Bekir Ağırdır, Ortak Yaşam Ağı'nın kuruluş deklarasyonunu değerlendirdi.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Günaydın Bekir, merhabalar!
Bekir Ağırdır: Merhaba, günaydın!
Özdeş Özbay: Merhabalar, günaydın!
Ö.M.: Dünkü toplantıda da görüşme fırsatı bulmuştuk. Ortak Yaşam Ağı’nın (O.Y.A.) 14 Mayıs seçimleri öncesindeki deklarasyonunda “kendi hayatının ve kendi felaketinin seyircisi ya da suç ortağı olmaya zorlanan bir yurttaşlığı kabul etmiyoruz” dendiğini de söylemiştik. Bu etkinlik Bekir Ağırdır’ın açılış konuşmasıyla başladı. T24’ten Candan Yıldız bugüne yetiştirmiş yazıyı. Genel bir değerlendirme alabilir miyiz?
B.A.: Önce izin verirseniz O.Y.A. hakkında bilgi verelim dinleyicilerimize: Aşağı yukarı 2,5 yılı aşkın bir zamandır; 150 kişiye yakın, ülkenin farklı bütün siyasi geleneklerinden gelen (yani muhafazakar, seküler, sol, sağ, Türk, Kürt farklı siyasi geleneklerin içinden) entelektüeller, kanaat önderleri ya da sivil toplum liderleri diyebileceğimiz insanlar, yani bir bakıma etkilenenleri etkileme mahareti görece yüksek insanlar bir araya geldi. “Ülkenin gidişatına dair ne yapabiliriz ve ne yapmalıyız?” sorusunu önlerine koyarak tartışmaya, konuşmaya başladılar. Temel amaç şuydu: O tarihlerde henüz ittifaklar, partilerin hangi adaylarla hangi işbirliğiyle sürece girdikleri konusunda hiçbir işaret yoktu. Dolayısıyla amaç bütün farklı fikirlerin, siyasi geleneklerin bir arada olmasıydı. Farklı kimliklerden gelen insanlar olarak bir arada düşünmenin, konuşmanın, birbirinden öğrenmenin, birbirinin fikrine destek olmanın yahut paylaşmanın mümkün olabileceğini deneyimledik her şeyden önce.
Bir yandan da bu deneyimler ve bu ortak çalışmalardan üretilmiş demokrasiyi amaçladık. Demokratikleşme ülkenin temel hedefi olarak belirleyip, bütün kimliklerin ya da bütün farklı fikirlerin bir arada olabilmesinin mümkün olacağı bir demokrasi projesi çerçevesinde hem siyasi aktörleri etkilemek, etkilemeye çalışmak hem de kamuoyunda, toplumda ve bireylerde demokrasi talebini yükseltmek amacıyla başlandı. Çok temel olarak da bir takım ilkeler vardı: “Önce yurttaş”, “demokrasi olmazsa olmaz, demokrasi sadece sandık değil, bir değerler, uygulamalar, yaşam biçimidir” diyen, şiddete karşı olan en azından özgürlükleri, eşitliği, toplumsal barışı, huzuru kendine esas alan, “adalet” diyen “temel ilkeler etrafında farklı, özgürlükçü, laiklik”, “temel ilkeler etrafında farklı fikirlerimiz olabilir ama önce demokrasiyi inşa edelim” diyen bir grup bu.
Bu konuda çok sessiz çalışıldı ya da illa görünür olmak, bir tabela asmak gibi şeyler öncelenmedi. Tam aksine hem birbirimizden öğrenelim istedik. Mümkün olabildiğince farklı kimliklerin, farklı siyasetlerin bir arada olabileceğini ve birbirini öğrenerek, birbirine kulağını, gözünü, yüreğini açarak konuşmanın, uzlaşmalar üretmenin mümkün olabildiğini göstermek amacı vardı. Bu çerçevede de uzun bir süre hem herkes birbirinden etkilenmeye, öğrendikleri ve temel hedefler çerçevesinde yazıp çizmeye, konuşmaya, bireysel faaliyetine, bulunduğu alanda çabalamaya devam etti. Bir yandan da özellikle partilerle, arka kapı diplomasisi dediğim, sessiz ilişkilerle bu demokrasi ihtiyacının altı çizilmeye ve onların üzerinde demokrasi talebi konusunda basınç, baskı üretilmeye çalışıldı. Şimdi seçimler de yaklaşırken niye bir bakıma kamuoyunun önüne çıkma ihtiyacı ya da kendini açıklama ihtiyacı duydu? Çünkü bu seçimlerin Türkiye için bir medeniyet seçimi olduğunu, bir demokrasi meselesi olduğunu ve bu seçimlerin asıl çılgın projesinin demokrasiyi inşa etmek olması gerektiğini ama ne yazık ki siyasi aktörlerin, oluşan ittifakların bu meseleye yeterince basmadığını ya da önemsemediğini hissetmek dürtüsüyle birazcık kamuoyuna çıkmak ve kamuoyunda da seçmende de bu konuda bir talep, siyasiler üzerinde bir baskı oluşmasını sağlamak amaçlandı. En azından temel hedeflerden biri şuydu: Bütün farklılıkların bir arada olabildiği, onurlu yaşam hakkının mümkün olduğu ama aramızdaki farklı siyasi tercihlerin, kimliklerin de olabileceği, hepimizin içinde onuruyla var olabileceği o demokratik hayatı inşa etmek. Elbette farklı fikirlerin, kimliklerin, ihtiyaç ve talepler etrafında örgütlenmelerin de mümkün olabileceğini, olması gerektiğini topluma da siyasi aktörlere de anlatmak…
Temel amaç buydu ve seçimlere giderken de kamuoyunun, özellikle de seçmenlerin dikkatini çekmek amacıyla dünkü basın toplantısı yapıldı. Bu seçimlerin “çılgın projesi” aslında ülkede tam demokrasiyi inşa etmek olmalıdır, kanaatimiz budur. Erdoğan seçim manifestosunu bir bakıma açıkladı, tümü ekonomik vaatler. Kemal Kılıçdaroğlu, Çanakkale’de konuştu ve o konuşmanın özü de, tümü de ekonomik vaatler. Elbette ekonomik vaatler gerekiyor ama Türkiye’nin asıl problemi bugün ekonomik reformlarla siyasi ve hukuki reformları aynı anda, eşgüdüm ve bütüncül bir bakış açısıyla yapmak. Yani demokrasi inşa etmeden, denge denetleme mekanizmalarını kurmadan, şeffaflığı, hesap verebilirliği, liyakati, cumhuriyetin bir takım değerlerini (laiklik dahil, eğitim ve hukukun üstünlüğü dahil) yeniden, güçlendirerek ve demokratikleştirerek inşa etmeden olmaz. Amiyane tabiriyle söyleyelim: Seçmeni çekirdek çitleyerek sahadaki oyuncuları, siyasi aktörlerin dalaşmalarını, münazaralarını, münakaşalarını izleyen bir konumda tutan bir siyaset var bugün önümüzde. Bu doğru, sağlıklı bir şey değil. Ülkenin ihtiyacı da bu değil, asıl önemlisi bence o.
Ö.M.: Çeşitli akademisyenlerin, yazarların, şairlerin bulunduğu bir kuruluş bu ama aralarında siyasetçiler de var. Bu bana şunu hatırlatıyor: New York Review Books’ta 1967’de, yani 56 yıl kadar önce Chomsky’nin yazdığı önemli bir makale vardı, beni ve benim gibi çok sayıda insanı da etkilemiş olduğunu yakından bildiğim bir makale. Makalede, “Entelektüel olmak, okur-yazarlığın ötesinde bir çeşit sorumluluk yükler insanlara. Hükümetlere, güç sahiplerine gerçekliğin hesabını sorabilme sorumluluğunu yükler” ifadesi geçer.
Ortak Yaşam Ağı’nda yaptığın konuşmada 14 Mayıs seçimleri için “bu seçim bir medeniyet seçimi, ya demokrasiyi ya otoriterliği seçeceğiz ya gönüllü yurttaşlar olamayacağımız bir hayatı ya da mecburiyetleri olan bir hayatı yaşayacağız” demen de bu makaleyi hatırlattı.
B.A.: Bir kere bu seçim sadece Türkiye’nin seçimi değil, bir bakıma dünyayı da, dünyanın dinamiklerini de etkileyecek bir seçimi konuşuyoruz. Neden böyle bakıyorum? Dünyanın önemli ya da güçlü aktörleri arasında hem ekonomik hem siyasi planda yeniden bölüşüm kavgası var ve bu yer yer artık sıcak, doğrudan savaşlara dönüşmüş durumda. İşte Ukrayna meselesinde gördük, bir yandan ya da Amerika-Çin gerilimlerinde de görüyoruz. Bu ekonomik ve siyasi bölüşüm kavgasının yanı sıra bir önemli üçüncü gerilim hattı daha var ki o da dünyanın ya da batı ülkelerinin Müslüman coğrafya ile olan kültürel gerilimi. Yani bu yokmuş gibi davranamayız. Ukrayna’dan savaş nedeniyle Avrupa’ya geçenleri karşılayan ve Suriyelilerin sınırda boğulmasına, ölmesine, açlıktan, soğuktan donmalarına izin veren aynı Batı. Dolayısıyla bir tarafta islamofobik akımlar, nazist akımlar, faşist akımlar, hareketler, katliam çabaları bir tarafta da Taliban’lar, IŞİD’ler gibi insanların kafalarını kesmeye, kadınları kapatmaya çalışan başka radikal zihniyetler var. Dolayısıyla Türkiye, bu hikâyenin hem sahnesi hem öznesi.
Türkiye muasır medeniyet olarak batının kurumsal yapısını kendine seçmiş bir ülke ama bu şimdi İslamcı ve Avrasyacı bir zihni ittifakla başka bir tercihe doğru yönelmeye çabalayan da bir ülke. O zaman biz bu seçimlerden sonra Avrupa’nın taşrası ya da dünyanın taşrası mı kalacağız? Ya da Avrupa’nın ve dünyanın etkin bir ülkesi mi olacağız? Böyle bir soru var önümüzde ve seçeceğimiz insanların siyasi tercihleri, dünyayı okuyuşları, medeniyet diye tanımladıkları şeyin ne olduğu önemli. Yoksa sadece bir cumhurbaşkanı seçeceğiz ve mührü eline verip o tek kişinin hayalleri, bilgileri ve fantezileriyle sınırlı bir hayat mı yaşayacağız? Yoksa 85 milyonun ihtiyaçlarından, taleplerinden, umutlarından, beklentilerinden yeşeren bir başka hayatı hep beraber inşa mı edeceğiz? Temel meselemiz bu ve ne yazık ki şu anda seçimlere 33 gün var. Dış politikada dünyanın gidişatı tartışılmıyor, hatta ülkenin demokrasi ihtiyacı da tartışılmıyor. Sadece ekonomik vaatler var ve o vaatlerin de çoğu yapısal. Reformlardan daha çok devletin vatandaşa “sen evinde otur, uslu insanlar ol, makbul vatandaşlar ol, böyle muhalif hareketlere girme, örneğin öyle etiket tasarlama hükümeti eleştiren ya da hükümeti eleştiren tweet atma, mesaj verme, uslu insanlar olursan da biz sana şu kadar yardım edeceğiz, evlenirken sana bu kadar kredi vereceğiz, vs.” dediği bir anlayış var.
Macaristan’da, Polonya’da, İtalya’da bile faşistler iktidara dahil oldu. Dolayısıyla böyle bir popülist otoriter iktidara sahip ve dünyanın bu yeniden bölüşüm kavgası ya da gerilim hattında doğrudan meselenin tarafı, sahnesi, öznesi olan bir ülkede kaos ve karmaşa olmadan, seçmenin tercihleriyle ve siyaset marifetiyle yeni bir toplumsal uzlaşma üretme ve bu başarıyı dünyaya örnek olma gibi bir fırsatımız var.
Ortak Yaşam Ağı’ndaki insanlar olarak farklı siyasi hayallerimiz, iddialarımız ya da referanslarımız olabilir ama esas itibarıyla Türkiye’nin bu rolü konusunda ya da Türkiye’nin yapması gereken demokratikleşme konusunda ortak fikri olan insanlarız. Dolayısıyla bugün aydınlar olarak (ne kadar aydın sayılıp sayılmayacağımız ayrı bahis, sonuçta bunun da bir diploması yok ama en azından memleketin geleceği için burnunun direği sızlayan ve bu konularda 24 saat düşünen, yazan, konuşan insanlar olarak) bu hayali nasıl diri tutabiliriz? Siyasete bunun sonuçlarını nasıl aktarabilir ya da siyasi aktörler üzerinde bu konuda nasıl bir baskı ya da bilgi desteği üretebiliriz? Aynı zamanda toplumda da bu duyarlılığın güçlenmesini, seçimlerde veya hayatımızın her anında siyasi aktörler üzerinde ve toplumda nasıl bir ihtiyaç ve talep baskısı kurabiliriz?
Özü itibarıyla Türkiye’de bugün karşı karşıya olduğumuz temsili demokrasinin krizlerini yaşıyoruz. Yani sadece bir fazla oy alarak gücü ele geçirmenin yeterli olduğu ve o kişinin hayalleri, fantazileri, bilgisi ve vizyonuyla sınırlı bir hayat mıdır meselemiz? Yoksa bu ülkede hepimizin farklı kimliklerimizle sokağa çıktığımızda alnımız dik, onurlu yaşam hakkımız mıdır? Onurlu yaşamı deprem meselesiyle gördük: Ne diyor iktidar ya da devlet dediğimiz mekanizma? “Evleri yıkılan yurttaşların evlerini yaparım ama taksitle de borçlandırırım.” Halbuki bu devletin görevi. Barınma hakkı devletin görevi, kadına şiddeti engellemek de devletin görevi… Burada kritik meselelerden bir tanesi, demokrat olup olmamanın ölçüsü ya da demokrasinin kilit taşı kadın meselesi bir bakıma. Yani evinde uğruna ölmeye, öldürmeye razı olduğunu söyleyen geleneksel ataerkil bir kültürü var bu toprakların. “At, avrat, namus, silah” diyen... Aynı insanlar evinde uğruna ölmeye, öldürmeye razı olduğu kadına demokrat değil ama sokakta “demokratım ben” diyor. Dolayısıyla demokratlık tanımını da belki yeniden düşünmemiz lazım.
Son 15 günde bile yaşadıklarımıza bakın: İktidar Hüdapar’la ve Yeniden Refah Partisi’yle ittifaka dahil olma görüşmeleri içinde. Öyle mahcubiyet hissetmeden, gizlemeden, çok aleni, kamuoyunun önünde kadın haklarını pazarlık konusu yaptı. İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönmeyi bırakın, ailenin korunma kanunu ya da kadını şiddetten koruma kanununu bile son derece ahlakçı bir bakışla bu yeni iki ittifak ortağı partiyle pazarlık konusu yapıldı. Bütün bunları tartışmadığımız ama bu kadar hayati meselelerin önümüzde olduğu bir seçimde sadece ekonomik vaatlerden yürüyen siyasi aktörlerin sergilediği bir tutum var karşımızda. Sorun da tam bu. Yani gerçek siyasi aktörlerin önemli kısmının galiba gerçeklikle ilişkilerinde bir sorun var ya da gerçekliğin farkında değiller.
"Siyasi aktörler sanki seçmene karne veriyormuş gibi davranıyorlar. Halbuki seçmen onlara karne verecek"
Ö.M.: Türkiye’de bazı kavramların da tamamen anlamını kaybetmiş olduğunu son zamanlarda daha da çok hissediyoruz. Mesela entelektüel deyince “entel-dantel” gibi kavramı mahvedici gelişmeler olduğunu düşünmüştüm. Halbuki Ortak Yaşam Ağı’nı kuran akademisyenler ya da yazarlar, gazeteciler ve hak savunucuları kesinlikle entelektüellerin hakikati yeniden inşa etme sorumluluğunu öne çıkarıyor.
Figen Çalıkuşu da O.Y.A. toplantısında önemli bir şey söyledi: İmar affından milyonlarca kişi yararlanmış.
B.A.: 10 milyon 350 bin kişi başvurmuş.
Ö.M.: Sessiz kalmak suç ortaklığı anlamına geliyor.
B.A.: Suç ortaklığı anlamına geliyor, evet. Hem de bu büyük hikâyeden, kayıt dışı kazançtan ya da hukuk dışı davranışlardan sus payı bir bakıma. Yurttaş da suça ortak olmaya ve suskunluğa razı edilmeye çalışılıyor.
Ö.M.: Zaten otoriter rejimlerin tutumu bu.
B.A.: Evet, dolayısıyla temsili demokrasi dünyada da Türkiye’de de kriz yaratıyor. Şimdi buradan kaçınmanın yolu otoriter yönetim midir yoksa demokrasiyi hayatın her alanında bir yaşam biçimi hâline çevirmeye, yerelden başlayarak herkesin kendine dair kararlara dahil olabildiği yeni bir katılımcı sürece dönmek midir? Seçmeni ya da yurttaşı sadece devletin koyduğu makbul vatandaş sınırları içinde davranmaya zorlayan ve sadece seyirci konumuna iten bir hayat mı yaşayacağız? Bu ülkenin insanları bunu hak ediyor mu? Hayır. Bu ülkenin insanları bunu istemiyor mu? İstiyorlar, sadece bugün bu kadar büyük bir ekonomik tufanın içinde elbette hanenin dirliği, düzenliği meselesi öncelikli. Hani o bildiğimiz, temel literatürde de olan ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde tabii ki önce insanlar hanenin geçimine, hanenin eğitimine, sağlık, barınma, asayiş, güvenlik gibi ihtiyaçlara yöneliyor. Diğer meseleleri, kimliklerini önemsemiyorlar anlamına gelmiyor bu. Kendi dillerinden konuşabilmeyi, eğitim alabilmeyi istemiyorlar anlamına da gelmiyor. Adaleti, eşitliği, özgürlüğü istemiyorlar anlamına da gelmiyor.
Sürekli krizler yumağı halinde bir yaşam var ve o krizler yumağı halindeki yaşam içinde de birileri istiyor ki vekaletimizi 5 senede bir birilerine verelim. Onların hayalleri ve fantezileriyle sınırlı bir hayata da razı olalım. Öyle değil. Dolayısıyla gerçekten daha basit bir gerçek var: Bugün siyasi aktörler sanki seçmene karne veriyormuş gibi davranıyorlar. Halbuki seçmen onlara karne verecek seçimde. Seçmenin rasyonel akılla karar vermesini engelliyor ve kendileri lehine, kendi partileri ve kendileri gibi düşünmesi için sanki hep seçmeni sınava zorluyorlar. Halbuki farkında değiller ki seçmen onları sınava sokacak ve karne verecek.
Dolayısıyla bireylerin, seçmenlerin seyirci olduğu bir hayat değil gündelik hayatımızın her alanında kendimize dair kararları bildiğimiz, karar süreçlerine dahil ve müdahil olabildiğimiz bir yaşam istemeliyiz. Ama bir yandan da kimliklerimiz, tercihlerimiz nedeniyle herhangi bir avantaja ya da dezavantaja sahip olmadığımız onurlu bir yaşam olmalı bu. Amiyane tabiriyle “zurnanın zırt dediği” yer neresi? Ya da daha aydınca ya da entelektüelce söyleyelim: Demokrasinin kilit taşı kadın meselesi, kadına bakış, kadına gündelik hayatta biçilen rol. Baktığımız zaman iktidarın bu konuda hayallerinin ne olduğu meydanda. Muhalefet bu konuyu gündeme getiriyor değil ya da muhalefet hâlâ kadın meselesinde ya da özgürlükler meselesinde yahut demokrasi meselesinde çok güçlü bir söylemi, iddiayı, vizyonu seçmenin önüne koymuş değil. O.Y.A. kendini açık ederek, seçime 33 gün kala kamuoyunun ses çıkarma çabasına kaynaklık etti.
Ö.M.: Hülya Gülbahar da O.Y.A. toplantısında yaptığı konuşmada Millet İttifakı’nın da listelerinin eşit temsilden uzak olduğunu söyleyip Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılında kadınlara vitrin rolü verildiğini de ifade etmişti. Kadınların özellikle pandemi ve deprem gibi ağır durumlarda da ağır bir cinsiyetçi fatura ödediğini de hatırlatıp “mor ve yeşil ekonomiyi merkeze almalıyız” da dedi. Yani “O.Y.A. alternatif modelleri tartışmak için önemli bir yer” dedi. Bu toplantıdan çıktıktan sonra Yeniden Refah Partisi’nin haremlik/selamlık tartışmasını okuyunca şaşırdım diyemem ama tipik bir örnekti. “Yan yana oturup fotoğraf çektiremezsiniz” diyen bir parti var.
B.A.: Gerçeklikle ilişkisi sorunlu hâle gelmiş olan seçmenler, bireyler, yurttaşlar mı yoksa siyasi aktörler ve partiler mi? Bu soru önümüzde duruyor. Bir kere gerçek hayatla siyasi zemin arasında müthiş bir yarılma var. Benim tezlerimden birisi o ve bu partiler, siyasi aktörler gerçek hayatın ihtiyaçları, talepleri ve sorunları üzerinden ya da sınıfsal ihtiyaçlar üzerinden şekillenmiş durumda değiller. Yoksulluk ve adaletsizliğe karşı mücadeleden de şekillenmiş durumda değiller. Her birinin birbirlerinden farklarını konuşmaya başlasak o farkları oluşturan şeyler gerçek hayatın problemlerinden daha çok ezberleri ve hayata bakışları, ideolojileri. Ama o ideolojilere de ne kadar sadıklar ya da o ideolojilerin ne kadar farkındalar? Bizi dinleyen genç araştırmacı, akademisyen arkadaşlara ya da doktora öğrencilerine şunu önermek isterim: Partilerin kuruluşlarında ilan ettikleri programları var. O programdaki metinler veya seçimlerdeki manifestolar bir bakıma o partinin ideolojik konumunu, tercihlerini ve hayatı nasıl okuduğunu da gösteriyor. Pratikte liderlerin konuşmaları ya da seçim vaatleri, yasama sürecindeki tutumları, meclisteki tartışmalarda alınan pozisyonlar o manifestolara ve programatik belgelere ne kadar paralel yürüyor? Ne kadarı bambaşka yerlerden vücut buluyor, hayata geçiyor? Bunu gerçekten analiz etmenin, incelemenin Türkiye siyasetini anlamak için önemli olacağını sanıyorum.
Ö.M.: Murat Kubilay da dünkü toplantıda artık eskisi kadar genç olmasa bile Türkiye nüfusunun önemli bir yüzdesini hâlâ gençlerin teşkil ettiğini ve onların gelecekte neler yapması gerektiğini de çok kapsamlı bir şekilde ele alan bir konuşma yaptı, onu da hatırlatmak istedim.
B.A.: Umut olmaya, çabalamaya devam. En azından kendini açık eden bu insanlar, gerçekten 24 saat memleketin geleceği için burnunun direği sızlayan, “buna emek koymak için ne yapabiliriz?” diye uğraşan insanlar. Hangi siyasi gelenekten, fikirden gelirsek gelelim bu küçük deneyimin değerli olduğunu sanıyor ve umuyorum.
Ö.M.: Ben de öyle, çok teşekkür ederiz.
B.A.: İyi yayınlar efendim.