Bekir Ağırdır’la deprem bölgelerinde hızla örgütlenen dayanışma ve afetin ardından yaşananlar üzerine konuşuyoruz.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Günaydın Bekir Ağırdır, merhabalar!
Bekir Ağırdır: Günaydın, iyi yayınlar.
Özdeş Özbay: Günaydın!
Ö.M.: Son derece ağır bir ortamda, her boyutuyla ağır bir ortamda yaşamaya devam ediyoruz. Görünen o ki biraz daha devam edeceğiz. Sen son yazılarından birinde “felaketleri bile siyasi çekişme konusu haline getirdik, ortak yas tutamıyoruz. Ortak ufku kaybetmiş olmamız da asıl başarısızlığımız” diyorsun ama bir yandan da yükselen bir öfke ve onun etrafında kendiliğinden meydana gelen bir örgütlenme görülüyor. Özellikle Maraş’ta ve deprem bölgelerinin bütünündeki 10 ilde ikisinin arasında bir yerdeyiz. Bunu nasıl değerlendireceğiz?
B.A.: İşte tam “yeni bir söz lazım”ın gerekliliğini bir kere daha anladığımız zamanlar bunlar. Ben tabii yalnızca deprem, ânın, günün ağırlığı, çaresizliği, öfkesine değil, biraz daha geniş perspektiften pandemi ve pandemiye eşlik eden ekonomik kriz ve deprem olmak üzere son üç yılın ürettiği travmaya bir arada bakmak gerektiğini düşünüyorum. Gördüğümüz şey, evet Türkiye ve ne yazık ki ülkeyi yönetenler ve yönetmeye talip olanlar hep beraber felaketleri bile ayrıştırarak siyasi malzeme yapmış durumda. Siyasetçilerin ya da ülkeyi yönetenlerin cümlelerine baktığımızda acıyı ve yası bile ortak yaşayamıyoruz. Bir yandan da bir kez daha gördük ki bu toprakların insanları dayanışmayı biliyorlar, her şeye rağmen dayanışmadan kaçınmıyorlar. Bütün bu melanetin, ben pandemiden sonra da hep bu kelimeyi kullanmaya çalışmıştım yani o melanet nedeniyle sadece pandemide 200 binden fazla insan kaybettik. Şimdi depremde kaybettiklerimizin tam sayısını bilmiyoruz ama oldukça yüksek bir sayı olacağını tahmin etmek zor değil. Bütün bu melanetlerin yanı sıra bugün biraz olumlu tarafından da bakmak mümkün, acımızı, yasımızı, ağıtımızı içimize döküp toplumun önünde en azından o siyasetçiler gibi davranmadan, başka şeyler söylemek mümkün. Oradan baktığım zaman gördüğüm şeyse müthiş bir dayanışma arzusu. Pandemiden beri bu gözlediğimiz bir şeydi ve bu konuda sıkça yazmıştım. Dayanışma arzusu özellikle kimliklere sıkışmışlığı, kültürel kimliklerin o ağır ruhsal ve zihni ambargosunu aşma yolunda bir fırsat alanı açıyordu topluma, toplumun önüne. Birincisi empati meselesi; hem kendi hayatımıza hem de kendimizin dışındaki hayatlara özen gösterme meselesi çok hayati. Orada da ciddi bir yükseliş var. Bütün bu enerjiyi, duyguları doğru koordine edemiyor olabiliriz şu anda. Siyasetçilerin kimliklere teslim olmuş, güç, akıl, ruh ve dillerine yapışmış o kötücüllüğün kenarını sıyırıp baktığımız zaman toplumdaki bu enerjiyi nasıl organize edeceğimiz, nasıl kurumsallaştıracağımız gibi önemli bir sorun var önümüzdeki dönem için. Ama bütün bunları aşabilmek için hâlâ aynı noktadayım ben, ortak bir ufka bakmaya, ortak kadere inanmaya, diğerlerinin de bizimle beraber ortak yaşamı, onurlu yaşamı savunacakları bir siyasete, bir dile ihtiyaç var. Yani hep beraber toplumun bu öfkesini ya da her birimizin bu çaresizliğe karşı duyduğu kızgınlığı, öfkeyi anlamak mümkün, doğru da ama hiç olmazsa kamuoyu önünde konuşan, yazan, çizen insanlar olarak biraz daha serinkanlı davranmaya ihtiyacımızın olduğu bir dönemdeyiz sanıyorum. Türkiye sivil toplumu, bütün suçlamalara, hâlâ şu anda bile depremdeki bütün organizasyonları kötü bir dille, kötücül amaçları varmış gibi göstermelere, etiketlemelere, deftere not etmelere rağmen hiç vazgeçmedi, insanlar yardımlaşmaktan, oralara gidip katkıda bulunmaya çalışmaktan, organize olmaktan vazgeçmediler. Devletin doğru koordinasyon mahareti olabilseydi en azından birkaç canı ya da 10 bin canı daha kurtarabileceğimiz bir enerjiye dönüşebilirdi bu. Kaldı ki problem de bitmiş değil, yani hâlâ kıştayız, hâlâ o insanların hayatları, ölümlerden sonra geride kalanların hayatları meselemiz var. Oralarda yeniden hayatı organize etmek, doğru kurgulamak meselemiz var ve hâlâ da hiçbir şey için geç değil. Onun için inatla, ısrarla, hayat için bu memleketin insanları ve bu memleketin geleceği için uğraşmaktan, yeni sözler, yeni diller aramaktan vazgeçmememiz gerekiyor. Bütün umudumuz vazgeçmeme direncimizde.
Ö.M.: Alandan çeşitli mülakatların, sahadan gelen gazeteci ya da yardım götüren gönüllü arkadaşların bize yansıttıklarıyla tekrar 1999’daki gibi Açık Radyo’nun akışını değiştirdik, biliyorsunuzdur.
İzlenimimiz öfkenin yükseldiği ama bununla birlikte çok ciddi bir dayanışma ve empati dalgasının da devam etmekte olduğu yolunda, yani senin söylediğini doğrular nitelikte pek çok bilgi alıyoruz. Faik Bulut’un BM raporunu inceleyerek afet ve krizlerde yerel güçlerle işbirliği ve toplumsal yapılanma meselesine baktığı ilginç bir yazısı vardı Independent Türkçe’de. Yazıda çok eski depremleri, örneğin 1906 San Francisco depremini ve 1923’te Tokyo’da meydana gelen depremi ele alarak aslolanın afet tecrübelerinden hakkıyla yararlanıp bunlardan bir şeyler öğrenip öğrenemediğimiz ve buradan örgütlü bir güç çıkarıp çıkaramadığımız olduğunu söylüyor. Maddiyata dayanmayan toplumsal bir sistemi nasıl kurabileceğimiz üzerine de kafa yoruyor. Ne diyorsun buna?
B.A.: Çok doğru, yüzde 100 katılıyorum yani buradaki meselemiz şu: Bu coğrafya bir bakıma kontrol edemeyeceğimiz deprem gibi, iklim değişikliği gibi felaketlere açık bir coğrafya her şeyden önce. Tarihimiz boyunca bunların çok örneği var. Buna karşı ayakta durabilmenin yolu; toplumdaki dayanışmayı yükseltmek -aynı zamanda bunu kurumsal maharet haline getirmekten kastım da o-, örgütlü bir toplum olmak ve kendi örgütleri üzerinden, kendi örgütlenişleri, gönüllülüğü, enerjisi üzerinden bir şeyleri değiştirmek ya da bir şeyleri yeniden inşa etmek çabalamak gerekiyor. Bugün 10 ildeki depremi konuşuyoruz, geçen sene Karadeniz’deki, Kastamonu ve Giresun’daki selleri konuşuyorduk, bir önceki yıl İzmir’deki, Muğla’daki orman yangınlarını konuşuyorduk. Sürekli felaketlerle karşı karşıyayız ve bunlar kaçınılmaz. Dolayısıyla bizim yerellerden illa ki merkezi örgütlerle, -şimdi hükümet de bunu dayatmaya çalışıyor- bir merkezde örgütlenme üzerinden değil, yerellerde, yerellerin farklı problemlerine karşı farklı maharetlerini örgütleyebilmenin yolunu bulmamız lazım. Sorunumuz şurada başlıyor ki Türkiye topraklarında bu memleketin toplumsal belleğinde ve tarihinde örgüt kelimesini, örgütlenmeyi o kadar olumsuz bir tınıya çevirdik ki “örgüt” kelimesini kullandığımız zaman herhangi bir dinleyicimizin bile ilk anda aklına gelen şey nedir? Bunu devlet ve 12 Eylül’ün generalleri, daha sonra bütün siyasetçiler yaptı. Sonuçta Türkiye’de örgütlenmek dediğiniz zaman bu hemen bir yıkıcı faaliyet gibi anlaşılıyor.
Ö.M.: Hatta terörle ilişkilendiriliyor, değil mi? Terör örgütü gibi düşünülüyor.
B.A.: Evet. Bunun ürettiği bir direnç vardı toplumsal bellekte ama bugün bunu pandemiden beri ya da özellikle iklim değişikliği konusunda, toplumsal cinsiyet eşitliği meselesinde, adaletsizlik ve yoksulluğun kalıcılaşması meselesinde ve şimdi de depremde bir kez daha gördük ki toplumdaki farkındalık artık bu konudaki o toplumsal belleğe dair psikolojik direnç eşiğini aşıyor. Çünkü iyi örnekler, sivil toplum bir yandan başarı biriktiriyor, başarısız örnekler de olabilir ama esas itibariyle sivil toplum Türkiye’de başarı biriktiriyor, birçok örneğimiz var. Hele böyle deprem gibi büyük felaketlerde ulusal ölçekte büyük başarılar var ama çoğu zaman gözümüzden kaçan yerel ölçeklerde de büyük başarılar var. Somut meseleler üzerinden yani kimlikleri aşan, kutuplaşmaları aşan, siyasi gerilimleri aşan bir yerden yerelin gerçek sorununu çözme hedefli bir örgütlenme, herkese bütün o kimliklerin, kutuplaşmaların içine girmiş ya da aklını, ruhunu o kutuplaşmalara esir etmiş insanların bile hayatına değen bir yerden başarı üretmek önümüze bir fırsat alanı açıyor. 99 Marmara depremi de aslında Türkiye’de gönüllü sivil toplumun sahneye bu kadar güçlü biçimde çıktığı ilk felaket olmuştu. Ondan sonra toplumdaki o heyecan, siyasi hayatımıza da yansıyan değişim talebi ve arzusu hep sivil toplumun katkısıyla, hatta enerjisi ve öncülüğüyle gelişmişti. Sonra Türkiye tabii Gezi’den beri özellikle bu iktidarın da tercih ettiği bir biçimde yeniden eski kodlarına geri döndü, devlet, örgüt meselesini ya da sivil toplumu kendinden yana olanlar ve olmayanlar diye ayrıştırmaya başladı. Şimdi hükümetin çabalarına, partizanlığına, partizanca bakışlarına ve siyasi alanı ya da sivil alanı daraltma çabalarına karşı bile pandemi ve pandeminin ardından bu deprem meselesi sivil toplumun bir kez daha fırsatının ya da maharetinin, biriktirdiği enerjinin ne işlere yarayabileceğini topluma, sade bireye gösteriyor. Onun için önümüzdeki döneme baktığımızda yani depremden sonra diyelim 6 ay sonra yaralarımızı bir miktar sardığımız ya da acılarımız bir miktar daha kabuk bağlamaya başladığı dönem başladığında göreceğiz ki toplumdaki o dayanışma arzusu ve sivil toplumun enerjisi önümüzde yeni fırsat alanları açacak. Gerçekten buna ihtiyacımız var ayrıca.
Sivil toplum çok başarılı bir sınav verdi
B.A.: Eğer Türkiye, -temel siyasete getirmek istemiyorum konuyu böyle bir dönemde bile ama partizanlık üzerinden konuşmaktan başka şeylere ihtiyacımız var- eninde sonunda bu seçimleri ve seçimlerin ardından yeniyi inşa etmek durumunda kalacak. O tartışmayı bireysel düzeyde değil, örgütlü bir toplum olarak yapabilmek hem başarmamız için önkoşul hem de de gerçekten o ortak ufku inşa edebilmek, yeni bir sözü beraberce yazabilmek için önkoşul. O yüzden sivil toplumun ben bu kez de çok başarılı bir sınav verdiğini düşünüyorum.
Ö.M.: Halk TV yayınında bir açıklama yaptı Sırrı Süreyya Önder, Adıyaman’daki meselelere, depremlerde yıkıma uğrayan ildeki çadır ihtiyacına ve tuvalet sorununa dikkat çekiyor. İktidara da tepki göstermiş ama senin de söylediğin, siyasetin dışındaki önemli bir gelişmeyi vurguluyor. “Örnek olması bakımından söylüyorum, burada bir baş yok yani herkes yatkın olduğu şeyin ucundan tutarak büyük bir imeceyle ve pratik çözümlerle yakınmak yerine yaratıcı çözümler bularak elbirliğiyle muazzam bir dayanışma içinde.” Özellikle de kuruma ait alanı TTB’nin muayene ve ilk müdahaleyi yaptığı bir alana dönüştürdüklerini söylüyor. “Gerekli tüm gereçler burada var” diyor, kentte devlet desteğini göremediklerini aktarıyor ama “buraya gelmeyen gönüllü kalmadı” diyor. “Tokat’tan tutun Trabzon’a, Rize’den tut Edirne’ye kadar buraya gelmeyen genç, gönüllü kurum kalmadı, hepsine müteşekkiriz, içinde sofusu da var, ülkücüsü de var, HDP’lisi de var, CHP’lisi de var. Müdahale olmadığı zaman nasıl bir imece, nasıl bir dayanışma ruhunun yükselebileceğine dair umut verecek insanı kıvandıracak en önemli duygu” diyor ama “belediye yok” diyor mesela.
B.A.: Evet, gerçekten Sırrı’nın da işaret ettiği gibi önümüzde görüyoruz ki bu enerji bu toplumda var, bu topraklarda var, bu enerjiyi sadece felaket anlarında değil, yeniyi inşa etmek anlamında nasıl seferber kılabiliriz, bunu düşünmemiz lazım. Bunun ben Türkiye’nin geleceği için müthiş bir fırsat alanı açtığını düşünüyorum, şu anda acı ve yas ânında geleceği düşünmek belki biraz zor ama sivil toplum bir kez daha kendini gerçekten ispatladı diye düşünüyorum. Toplum da bütün bunları kaydediyor, toplumsal bellek de kaydediyor yani bundan sonra yine elbette birçok hataları, benzer hataları yapmaya, yanlış yerlerde yapılaşmalara izin vermeye devam edebiliriz, siyasi otoriteler yarın veya bugünkü iktidar ya da yarın iktidar olacaklar aynı yanlış tercihlerde, bilim dışı tercihlerde bulunabilirler ama her seferinde her felaketin de öğrettikleri var bu toprakların insanlarına. Mesele o insanlardaki, sade bireylerdeki o farkındalık artışı çünkü o farkındalık ve bilinçlenme meselesi iklim değişikliğine karşı da var, toplumsal cinsiyet eşitliği meselesinde de var örneğin. O yüzden -şimdiye kadar sivil toplumcu arkadaşlar için söyleyeyim, çalışmalar daha çok yapılan projeler konusunda farkındalık yükseltmek, farkındalık üretmek üzerine kurgulanıyordu ağırlıklı olarak- bugün artık ihtiyacımız olan şey, farkındalığı yükseltmekten daha çok belki de aslında o farkındalığı, yükselen farkındalığı, bireysel zihinlerde yükselen o farkındalığı örgütlü bir gayrete çevirmek.
Özdeş Özbay: Ben de bir şey söylemek istiyorum, bu depremin hemen ardından tabii ki özellikle İstanbul çevresinde, orada da tabii bizde de büyük bir deprem beklentisi var ama diğer şehirlerde, İzmir’de de vs. odalara binlerce telefon yağmış, “Benim apartmanım sağlam mı? Bunu nasıl kontrol edebilirim? Ne yapabilirim?” diye. Şimdi 20 yıllık bir iktidar var, onun dışında bir dizi büyükşehir belediyesi de muhalefet partilerinde. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu biliyorsunuz, bir müteahhit yanlış hatırlamıyorsam? Böyle bir durumdayız ve binaların kontrolü sırasında ya da kentsel dönüşümlerde iktidarın da muhalefetin de sorunları var. Yani devlet ve müteahhit şirketleri odaklı bir dönüşüm yaşanıyor genelde.
Şunu gördük aslında buradaki dayanışma faaliyetlerinde, bütün mahalleler deprem dayanışmalarına sanki ihtiyaç var gibi şimdiden kurulmaya hazırlar. Gezi’den sonra böyle mahallelere, ilçelere yayılan mahalle dayanışmaları vardı; hem yerel mahallelerdeki, ilçelerdeki sorunlara çözüm bulmaya çalışan ama politika da yapan böyle dayanışmalar söz konusuydu. Bu tarz sivil yapılanmalara, insanların kendi binalarını kontrolünden bunu ne şekilde dönüştürebileceklerine kadar bütün süreçlere müdahil olabileceği bu tarz mahalle örgütlenmelerine artık ihtiyaç var diye düşünüyorum açıkçası.
Yeni sözler söylemenin zamanı
B.A.: Tümüyle katılıyorum, bir kere bütün dünyada da Türkiye’de de sadece şu iktidar bu iktidar meselesinden öte temsili demokrasinin krizi aslında karşılaştığımız problemlerin çok büyük kısmı. Bunu aşmanın yolu katılımcılığı inşa etmek, peki katılımcılığı nasıl inşa edeceğiz? Yani herkesin koltuklarından bireysel olarak diyelim o parktaki bankların rengini oylaması katılımcılık değil ki. Asıl mesele örgütlü bir biçimde kendimize dair, doğrudan kendimizi ilgilendiren kararlara katılabilme süreçlerini inşa etmek. Bunun da yolu en küçük birimlerden başlamak, Türkiye için en küçük idari birim mahalle ve köy. Buna ben ya da bir zamanlar benim de kurucularından olduğum Demokratik Cumhuriyet Programı’nda geliştirdiğimiz modelle yerinden yönetim diyorum. Yerinden yönetimin temel prensibi, her kesimin bulunduğu mahallede ve sadece o mahalleyi ilgilendiren kararları o mahallenin insanlarının alabileceği bir idari düzene, yönetim düzenine geçebilmek. Ama bunun yolu da demin dediğim gibi sadece elimizdeki akıllı telefonlarla “evet/hayır”ları saymak değil. Asıl meselemiz müzakere edebilmek, konuşabilmek, birbirimize ihtiyaç ve taleplerimizi dillendirebilmek, bunları duyabilmek ya da şimdi olduğu gibi acılarımızı, yaslarımızı, kayıplarımızı hissedebilmek beraberce. Bunun da yolu, en küçük birimlerden başlayarak örgütlenmek ve en küçük birimlerden olmak üzere hepimizin o örgütler üzerinden müzakere süreçlerine katılabilmesi. Bu teorik olarak böyle ama pratiği tabii ki öyle çalışmıyor. Türkiye’de buna benzer birtakım örnekler, işte 99 Marmara depreminden sonra, Gezi’den sonra senin de hatırlattığın gibi mahalle dayanışmalarıyla mümkün oldu ama devlet ve hükümet bu tür örgütlenmeleri kendine muhalif olarak gördüğü için hep sınırlar çekti, bunları kısıtlamaya çalıştı. Şimdi bir kez daha bu deprem, bu felaket gösterdi ki her an bu tür felaketlere müdahale için bile örgütlenmeye, dayanışmaya, örgütlemeye ihtiyacımız var. Dolayısıyla bizim önümüzdeki problem dayanışmayı örgütlemekten daha çok bu örgütlenmelerin hak temelli olmasını sağlamak. Yani bugün bile Türkiye’de işte 100 binin üzerinde dernek ve vakıf varsa bunların neredeyse %85-90 dayanışma temelli örgütlenmeler, hak temelli olanları çok düşük çünkü devlet bunların hak temelli olmasını istemiyor. Bir yandan da örgütlenmeyi bilen insanların, örgütlenmenin faydasını deneyimlemiş insanların yarın başka konularda da hak temelli örgütlenmeler için gayret edeceklerini bekleyebiliriz. Buradaki mesele hem yasal düzenin hem de ülkeyi yöneten iktidarların bundan bir fayda sağlayacaklarını ve bunun gereklilik hatta zorunluluk olduğunu anlamaları gerekiyor. Kimi coğrafyasında deprem, kimi coğrafyasında sel ve kimi coğrafyasında orman yangını gibi felaketlerin ya da farklı sorunların yaşandığı Türkiye gibi bir ülke tek tipli çözümler, AFAD gibi tek bir merkezi örgütlenme ya da tek bir idari organizasyon içinden yönetilemez, istesek de yönetilemez zaten, pratik olarak da yönetilemez. Nitekim bu felakette de bir kere daha gördük AFAD’ın kapasitesinin, maharetinin ne olduğunu yada olmadığını, yani bilim dışılık, partizanlık ya da başka problemleri de vardı ama bütün bunlar olmasaydı bile böylesine büyük bir felakette bu kadar çok ilin, ilçenin, kasabanın, köyün etkilendiği bir felakette tek bir merkezden koordinasyonun mümkün olmadığını da gördük. Böylesine dağınık bir yapılanmaya ve herkesin kendi yerelinde kendi yerel sorunları ve kendini ilgilendiren sorunları için karar alma süreçlerine katılabileceği yeni bir düzen, yeni bir katılımcı demokrasi inşa etme meselesiyle karşı karşıyayız. Bu depremden önce de böyleydi, şimdi bir kez daha bunun şiddetli bir ihtiyaç ve hatta kaçınılmaz olduğunu deneyimlemiş olduk. Gerisi toplumun yapabileceğini aşıyor, toplum acılarını da bağrına basıyor, katlanıyor bir sürü şeye, belki başka da çaresi yok ama bundan sonrası biraz da siyasetçilerden başlayarak bilim dünyasının ve STK’ların işi. Yani mesele “neleri başardık?’” övünmesinden de öte bütün bu deneyimden ne kazandığımızı kurumsallaştırabilmek. Önce bilgiyi, bütün bu deneyimi, yaşananları kayda geçirmek ve o kayıtlardan yararlanarak buradan yeni teoriler, modeller, yeni açıklamalar, yeni olması gerekenlere dair yeni bilgiler ve tartışmalar üretmek gerekiyor. Eğer tartışmaları yalnız ve yalnız hükümete kızgınlığımıza kilitlersek bu bilgiyi, bu deneyimi, bu yaşanmışlığı, bu duygu birikimini, bu gayret birikimini heba ederiz. Onun için daha soğukkanlı bir yerden en azından sivil toplumun, kanaat önderlerinin, bilim dünyasının, akademik dünyanın biraz daha serinkanlı bir yerden şimdi bir sonraki felakette böyle bir örgütlenmenin nasıl olması gerektiğine dair dünya çapında örnek olacak yeni teoriler, yeni bilgiler üretmesi, yeni sözler söylemesi zamanı.
Ö.M.: Bitirirken bir şey daha sormak istiyorum ben. Her zaman aklımda olan, daha doğrusu hiç aklımdan çıkmayan soru, medyanın yani gerçek haberlerin iletilmesi konusu. Yalan haberlerle toplumda kışkırtmalara ve çok ciddi tehlikelere de yol açabilecek şeylerin medyada yer aldığını takip ediyoruz. Bunu nasıl halletmek gerekir? Çünkü çok sayıda olumsuz rol oynayan medya organı görüyoruz televizyonlarda, gazetelerde ve radyolarda.
B.A: Evet bireysel düzeyde de kurumsal düzeyde de medyada, sosyal medyada, bir kere hem panik üreten hem gerçek dışı olan birçok hakikat dışı haberle ve bilgiyle karşılaşıyoruz. İlk andaki panik de biraz oradan büyüyor belki. Genellikle bütün dünyada da bizde de hükümetler ve siyasi karar organları o yanlış haberleri gerekçe yaparak bütün bir haber, bilgi ve deneyimi engellemek yolunda adım atıyorlar. Burada da yaşadık benzer şeyleri, yine çılgınca paniklere gark olacağımız haberlerle de karşılaştık. Ben kendi adıma neredeyse 100 haber okuduysam bunların yarısının sonradan teyit edilmeye ihtiyacı olduğunu fark ederim. Tabii hemen ilk anda da fark ettiklerimiz vardır, o anda inanıp sonradan keşfettiklerimiz de olur. Burada iki ayrı katmanda iki ayrı iş yapmamız lazım, bir yandan evet hâlâ medyanın, sosyal medyanın dünyada da bizde de etik kurallarının doğru dürüst, katılımcı şekilde kurumsallaşmasının, -buna kalite standartlarını koymak da düzenlemek de dahil- eksikliği var. Çünkü sadece kısıtlama ve siyasi hedefler için düzenlemeler yapılıyor; halbuki bu alanı organize etmeye, oradaki standartları belirlemeye ihtiyaç var. İkincisi de yine sivil toplumdan, sivil bireylerden organize edebileceğimiz teyit.org gibi herhangi bir bilgiyi ya da haberi teyit etmek üzerine yine yurttaş gazeteciliğine ve bireylere yaslanan, yeni etik kuralları yazmaya çalışan bir çabaya ihtiyaç duyuyoruz. O etik kurallar elbette tek başına bir kurumun ya da üç kişinin bir araya gelip yazacağı kurallar olamaz, bunların geçerli olabilmesi için çok geniş katılımlı bir tartışmanın yürütülmesi lazım. Bence önümüzdeki dönemde bütün bu deprem sürecinde bu kadar gayrete gelmiş sivil toplumun koordineli bir biçimde yeni etik kuralları belirlemek, bunların yürütülmesini, geçerli kılınmasını sağlamak için de ne tür izleme prosedürleri gerektiğine dair kafa yorması gerekiyor. Sivil toplum yapıcı ve yeniyi inşa edici bir rol fırsatı yakaladı, bunu kullanmalıyız diye düşünüyorum ben.
Ö.M.: Evet, çok önemli bir eşikteyiz, program da bitiyor, süremizin sonuna geldik ama tam bu sabah gelen bir haber bu konuda ciddi tehlikeler olduğunu gösteriyor. The Guardian gazetesindeki bir haber, büyük bir “hacking” ve dezenformasyon takımının 33 ülkenin başkanlık seçimlerine müdahil olduğunu, yalan haberlerle “hacking” yaptığını, bunun başında da bir İsrail kuruluşunun olduğunu yazıyordu.
Ö.Ö.: Yazılım şirketinin çalışanı.
Ö.M.: Evet.
B.A.: Yani önümüzde ciddi ödevler var, öyle diyebiliriz.