Dayanışma Kuşağı’nın 24. bölümünde Nehna kolektifinden Anna-Maria Beylunioğlu’yla 6 Şubat günü ve sonrasında yaşadıklarını; deprem sonrası bölgenin kültürel mirası için Nehna’nın sunduğu katkıyı konuşuyoruz.
Söyleşimize meslektaşımız ve dostumuz Özlem Altunok'un bir tarifiyle başlamak istiyorum:"Nehna, 2021 yılında kurulduğunda bir grup Antakyalı Rum Ortodoks’un kentin hafızasını bir websitesi üzerinden çeşitli yazılarla tuttuğu çevrimiçi bir fikir platformuydu. Kendilerine seçtikleri isim sadece cemaatlerini değil, tüm Antakya’yı kapsıyordu. Arapça “biz” anlamına gelen “nehna”nın anlamını sırtlanıp 6 Şubat depreminden sonra bu kapsamın sorumluluğuyla, kentte yıkımın yarattığı sorunları duyurmak ve çözmek için daha etkin biçimde çabalamaya başladılar.
Kentin kültürel hafızasını ritüellerinden mimarisine, doğasından lezzetlerine ne varsa hatırlatmaya; kentin yeniden inşasında Antakyalıların söz sahibi olmasına yönelik etkinliklere uzanan çeşitli çalışmalar yürütüyorlar." Argonotlar'da geçtiğimiz Mayıs ayında “Ma Rehna, Nehna Hon!” başlığıyla yayımlanan Nehna mülakatındandı bu tarif, daha iyisini yapamazdık, alıntıladık...
Anna-Maria, Dayanışma Kuşağı'nda giriş sorumuz sabit. Depremi ilk duyduğunuzda neredeydiniz? Ne hissettiniz?
Ben kızlarımın yanındaydım, genelde sabah 04:00 gibi uyanıyorlar. Ben de uyanmıştım ve tabii ki sosyal medyaya bakma halindeydim. O sırada İskenderun'dan bizim Nehna’nın kurucu üyelerinden Mişel Uyar’dan bir mesaj geldi. “Bir deprem oldu, pek iyi gözükmüyor ama biz iyiyiz” diye. Sosyal medyayı taradığımda Kahramanmaraş merkezli olduğunu gördüm, henüz Antakya'nın ismi yoktu. Eşim Kahramanmaraşlı, o yüzden ben eşimin ailesinin telaşına düştüm. Bir yandan da gelen mesajları okuyordum ama İskenderun'da aşırı yağmur yağdığı için olayın boyutunu ilk etapta anlamamışız. 12 saat sonra Mişel çıkıp şehri gezdiğinde oradaki yıkımın çok ağır olduğunu gördük. Benim depremde kaybettiğimiz büyük kuzenimiz Betül’ü sormak aklıma bile gelmedi. İlk etapta gerçekten Antakya'nın esamesi okunmuyordu ve ben Nehna network'ü üzerinden depremi öğrendim ve ilk öyle yaşadık diyelim İstanbul'da.
Evet aslında Antakya’ya ilişkin pek çok şeyi Nehna’dan öğrendiğimiz bir süreç olduğunu da söyleyebiliriz. Nehna'nın kendini deprem sonrası alanda nasıl konumlandırdığını da özellikle konuşmak istiyorum ama, önce sahada ilk günler ve haftalar nasıl geçti bir onu konuşalım mı? Nehna'nın pozisyonunu belirlerken ilk neler yaşadınız?
Girişte siz de belirttiniz, biz aslında kendi kültürümüzü tanımak, tanıtmak, anlatmak, bir araştırma çabasına girmek için kurulduk. Diğer cemaatleri de kapsamaya çalıştık çünkü beraber yaşıyorduk ama deprem tabii bizi çok farklı bir boyuta taşıdı. Herkes gibi bir arada tutunduk. Öncelikle haber almaya çalıştık. Mişel’den haber geldikten sonra sabaha karşı, işin Antakya'da da etkili olduğu haberi gelince bizden Can Terbiyeli (onun da ailesi İskenderun'da) ve Ketrin Köprü (o da Samandağ’daydı evinin yıkıldığı haberini aldı, babasına ulaşılamıyordu) bir araya gelip arabayla İskenderun'a gittiler. Saat 09:10 gibi tahminen yola çıktılar ve öğleden sonra vardılar. Oraya akşamüstü vardılar. O andan itibaren Antakya'nın da etkilendiğini öğrenince “ne yapabiliriz?” telaşına kapıldık ama gerçekten de elimiz kolumuz bağlıydı. Sosyal medyadan birkaç paylaşım yaptık. Bir yandan benim bir aşçılık tarafım olduğu için bir toplantıya davet edildim. İçinde değişik farklı ilgi alanları olan şeflerin ve özel sektör profesyonellerinin olduğu bir kolektif gruptu bu. Oradaki ana fikir de şuydu: “deprem oldu, gıda krizi yaşanacak. Ne yapılabilir?” Bir aş evi kurma fikri geldi oradan dünya gıda programından olan koordinatör arkadaşlardan Yalçın İnan’ın fikriydi bu da. Tam telefonu kapattım, eve giderim derken dışarıdaydım. Biraz gerçekten çok ağır geldi. Süreç dışarı çıkmıştım Mişel bana dedi ki, “Anna burada (İskenderun'da) iki kilise var, bir tanesi kötü durumda ama diğeri iyi durumda. Buranın mutfağı kullanılabilir. Acaba buradan yemek dağıtımı yapabilir miyiz? Ama bizde insan gücü yok, alet edevat yok, ne yapabilirsin?” deyince şef kolektifi Mişel’le temasa geçirdik. Bir yandan sosyal medyada bir şeyler yaptıkça evet bize enkaz bilgileri, yardım talepleri gelmeye başladı. Bunları sosyal medyayı kullanarak duyurmaya başladık. Ertesi gün şef arkadaşlar İskenderun'a vardılar, Mişel’le temasa geçtiler. Çok hızlı bir şekilde depremin 18. saatinde çorba çıkmaya başladı. Oradan oranın ihtiyaçları oldu. O ihtiyaçları duyurmak için de yine Nehna netwok’ünü kullandık. Tabii ki arkadaşlarımız belli yerlerde arama kurtarma ekiplerindeydi. Bazıları bize yazdılar “size bir enkaz bilgisi gelirse direkt bize iletebilirsin çünkü alandayız” diye. Yani, Nehna’ya sosyal medyadan gelen bilgileri doğru yerlere iletmeyi başardık bu süreçte ve bu tamamen bir sivil güçtü. Bir kurumsallık yok onu söyleyeyim. Bu arada bir başka mutfak Samandağ'da kuruldu. İskenderun ilk giriş noktasıydı ama Samandağ'da gerçekten hiçbir şey gitmiyordu. Oradan ve sosyal medyadan gelen bilgileri (olabildiğince teyitlemeye çalışarak) ilgililere, yetkililere, yetkililerden gelenleri de alanla buluşturmaya çalıştık. Öyle bir pozisyonda bulduk kendimizi.
Deprem sonrası süreç bilgi kirliliği ve sansürle de maalesef epey uğraştığımız bir dönem oldu. Siz adeta sahadan bilginin aktarılması için bir santral işlevi gördünüz. Bu çoğu kıymetli ve tam zamanındaydı. Eminim ki o dönem aslında Nehna’nın yeni bir işlev kazandığı ve tırnak içinde network’ünün de gerçekten işe yaradığı ve genişlediği bir dönem olmuştur.
Bizden deprem sırasında haber alan, varlığımızı fark eden birçok insan oldu. Biz elimizden geldiğince o bölgede ve çevrede temas halinde olduğumuz toplumlar hakkında yazmaya gayret ediyorduk ama tabii ki deprem sonrası bu genişledi. Yani oradaki lisede bir mutfak kurarken, tabii ki amaç bunu Hristiyan toplumuna kurmak olmadı. Kim onun önünden geçiyorsa, kimin ihtiyacı varsa, yesin-içsin, orayı kullansın istedik ki orada gerçekten sevdiklerini kaybetmiş insanlar da orada yemek pişirdiler. Böyle etkileşimli bir süreç haline geldi. Bazen bizim sosyal medyadan çıktığımız bir çağrıya mesela yurt dışından cevaplar da geldi, insanlar topladıkları paraları belli bir noktaya kanalize ettiler hemen. Dolayısıyla birdenbire evet, tanımadığımız insanlarla temas kurduk.
Anna-Maria biraz da senin çalışmalarından, kültürel miras alanına özel katkından bahsedelim. Uzun yıllardır yemek kültürü üzerine çalışıyorsun. “Gastro-diplomasi” terimini ben ilk defa senden duydum. Bu konu hakkında çiziyor ve konuşuyorsun. Şimdi Nehna’nın kültürel mirası kayıt altına alma çabası içerisinde sen nasıl bir katkı sunuyorsun? Antakya mutfağı, mutfak kültürü hakkında çok kıymetli çalışmalara imza attın. Geçtiğimiz aylarda bu alanda dayanışma etkinliklerine de imza attın…
Başladığımız noktaya döneyim. Nehna’da biz kendimizi anlatırken, neyi anlatmak istiyorduk? İşte bizim düğünlerimiz, kendi yemeklerimiz, Arapçayla özdeşleştirdiğimiz şarkılarımız var. Suriye'yle, Lübnan'la etkileşim halinde olan müziklerimiz, yemeklerimiz de var ama Antakya'ya özgü olanlar da var, biz bunları anlatalım diye başlamıştık. Yemek benim için evet, ayrı bir şey. Bunun yemek-toplum-siyaset diye dersini veriyorum çeşitli üniversitelerde. ‘Gastro-diplomasi’ kısmı üstüme yapıştı ama ben biraz daha geniş bir perspektiften alıyorum yemeği. Yemek sadece yemek değil. Hem bizim sosyolojik anlamda birçok karakterimizi, toplumların kimliğini ve kimliklerini okumak için bir araç hem de, bir coğrafyayı ve siyaseti anlamak için bir araç. Bugün devletler arası iletişimde de o yemek sofraları kuruluyor ve bu tesadüfi değil.
Ben İstanbul'da yaşayan bir Antakyalıyım. Babam hem Samandağlı hem İskenderunlu ve ben Mersin'de, yani diasporada büyüdüm diyebiliriz. Benim kendi kimliğimi yaşamada en önemli aracım yemekti. Doktoramı aldığım alan Türkiye'deki azınlıklar ve din özgürlüğü üzerindeydi ama Nehna’ya ilk başladığımızda, “Ben artık bu alanda yazmayayım, yemek alanında üretim yapayım çünkü beni artık heyecanlandıran şey bu,” demiştim. Gerçekten de Antakya insanının kimliğini oluştururken yemeği konumlandırdığı yeri farklı buluyorum. Belki kendimi derslerde eleştirdiğim ‘yemek milliyetçisi’ pozisyonunda bulacağım ama bunu maalesef böyle kurmak zorundayım, çünkü öyle hissediyorum ve herkesten af diliyorum bu konuda.
Bir anekdot aktarayım size. Bunu henüz bir yerde yayınlamadım, Nehna’da da çıkmadı henüz. Bir araştırma için konuştuğum bir depremzede depremde oğlunu ve kocasını enkaz altından kanlar içinde çıkarıyor, artık nefesleri kesilmiş haldeyken. Enkazdan çıkıp yan eve geçiyorlar. Şöyle dedi bana; “Anna önce bir kahve yaptık kendimize.” Sonra durdu ve ekledi, “Biz niye kahve yaptık o anda bilmiyorum, ama ihtiyacımız vardı.” Süvari kahve yapmışlar o deprem anındaki koşullarda. Böyle bir ilişkimiz var yemekle, lezzetle. Yaşamamız için bir araç bunlar. Dolayısıyla yemek kültürü Nehna’da olmazsa olmazdı. Bu tabii ki sadece yemek tarifi değil, artık biz şehrin hafızasının kaybolmasından bahsediyoruz ve açıkçası bu yemeklerin de kaybolacağından korkuyoruz.
Bu anekdotta şunu da görüyoruz sanki; yeme-içme hem ‘günlük hayatın’, günlük rutinin yürütücüsü, hem de insanların kendi toprağıyla ve çevresiyle olan ilişkilerinin bir başka tezahürü. Belki kendilerini yeniden orada ve mevcut hissetmek için o kahveyi yapmışlardır?
Ben derslerde de anlatıyorum, yemekle kurduğumuz o ‘milli’ ilişki - ‘milli’ diyoruz ama bu ‘coğrafi’, ‘yerel’ ilişkinin yani kimlik ilişkisinin temelinde toprak var çünkü. O topraklardan çoğunlukla elde ettiğiniz ürünler ya da oranın emeğiyle yaptığınız ürünler, sizi oraya bağlayan şey ve belki evet kendine gelmek için biraz daha toprağa yaklaşmak gerekiyordu. Tabii bunun bilinçsiz yapıldığını düşünüyorum ama bir tür alt bilinç bu.
Nehna’nın yayıncılık faaliyetini biraz daha geniş bir perspektifle konuşalım şimdi. Yayınlarınız bir müddettir çekirdek ekibin de dışına taştı ve kültürel mirasın kayıt altına alınması için neredeyse bir tür seferberlik haline dönüştü gibi.
Aslında ana ekibimizi koruyoruz. Deprem sırasında gene bizim kendi toplumumuzdan bize ulaşanlar oldu. Böylece çekirdek ekibimizi birazcık genişlettik ama esas kurumsal olarak gelişiyoruz. Deprem öncesine kadar gönüllü yapıyorduk bu işi, gönüllü olarak yazılar yazıyorduk ama zamanımız yetmiyordu, hepimizin bir hayat meşgalesi de var. ‘Biz bunu, farklı bir şeye evirelim, bir proje yazalım ve Nehna'yı yaşatalım’ gibi bir niyetimiz vardı. Şubat-Mart gibi de bir proje yazmak niyetimiz vardı. Şubat’ta deprem oldu. Tabii ki farklı bir yöne evrildik, Nehna’yıi yaşatmanın ötesinde, Antakya için ne yapabiliriz diye düşünüp bir dijital hafıza mekanı yaratma projesi geliştirdik ve bu ayın sonunda devreye girecek. Onun da haberini vermiş olayım. Herkesin girip kendi resimlerini ve hafızasını yüklenebileceği büyük bir proje geliyor. Nehna'da şimdi daha çok bunun hazırlığı içindeyiz. Bunun için bir proje başvurusu yaptık ama bunu yaparken de Nehna’yı nasıl sürdürülebilir kalırız kaygımız da var. Benim en büyük kaygım şuydu; hem değerli akademisyenlerden, hem de Antakyalı ya da Antakya’yı seven insanlardan çok güzel yazılar geliyordu. Bu yazılar çok kaliteli yazılardı ve biz bunlara herhangi bir emeğin karşılığını veremiyorduk. Tabii ki kimse bizden bunun karşılığını beklemiyordu, bunu biliyorduk ama içimize sinmiyordu. Şimdi bu proje kapsamında telif verebileceğiz. Yeni bir döneme geçtik Nehna’da. Öncesinde, kendi toplumumuzu ve temas ettiğimiz diğer toplumların kültürlerini anlatma gibi bir derdimiz vardı ama bu önümüzdeki bir sene içerisinde hedefimiz, bu çerçevede depremi konu etmek, depremi gündemde tutmak olacak. Tabii ki kültüre dair yazılar da olacak ama ana amacımız depremi unutmamak yani tabii ki hatırlamak. Depremin tehlikelerini yani Antakya'ya dair tehlikeleri anlatan analiz yazıları, görüş yazıları da olacak. Kendi toplumumuzu anlamaya, anlatmaya devam ederek tabii ki.
Evet, kültürel mirası en başından beri vurguluyoruz ama deprem sonrası yeniden inşa süreci transparan olmaktan oldukça uzak. Geçtiğimiz haftalarda Ortodoks kilisesinin yıkıldığını da içimiz yanarak izledik. Bir yandan bunun da yakından takibi gibi bir işlevi de sürdürecek diye düşünüyorum Nehna?
Başından beri bunu yapmaya çalıştık. Depremin ilk günlerindeki o hengamede bir yandan da bir baktık ki bir kiliseyi tescili olmadığı için yıkıyorlar. Yıkım kararı alınmış ve bölgedeki insanlara da denmiş ki, “Siz çok şanslısınız çünkü tescil yok. Yıkıp yapıyı yeniden yapabilirsiniz.” Evet ama bir kültürel miras söz konusu burada! Biz bunu duyurabildik ve o yıkımı engelleyebildik. Şu anda da evet Antakya Kilisesi'nin duvarları ama aslında giden insanların hafızası, oradaki çocukluk anıları, Paskalya’daki anıları… Daha somut bir şey söyleyeyim; kiliseye ait bütün fotoğraflar gitti. Kilisede öyle bir fotoğraf arşivi vardı ve onlarla birlikte o da çöpe atıldı. Başka türlü olamaz mıydı? Ben uzman değilim ama eminim bu işin uzmanları da bunun farkında. 1966 yılındaki selden sonra kütüphanedeki kitaplar teker teker nehirden toplanmış. Bunlar ıslandı gitti deyip atılmamış çöpe ve şu an yapılan da bu. Bunu görünce biz değerli Antakyamızı maalesef Nehna’nın gönüllü gücüne rağmen de koruyamamanın üzüntüsünü yaşıyoruz. Ama tabii ki böyle geri adım atıp oturup, dışarıdan seyretmek de bize ağır geliyor. Elimizden de bu geliyor. İşte, bu gündemi de canlı tutmak gerek. Burada bir kötü niyet art niyet, herhangi bir şey yok. Biz şehrimizi korumak için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Umarım işe yarıyordur, umarım yarar. Ben Nehna ekibi içindeki olumsuz insanlardan biriyim. Bence biz akıntıya kürek çekiyoruz ama ufacık bir iz bile bırakabiliyorsak başarıdır.