakın bağlar var, toprak var, tarım var” falan gibi biraz romantik ama günümüzün çevreci olgularına denk düşen, uygun düşen bir de mesaj vermeye çalıştım.
DP: Müthiş! Midilli ve Bozcaada’yı bir arada işlemiş olmanız da çok iyi, her zamanki gibi olağanüstü bir hızla bunu yaptınız.
HŞ: Çok teşekkürler.
DP: Her zamanki gibi sizin kadar çalışkan ve üretken birisini çok az tanıyorum öyle söyleyeyim.
HŞ: Boş durunca ne yapacağımı bilemiyorum, yani insanların bazılarının çalışırken canları sıkılıyor ben boş nasıl durulur? Yani o alışkanlık şaka bir yana söylenecek çok şey var, anlatacak çok şey var. Deniz, zaten Türkiye anlatılacak hikayeler açısından çok zengin bir yer, hep böyle olagelmiş. Fakat bunun ötesinde bizim adamız Bozcaada, bunun üzerinde yoğunlukta olan bir şey yani burası antik coğrafyanın merkezi. Şimdi oturduğumuz yerden biraz ayağa kalksak baksak karşısı Troya! Az ilerisi Semadirek, onun tepesi Fengari tepesi, Poseidon’un mitolojiye göre Troya savaşını seyrettiği yer. Yunan’ın tabii buradan Limni’i her zaman görüyoruz da çok çok net günlerinde Olimpos’un beyaz zirvesinin göründüğünü iddia ederler. Ben görmedim ama yani gördüklerini söyleyen insanları şey ettim.
DP: Ben de görmedim.
HŞ: Tabii bu tarafa iniyorsun Aristo’nun Assos’u, Aristo’nun Midilli’si, ondan sonra İda dağı, Çanakkale savaşları, Çanakkale boğazının girişi falan bizim anlatacağımız çok şey var. Bunları bizim hiç çekinmeden, hiç komplekse girmeden anlatmamız gerekiyor. Çünkü benim öteden beri savunduğum şeylerden bir tanesi, bazı insanlar mesela Yunan mitolojisi diyor. Yunan mitolojisi değil o Ege mitolojisi, burada Yunan kısmını inkâr anlamına söylemiyorum. Elbette büyük bir medeniyet ortaya çıkmış milattan önce 3., 4., 5. yüzyıllarda. Hâlâ hayranlıkla okuyoruz izliyoruz Aristo’sunu, Platon’unu, Sokrates’ini büyük yazarlarını ama
DP: Bugünün medeniyetine yol verenler.
HŞ: Evet ama Anadolu’da o medeniyetin kökeni var, biraz daha öteye gittiğin zaman Sümer ve Asur işletiyor, biraz daha öteye gittiğin zaman orta Asya’dan Şaman gelenekleri falan. Bu bir…
DP: Kolektif katkı.
HŞ: Ve bir harmandır. Yani o harman konusunda bizim kompleksli olmamıza hiçbir gerek yok. Bakıyorum Guatemalalı yazar oturuyor Troya hakkında roman yazıyor, Norveçli oturuyor Troya hakkında roman yazıyor ama bizim Troya savaşıyla ilgili bir romanımız var mı? Yok. Yani hikayeler var, birkaç şiir var, Melih Cevdet’in Troya Önünde Atlar vs. falan diye ama rahmet Prof. Osman Korfman Troya savaşının Çanakkale savaşlarının birincisi olduğunu ya da Çanakkale savaşlarının Troya savaşlarının devamı olduğunu çok haklı nedenlerle söylerdi, iddia ederdi. Bence henüz Çanakkale savaşlarıyla ilgili iyi bir roman yazabilmiş değiliz. Klişelerle dolu bir sürü şey yazılmış. Yani burada yaşamak Deniz bazı sorumluluklar yüklüyor insana, biz bu sorumlulukları seviyoruz zaten. Benim mutluluk tanımım “mutluluk insanın sorumluluklarını sevmesidir” şeklinde idi. Ada narin bir çiçek gibi korunması ve bakılması gereken bir yer, minicik bir yer. Ağır tehlikelerle karşı karşıya yani Türkiye’nin azman kötü parası, zevksiz kitlesel ilgisi Ada’yı yutmak için fırsat arıyor sürekli olarak. Ada onların dişinin kovuğuna gitmez, yani minicik bir yer.
DP: Vasat her yere hakim olmuş durumda, burayı da ele geçirmek istiyor.
HŞ: 40 kilometrekare bir yer yahu! Halbuki Karadeniz’i baştan aşağı in, Marmara, Ege, İskenderun’a kadar uçsuz bucaksız dünyanın en güzel sahilleri sende. Ben en çok ‘deniz ve güneş adası’ dedikleri zaman çok sinirleniyorum. Deniz ve güneş de var ama denizi soğuktur, çok daha hemen karşıda Geyikli’de daha iyi ve daha az dalgalıdır. Güneşe gelince bizim poyrazımız serindir, bizim öyle sonsuz sayıda plajımız da yok, birkaç tane plaj var. Mesela o plajlar beni niye ilgilendiriyor, o plajlar aynı zamanda Troya savaşı sırasında Troyalılara gidiyormuş ‘fake’ini atıp, Troya’dan ayrılıp adanın arkasına saklanmış olan teknelerin karaya çekilmiş olduğu bir yer olarak ben görüyorum. O zaman heyecanlanıyorum, diyorum ki “dünyanın en ünlü hikayesi” bak Adem’le Havva hikayesinden sonra dünyanın en fazla bildiği hikâye bu Troya Atı, Paris ve Eleni hikayesiymiş biliyor musun? İşte o hikâyenin geçtiği yer burası, buralar, görüyoruz. O bakımdan Bozcaada’da bulunmak bir ayrıcalık, yeter ki insanlar nerede olduklarının farkında olsunlar. Yeter ki insanlar derslerini çalışsınlar, yeter ki buraya sıradan herhangi bir yer muamelesi yapmasınlar.
DP: Müthiş bir baskı görüyor tabii.
HŞ: Evet ağır baskı var çünkü pek çok yeri çok süratle berbat ettik. Ben İstanbul’da Haliç’te denize girildiği zamanları hatırlıyorum. Moda plajını, Süreyya plajını, Boğaz’ın iki tarafındaki plajları.
DP: Ben yüzmeyi Yeniköy’de öğrendim.
HŞ: Sen onları hatırlamazsın ama mesela Florya ve Ataköy. Ataköy plajının açılışını hatırlıyorum, pırıl pırıl sular ve Kumburgaz çok uzak! Marmara Ereğlisi ulaşılmayacak kadar uzak ve pırıl pırıl! Çok kısa bir zamanda bunların hepsini yuttu bir canavar! Göç ve hızlı nüfus artışı, bunun üzerine azgın parayı, bunun üzerine zevksizliği, bunun üzerine rantı, bunun üzerine spekülasyonu koy! Sonuç böyle oluyor işte, hani bir taraftan sanki bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de kanal yapmaya kalkıyorlar! Yani kesinlikle ihtiyaç olmayan!
DP: Olmadığı gibi başka problemlere de yok açabilecek, çok büyük problemlere yol açabilecek bir şey.
HŞ: Oradan bizim, doğa konusunda ne kadar hoyrat olduğumuzun bir örneği görüyoruz. O romanda ‘Güzel Mavrella’da da ele aldım, covid19 virüsünün bize verdiği derslerden bir tanesi doğayla aramızdaki sözleşmeyi mutlaka yenilememiz gerektiği yönünde bir uyarı. Yani belli ki birşeyler yanlış yapılıyor, belki daha çıkabilecek binlerce virüsten bir tanesi! Yarın öbür gün bir virüs çıkar insanlığı silip süpürebilir de kara veba gibi! Biliyorsun 14.yüzyılda 300 milyonun altında nüfusu olan Avrupa’da 100 milyon insan ölmüş vebadan. Her 3 kişiden birisi ölmüş!
DP: İnanılmaz!
HŞ: Yani müthiş bir şey, böyle şeyler olabiliyor, gene olabilir, ona göre yeniden örgütlenmesi lazım toplumun, ona göre toplumsal önceliklerini yeniden değerlendirmesi lazım.
DP: Doğa ile bu barışı yapmak zorundayız, aslına bakarsanız.
HŞ: Doğru doğa ile barışı mutlaka yapmamız lazım.
DP: Başka çaremiz yok!
HŞ: Yani yeni bir sözleşme yapmak zorundayız. Çünkü eski sözleşme doğanın sınırsız ve bakir olduğu varsayımıyla yola çıkıyordu yani 19. yüzyılda bazı yerler hakikaten bakirdi, balta kesmemiş ormanlar vardı.
DP: Keşfedilmemiş yerler vardı artık yok!
HŞ: Bizim kuşağımız onunla ilgili kitaplar işte Jules Verne, onun arkasından iki çocuğun devri alemi falan gibi şeyler. Hep bakir yani, ilk defa beyaz insan görüyor falan. Böyle şeyler okuyarak halbuki şimdi öyle bir şey yok.
DP: Şimdi yerli kabilelerinin fotoğraflarını gördüğümüz zaman National Geographic gibi dergilerde o çadırların yanlarında kola dolaplarını görüyoruz.
HŞ: Evet evet ve…
DP: Fişe takılı değiller belki ama başka bir şey için kullanılıyorlar orada.
HŞ: Artık her yer keşfedildi ve üstelik turistikleştirildi. Bu Covid’in etkilerinden bir tanesi, en önemli şeylerinden bir tanesi kitle turizmi konusunda olacaktır diye düşünüyorum. Benim romanımda öyle bir karakter var Jülide diye o turizmci ve epey başarılı bir Alman turizm şirketinde çalışıyor. Meslek hayatı boyunca hep birtakım uçaklara insanları doldurmuş onları adını ilk defa duydukları kentlere ve hakkında hiçbir şey bilmedikleri müzelere götürmüş. İnsanlar da haldır haldır gitmişler başkaları gidiyor diye! Yani bakıyor-muş gibi yapmışlar, ondan sonra tekrar geri gitmişler. Bu arada gittikleri yer berbat olmuş, uçakların çevreyi kirletme etkisi, vb. Yani böyle sırf para kazandırmak için bir takım gereksiz ‘anafor merkezleri’ yaratılmış. Bu böyle devam etmez, etmeyecek, çok açık ve net bir şekilde ortaya çıktı. Bu arada birileri de kalkıp “kanal açacağız!” diyor. Gerek olmayan bir şey. İnsanlık böyle ciddi bir sorunla karşı karşıya, yani Covid’den daha büyük daha önemli bir şey. Hani Covid’in artık sonunu yavaş yavaş, tünelin sonundaki ışığı yavaş yavaş görmeye başlıyoruz. İşte 5-6 tane aşı var, bu aşılar bahar aylarında falan yayılacak, gelecek yılın herhalde sonbaharına geldiğimizde belirli ülkelerde insanların çoğunun aşılandığını varsayabileceğiz. Tekrar el sıkışmaya, sarılmaya, birlikte tiyatroya seyretmeye falan başlayabileceğiz diye düşünüyorum ama küresel ısınmadan ne haber? Öbür tarafta o orada duruyor, vahim sonuçlarını insanlara hissettire hissettire duruyor. Çok zor bir dönem mavi gezegen için.
DP: İsterseniz siz dinleyiciler için çok güzel müzikler seçtik, ilkiyle başlayalım. İlk ne dinletelim dinleyicilerimize?
HŞ: Udi Mutlu Torun dostumun bestelediği benim Lord Byron’dan Türkçeye çevirdiğim “yok artık sandalla çıkmak mehtaba” adlı şarkı ile başlıyoruz. Bu şuradan enteresan, Lord Byron da bu coğrafyanın yabancısı değil. Çanakkale’de karşıdan karşıya yüzmüş olan Lord Byron bu biliyorsun. Bu coğrafyaya ilgi göstermiş olan bir insan. Yazdığı şiir “Yok artık mehtaba çıkmak sandalla” şiiri. Tam bir alaturka şarkı bestesi gibi, ben ilk defa İngilizce’sini okuduğumda şaşırdım; sanki bir alaturka şarkının bestesi çevrilmiş gibi. Birincisi bu, Mutlu hakikaten çok güzel bir besteciydi, Mutlu Torun Ada’ya 2015-2016-2017 bizim Homeros okumalarına gelip burada konserler vermiş olan bir büyük usta.
DP: Yıllarca TRT’de aslında gitarcı olarak da tanıyoruz Mutlu Torun’u, daha sonra o tekniğini utla bütünleştirdi. Utu parmaklarıyla, tırnaklarıyla çalan birisi olarak, teknik olarak da müzisyenler arasında böyle görülen çok büyük saygı duyduğumuz müthiş bir ustadır kendisi. Tanımaktan da büyük mutluluk duyuyoruz.
HŞ: Ne güzel! Ben de onun şarkısıyla başladığımız için memnunum.
DP: Bu müthiş şarkıyı dinliyoruz. 95.0 Açık Radyo’da Deniz Aşırı programına Haluk Şahin’le sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. ‘Yok artık çıkmak sandalla mehtaba’ isimli parçayı dinledik. Mutlu Torun’un bestesi, Lord Byron’ın şiirinden sizin çevirinizle, Haluk Şahin’in çevirisiyle yapılmış bir beste. Nefis bir parça dinledik ve sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
HŞ: Evet ben bu fırsattan yararlanarak Mutlu Torun’un bestelediği başka bir şiirimi okumak istiyorum. Fakat ne yazık ki onun kaydını bulamadık. Bu doğrudan doğruya Bozcaada’yla ilgili bir şiir. Bozcaada’da yaşayanların gayet iyi bildikleri bir deneyim vapurların iptal edilmesi ve Ada’nın anakaradan kopması! Gerçek anlamda ‘ada’ haline gelmesi, kopuk bir yer haline gelmesi. Bunun yarattığı sorunlar ve zihinsel özgürlük alanları. “Vapurlar iptal! Yarın yolcusun uzaklara. Adaya gelmen için bugün son fırsat ama az önce ilan ettiler. Fırtına 8 şiddetinde ve bütün vapurlar iptal! Mosmor bastırıyor poyraz. Demir taradı Bozcaada. Kargalar bile sustu sonunda! Mendireği aştı dalgalar. Fırtına 8 şiddetinde ve bütün vapurlar iptal. Gelebilsen ne olurdu? Neler söylerdik birbirimize? Güneş batarken polendede. Bir sözcük bir bakış can verir miydi aşkımıza? Yoksa çoktan tükenmiş miydi her şey? Bu sorular yanıtsız kalacak. Yarın yolcusun uzaklara. Bugün gelmen için son fırsat. Fırtına 8 şiddetinde ve bütün vapurlar iptal!” Çok güzel bir beste yaptı.
DP: Müthiş!
HŞ: Sana onu vaat ediyorum, bir dahaki sefer konuştuğumuz zaman onu da çalarız ve buradan tekrar Mutlu Torun’a teşekkürlerimi, sevgilerimi gönderiyorum. Mutlu’nun tabii çok farklı yeraltı ırmakları gelen müziksel akımları bir araya getirmek ve onlardan özgün şeyler çıkartmak gibi benim çok önemsediğim bir tarafı var. Bizim bu ülkedeki en büyük şansımız ve en büyük şanssızlığımız bir anlamda çok farklı rüzgarlara açık olmamız. Yani ya onları bir araya getirip sentez yapacağız Mutlu’nun yaptığı gibi ve bazı sanatçıların yaptığı gibi ya da onu başaramayıp şizofrenik bir sayıklamaya dönüşeceğiz. Maalesef bu ikinci özelliğimizi son günlerde son aylarda, yıllarda daha fazla görmekteyim.
DP: Ama ne mutlu ki Mutlu Torun gibi üretici, yaratıcı, bunu bize bambaşka hallerde sunabilen, bu duyguları yaşatabilen müthiş sanatçılarımız var.
HŞ: Evet onlar hatırlanacak, onların yapıtları akıllarda kalacak ama böyle kargaşa içinde süregidiyor şu anda her şey. Önümüzdeki ‘Homeros Okuması’na Mutlu Torun’u çağırmayı düşünüyoruz bundan önceki yıllarda olduğu gibi.
DP: Bu ‘Homeros Okuması’ aynı zamanda 20.si gerçekleştirilecek.
HŞ: Evet 20. Homeros Okuması, bence çok önemli bir şey yani 800 Deniz Aşırı programı yapmış olman ne kadar müthiş bir şey ise aynı şekilde Türkiye gibi bir ülkede Homeros Okuması adlı bir edebiyat etkinliğini 20 yıl sürdürmek, 20 kez şairleri buraya çağırmak ve giderek büyüyen, artan bir ilgiyle bunu adalılarla paylaşmak zannediyorum övgüye değer bir şey. Bunu söylemek bana düşmez ama sevgili dostlarım başlangıçta Manfred Osman Kofman, daha sonraki yıllarda baştan beri Prof.Dr. Cevat Çapan ve Prof. Dr. Rüstem Aslan’ın katkıları ve yardımlarıyla sevgili eşim Bergen’in fedakarlıklarıyla 20 yıla geliyoruz. 20 yaklaşırken şimdiden onun heyecanını sürdürüyorum. Umarım o zamana kadar bu covid koşulları ortadan kalkar, umarım yan yana oturup özgürce şiir okuyabiliriz. Geçen sene 19.sunu yaptık, inat ederek yaptık çünkü Ada’daki bütün festivaller iptal edilmişti, bütün şenlikler iptal edilmişti, caz, tiyatro ve diğerleri ama biz dedik ki bunu mutlaka yapalım çünkü bizim etkinliğimizin ana teması süreklilik, şiirin sürekliliği, edebiyatın sürekliliği, Troya’nın, Tenedos’un, Bozcaada’nın sürekliliği. O yüzden yaptığımız için memnunum, naklen yayınladık Bozcaada’nın mütevazı televizyonundan, Bozcaada Haber’in kanalından. Bu sene 20.ye bütün ozanları çağırmak istiyoruz hayatta olanların, bazıları İlhan Berk gibi, Kemal Özer gibi maalesef artık aramızda değiller, şiirleri geçiyor, şiirleri tabii yaşamaya devam edecek. Böyle bir tasavvurumuz var, bu bizi heyecanlandırıyor. Başka birtakım etkinlikler de olacak ona ek olarak, paralel olarak ve Mutlu Torun dostumuz da umarım gene eskisi gibi bir konser verme ricamızı reddetmeyecektir. Bu arada olumlu gelişmeden söz edeyim, biz genellikle Bozcaada’nın ağır bir tehlike altında olduğu, rant kavgası ve betonlaşma tehlikesi dolaysıyla çok zor günler yaşadığı temasını haklı olarak uzun yıllardır işliyoruz. Bu arada mesela bizim bu Homeros Okuması etkinliğimiz sayesinde kısmen en azından o sayede ama kısmen de Brad Pitt’in oynadığı Troya filminin ve popüler kültürün başka birtakım eserlerinin etkisiyle giderek Homeros ismi daha çok duyulur oldu. Müze müze diyorduk, bekledik yıllarca ve en sonunda o müze yapıldı. Troya’da ören yerinin yanında bir müze yapıldı.
DP: Hem de ne müze!
HŞ: Hem de ne müze! Dünyanın çeşitli yerlerinden insanlar buraya gelecekler. Yepyeni kitaplar çıkıyor, bizim her yaz düzenlenen kitap fuarına gittiğimizde benim en çok övündüğüm şeylerden bir tanesi oradaki yöresel ve turistik tarihi yerlerle ilgili kitapların sayısının giderek artması. Yani bunların da birincisini aşağı yukarı ben yazmış sayılabilirim, Haluk Şahin’in Bozcaada kitabı 2000 yılında çıktı. Sonra başka Bozcaada kitapları da yazıldı, sonra Bozcaada romanları yazılmaya başlandı ama Troya konusunda özellikle Rüstem Aslan 5-6 tane kitap yayınladı son zamanlarda. Çok yakında onu tamamen gezginlerin Bozcaada’yla ilgili anılarını anlatan ‘Tenedos’tan Bozcaada’ya’ adlı bir çeviri kitabı çıkmak üzere, onu heyecanla bekliyoruz. Başka birtakım hazırlıklar da var, Bülent Akgezer’in yazdığı birbirinden değerli, birbirinden güzel kitaplar.
DP: Bülent Akgezer yakın zamanda bir mitoloji sözlüğü çıkartacak mesela.
HŞ: Evet.
DP: Bu yaza yetiştirmeye çalıştığını söylemişti.
HŞ: Fevkalade güzel, bunları bizim yapmamız lazım ve biz bunları yapıyoruz. Bu arada benim Ada romanımı da istersen burada analım.
DP: Lütfen!
HŞ: O da hem Bozcaada’da geçen bir ada hikayesi olması dolayısıyla hem de Troya ve ören yeri konularını da yeniden gündeme getirmesi dolayısıyla. Benim ilk adımda şimdi anılarımı yazmağa gayret ediyorum ama çok uzak olmayan bir gelecekte umarım yazmak istediğim ‘Troya’da O Gece’ adlı bir roman. Doğru dürüst Troya romanı yazılmadı diyordum ya belki kendime pas atıyordum orada çünkü ben de hakikaten doğru dürüst bir Troya romanı yazmak istiyorum. Bunu da şöyle yapmayı istiyorum, benim, senin arşivinde bulunsun, Troya’nın düşüşüyle ilgili en net açık, en iyi bilinen metinler Homeros’a ait değildir Virgil’e aittir. Virgilius’un Aeneid adlı destanı M.Ö. 100.yılda falan yazılmış. Orada anlatılır, yani buradan yola çıkan Troyalılar nasıl Kartaca’ya gittiler? Nasıl daha sonra İtalya’ya geçerek Roma’nın kurulmasına katkıda bulundular. Nasıl Romalılarla Troyalılar aslında kardeşler, aynı soydan geliyorlar falan. Orada Aneas adlı Troyalı cengaver 6.yılında Troya’nın düşmesinden sonra Kartaca'da bir gece etrafın ısrarı üzerine Troya’nın o gece nasıl yandığını anlatır, nasıl düştüğünü anlatır. Kartaca’da yani batıda ve batının bildiği bir hikâye olarak Virgil aracılığıyla ama biliyorsun Troya aslında bir Luvi kenti, Yunanca konuşulmuyor orada Luvice bir Anadolu dili konuşuluyor yani Hititçe konuşuluyor. Benim kahramanım ise Aenas değil yani, o işte bir başkası Hititlerin başkentinde gene aradan 6 yıl geçtikten sonra kaçıp oralara gitmiş. Umumi ısrar üzerine “ben size anlatayım bakın Troya nasıl düştü?” diye anlatıyor ve böylece simetrik bir hikâye yazmak istiyorum. Yani Virgil böyle yazdı işte Anadolu’dan insan da bunu bu şekilde görüyor, yani bu benim mutlaka yapmak istediğim bir şey.
DP: Bir Vilusalı gözünden
HŞ: Evet. Yani Anadolu’nun bakış açısıyla böyle bir projem var sevgili Deniz.
DP: Çok iyi.
HŞ: Tabii bizde projeler bitmiyor, umarım bunu da gerçekleştirebilirim. Şimdi anılarımı yazıyorum, gecikmiş olarak yazıyorum. Gecikmiş derken şunu kastediyorum, benim içinde bulunduğum meslek yani gazetecilik, televizyonculuk ve akademisyenlik, özellikle gazetecilik ve televizyonculuk çok yıpratıcı alanlar. Maalesef arkadaşlarımın pek çoğu hayatı erken tamamladı. Yazacaklarımı doğrulatmak için görgü tanığı bulmakta zorluk çekiyorum. Yani ben İsmail Cem döneminde TRT’de idim, TRT’yi de anlatacağım. Orada birlikte çalıştığım adamların çoğu yok. O bakımdan orada tarihsel bir sorumluluk söz konusu. Ben bunu bir taraftan elbette iyi bir edebi metin olarak kaleme almaya çalışıyorum. Bir taraftan tarihsel de bir sorumluluk var, başka hiç kimsenin görmediği şeyleri ben gördüm orada. Yani hasbelkader tarih beni en ön sıralardan birtakım şeyleri görme şansını bana verdi. Mesela Kıbrıs operasyonu sırasında BBC’nin Panorama programının hemen kısa zamanda metninin Türkçeye çevirisini ben yapmıştım, biz orada montajını yapmıştık, Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Hanım, Deniz Baykal, 3-4 kişi bizim televizyon müdürünün odasına geldiler onu gösterdik orada. Orada Ecevit de nasıl milli kahraman oldu? Başında bir miğferle elinde süngülü tüfekle Bülent Ecevit koşuyor. Böyle bir halk kahramanı halinde Bülent Bey “Rahşan!” dedi ve elini yüzüne kapattı yani mahcup duruma düşmüştü şair Bülent Ecevit birdenbire asker Bülent Ecevit’e dönüştü! İşte bunu yazmak lazım. Tabii bunun gibi başka şeyler de var. Aynı şey tabii İsmail Cem ve diğerleri için de söz konusu.
DP: Bütün bunlar bir araya geldiğinde de başka bir hikâye çıkıyor aslında ortaya.
HŞ: Evet ben şanlıyım, uzun bir medya kariyerim oldu. 1974’te başladım genel müdür danışmanı olarak, ‘Kitaplar ve Düşünceler’ diye bir program yapmaya başladım 74 yılında. Düşünebiliyor musun? Yani pek çok insan, şu anda Türkiye’de yaşayan insanların çoğu o zaman hayatta yoktu. Daha sonra Politika gazetesi Cağaloğlu, Bâb-ı Âli maceramız oldu. Sonra Türkiye’nin en başarılı dergilerinden biri olan Nokta dergisinin genel yönetmenliğini yaptım. O dönemi de hâlâ hatırlayanlar var. Daha sonra Türkiye’nin en başarılı televizyon programı olduğunu söyleyebileceğim Arena programının editörüydüm. O bakımdan hep ilginç ve önemli insanlarla çalıştım. Hep kitlelerin gerçekleri öğrenmesinin demokrasinin vazgeçilmezlerinden biri olduğuna inanarak yaptım. Gazeteciliğe hiçbir zaman ihanet etmemeye çalıştım, onun romantik ve hatta kutsal bir misyon olduğuna inandım. Bizim zamanımızda böyle gazeteciler vardı, şimdi de tek tük vardır ama bizde egemen olan o Uğur Mumcu’suyla, İsmail Cem’iyle ve başkalarıyla biz derdik ki “bizim görevimiz ne pahasına olursa olsun doğruları ortaya çıkarıp bunu halka vermektir”. Çünkü aksi takdirde demokrasi işlemez diye inanırdık. Günün birinde bazı “gazetecilerin” misyonlarını gerçekleri bozmak ve halka tam tersini kabul ettirmek olarak çalıştığını görmek tabii beni çok üzüyor. Bir de hocalık kariyerim var, akademisyen olarak emeritüs profesörü olarak Bilgi Üniversitesi’nden emekli oldum. Hayatımın büyük şanslarından bir tanesi sevgili eşimle beraber Bozcaada’ya geldik 88 yılında ve erdik muradımıza! Sevgili izleyicilerimiz çıksınlar kerevetine.
DP: Müthiş! Gerçekten öyle, anlattıklarınızdan gördüğüm kadarıyla bu sorumluluğu gerçekten yerine getirmeniz gerekiyor. Siz de o sorumluluklarınızı seven insansınız.
HŞ: Yerine getireceğiz, çalışacağız, görevimiz anlatmak.
DP: İlgiyle takip ediyoruz, üretkenliğinize ve çalışkanlığınıza ayrıca hayranız, bunu da ifade etmem gerekiyor. İsterseniz programın son bölümüne geldiğimizi görüyorum, Adamıza tekrar geri dönelim, buradan bakmaya çalışıyoruz bütün dünyaya, buradan bakıyoruz, bulunduğumuz yer burası çünkü bir yandan. Bu çerçevede isterseniz bir durumu özetleyelim. Siz neler hissediyorsunuz, neler görüyorsunuz, neler bekliyorsunuz? Bunu çok merak ediyorum.
HŞ: Tarihe baktığımızda büyük pandemilerin çok ciddi ve önemli değişikliklere yol açtığını görüyoruz. Tabii onun içinde yaşayanlar bunu hemen görmüyorlar ama kuş bakışı olarak tarihe baktığımızda diyoruz ki “ha bak eğer kara veba olmasaydı 14.yüzyılda belki de Rönesans olmayacaktı”. Belki de feodalizm çökmeyecekti gibi uzun vadeli büyük etkiler.
DP: Ama her pandemide insanlar hazırlıksız yakalanıyorlar, bunu neyle açıklayacağız?
HŞ: Evet. Her pandemide insanlar hazırlıksız yakalanıyor çünkü insanlar tarihten öğrenmiyorlar, insanların hafızaları çok kısa ve ne yazık ki insanlar aydınlanma düşünürlerinin temenni ettikleri kadar akıllı ve rasyonel değiller. İnsanları kandırmak çok kolay, hele günümüzün büyük medya gücü ortaya çıktıktan sonra artık gerçeğin nerede olduğu, ne olduğu konusunun kendisi doğrudan doğruya tartışmalı. Yani gerçek parmak kaldırıyor ama kimse ona bakmıyor! Herkes öbür taraftaki gürültüye patırtıya kafalarını çevirmiş durumda. Böyle çok zor bir dönemden geçiyoruz, ben doğrusu pandemiden sonra bir 10-20 için çok iyimser değilim. Çünkü bu pandemi sırasında zorunlu olarak tamamen itaate dayanan bazı diktatoryel yapılar oluştu.
DP: Otoriterlik yükselecek diyorsunuz?
HŞ: Diyorlar, 65 yaşındakiler çıkmayacak bizim gibi işte biz de çıkmıyoruz! Haksız diyoruz ama kendi aramızdan bir 20 kişiyi toplayıp sokağa çıkaramıyoruz. Sokak çıktı devreden! Halbuki sokak her zaman demokrasinin vazgeçilmezlerinden birisi olmuştur, yani onun kaybı çok önemli. Medya zaten kaybedilmiş durumda. Dediğim gibi o kadar bölündü ki izleyici, hangisi doğru söylüyor, hangisi yalan söylüyor? Tamamen bir kakafoniye dönüşmüş durumda. Böyle bir ortamda acaba demokrasi nasıl işleyecek? Bu soruya çok net cevap veremiyorum, çok iyimser de değilim ama bir şeyler kaçınılmaz olarak öğrenilecektir, bunlardan bir tanesi umuyorum doğayla yeni bir sözleşmenin mutlaka yapılmasının zorunluluğu.
DP: Başka çaremiz yok!
HŞ: Başka çaremiz yok çünkü tamam artık tokatları atıyor, bu küresel ısınma onun sonuçlarından bir tanesi, başka bir takım korkunç sonuçları da var. Acaba gereken dersler alınacak mı? Hani o laf var ya, “tarih tekkerrür eder” diyorlar. “Tekerrür etse acaba bütün bunlar yaşanır mıydı yeniden?” diye olaya karamsar olarak bakanlar da var. Bozcaada her zaman tehlikede, yani çünkü çok minicik bir şey! Bence yok olması çok çok kolay! Avşa işte, ben senelerdir hep onu örnek olarak vermişimdir, eğer bakın apartmanlaşmaya izin verirseniz, yapılaşmaya izin verirseniz, bağları sökerseniz, şarapçılığı bitirirseniz ne olur sonra? Denizin ortasında bir ‘bahçelievler sitesi’ olursunuz yani! Yani öyle mi olmalı? Öyle olmasını arzu etmiyoruz. Benim gençliğimde Avşa üniversiteli gençler için ve turistler için çok cazip yerlerden biriydi. Çünkü hâlâ bağlar vardı, hâlâ şarapçılık vardı, hâlâ doğal insanlar ve doğal yapılar vardı. Mutlaka çok dikkatli olmak durumundayız, eleştiri mekanizmalarını daima açık tutmak durumundayız. Senin programların da bu açıdan çok önemli bir kaynak oluşturuyor. Mendirek Dergisi keza yerel medyamız, Bozcaada Haber portalimiz keza. O açıdan şanslıyız.
DP: Üzerinde çok düşünülen, konuşulan, yazılan, çizilen boş bırakılmayan bir alandayız.
HŞ: Gözaltında, uyanık ve sesi yüksek kadınlarımız, Bozcaada böyle bir gayet uyanık bir kamuoyu kesimi var, daha çok kadınlardan oluşan. Hep muhalifmiş gibi görünüyorlar ama öyle olsun! Çünkü uçsuz bucaksız ABD değil burası, burası minicik bir ada, burası mutlaka kendi özelliklerini muhafaza ederek bir bağcılık, şarapçılık, tarih, kültür ve sanat adası olarak kendisini sürdürmesi gerekir. Umarım bunu sağlarız.
DP: Son olarak dinleyicilerimize hangi parçayı dinleteceğiz? Onu da söyleyelim.
HŞ: Sevgili dostum Timur Selçuk vefat etti. TRT yıllarımda ve ondan sonraki yıllarda Timur’la yakın arkadaşlığımız oldu. Unutamadığım anılarımdan bir tanesi bir gece Rumeli Kavağı’nda kafaları çektikten sonra Timur’la beraber arabada yüksek sesle babasının şarkılarını söylediğimiz “Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan” diye bağırdığımız gecedir. Timur çok özel bir insandı, çok zarif bir insandı. Onu elbette unutmayacağız ama bir şarkısıyla ayrılanlar için, ayrıldı ya! Bizi bıraktı gitti! Ne kadar acı olsa maalesef böyle bir gerçekle karşı karşıyayız. Timur’la bitirelim ve ona sevgilerimizi göndermek için bunu da bir fırsat olarak değerlendirelim.
DP: Çok teşekkürler katkınız için, anlattıklarınız için. Yıllardır sizinle yaptığımız her program ayrı bir keyif veriyor, bu da onlardan bir tanesiydi. Umarım daha nicelerini birlikte gerçekleştirebiliriz. Bu hafta program konuğumuz Prof. Dr. Haluk Şahin idi. Haluk abinin Çayır mevkiindeki evinden gerçekleştirdik bu haftaki programı. Tekrar çok teşekkürler.
HŞ: Sağ ol! Seni ben kutlamak istiyorum çünkü çok özel ve önemli bir şey yapıyorsun. Müthiş bir arşiv oluşturuyorsun. Geleceğin araştırmacıları ne kadar şanslı!
DP: Çok teşekkür ederim, var olun! Önümüzdeki hafta salı günü yeni bir Deniz Aşırı programında buluşuncaya dek hoşça kalın!
HŞ: Hoşça kalın!