Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ilanı ardından seçim gündemi

-
Aa
+
a
a
a

Bekir Ağırdır’la Bize Yeni Biz Söz Lazım’da seçimlere kısa bir süre kalmışken adaylığını açıklayan Kılıçdaroğlu’nun bu ilanının ardından siyasi gündemi konuşuyoruz.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ilanı ardından seçim gündemi
 

Kılıçdaroğlu’nun adaylığının ilanı ardından seçim gündemi

podcast servisi: iTunes / RSS

Ömer Madra: Konumuz Kılıçdaroğlu’nun ortak aday ilan edilmesi ve tamamen seçim sathı mailine yönelik bir durum var, çok hızlı gelişmeler oluyor. Dün T24’te de seçime 70 gün kala gündemi değerlendirme yaptın ve “Erdoğan’ın işi çok zor, kazanma ihtimali ancak küresel dinamiklerde beklenmeyen gelişmeler veya seçime katılma oranları kayda değer biçimde düşerse olabilir” dedin. Bunları biraz açabilir miyiz?

Bekir Ağırdır: Bir kere herhangi bir araştırmada bile siyasi tercih sorusunun cevaplarını, o oranları falan bir kenara bırakalım, eğer işi toplumsal, kültürel dokuya dair araştırmalar veya güncel meselelere örneğin ekonomiye veya diğer hukukla ilişkiye gibi meselelerden araştırmalar yaptığımızda gördüğümüz şey şudur: Sayısal olarak da toplumun neredeyse 2/3’e yakını gidişattan son derece rahatsız, gidişata karşı umutsuz, çaresiz, sadece deprem nedeniyle değil, depremdeki çaresizlik biraz daha başka bir şey ama ekonomik gidişata karşı çaresiz, gelecek duygusu azalıyor ya da algısı kısalıyor, gençler umutsuz ve öfkeli, vs. 

Sorun dolayısıyla bu gerçeklik ya da toplumun karşı karşıya olduğu meselelerle ya da hep beraber yaşamakta olduğumuz bütün kurum ve kurallardaki aşınma, hatta çoğunun artık yok olması, keyfi, merkeziyetçi bir yönetim, yolsuzlukların ya da keyfiliğin bu denli yaygınlaşması. Yani keyfilik sadece ulusal hükümette değil aynı zamanda her bir yerelde de, her bir yerel belediye başkanı ya da siyasetçi de partisinde de, şehrinde de, neredeyse küçük birer her istediği, yaptığını rasyonelleştiren, her şeyi bilen tek liderlik tiplemeler. Dolayısıyla Türkiye’nin hem karmaşık bir sorunlar dizisi var hem de bu sorunları yönetme mekanizmaları tümüyle keyfiyetçiliğe ve tek adam ama yerelde ama yöreselde, ulusalda tek adam tercihlerine kilitlenmiş durumda. Dolayısıyla bütün vatandaş da bu yaşananları görüyor yani sadece hanesinin geliri/gideri üzerinden değil. Hani “Maslow’un hiyerarşisi” diye bildiğimiz ihtiyaçlar hiyerarşisinden baktığımızda ya da ben bizim insanımızın bu memleketin dili, jargonu üzerinden, hanenin dirliği, düzenliği diyorum. O hanenin dirliği, düzenliği dediğimiz şey hanenin gelir/gider durumu, hanenin eğitim ihtiyacı, sağlık ihtiyacı ve güvenlik ihtiyacı, konut, asayiş ve barınma da dahil.

 Dolayısıyla burada baktığımız zaman bu 4 konuda da Türkiye ve bu memleketin insanları dehşet bir sorunla karşı karşıya yani gelir/gider dengesinden baktığımızda ortada bir gerçeklik var. Ülkenin sadece istihdam yaşına dahil, istihdam yaşında olan 15-65 yaş arası nüfusunun sadece 30-35%’i çalışıyor. Bu 35%’inin de 17’sinin geliri asgari ücret seviyesinde. Asgari ücretin bile neye yetip yetmediğini işte her gün okuyoruz, her gün karşı karşıya olduğumuz gerçeklik var. Eğitim meselesine baktığımız zaman pandemi de gerekçesi oldu, bir kere artık eğitim okullarda olmuyor neredeyse, daha da vahim olanı eğitimde fırsat eşitliği kalmamış durumda, eğitimin niteliği kalmamış durumda, eğitimde çok ciddi bir savrulma var. Dolayısıyla üniversiteyi kazanmaları ayrı bir şey, üniversiteyi kazanan insanların, gençlerimizin bitirince bir meslek sahibi olmaları ve iyi bir işe katılabilmeleri mümkün değil. Sağlık sistemi, o ayrı bir hikaye, şu anda bile çökmüş durumda, güvenlik ve konut meselesi dersek işte deprem bir kere daha gerçeğin ne olduğunu gösterdi. Toplum gidişattan son derece rahatsız ama bunun siyasete yansıyan tarafına baktığımızda siyasetle kutuplaşmalara sıkışmış durumda. Tam da bu nedenle doğal olarak insanlar yeni bir iktidara, yeni bir siyasi liderliğe ihtiyaç duyuyorlar ama karşılığındaki aktörlerden ya da karşılığındaki siyasetlerden yahut söylemlerden de o umudu besleyecek, o iddiayı güçlendirecek ya da o iddianın arkasına düşecek coşku ve heyecanı duyacakları bir siyasetle ya da siyaset tarzıyla yahut söylemle de karşılaşmıyorlar. O nedenle iktidar kaybetmeye çok yakın diyorum ben çok uzun zamandan beri, dolayısıyla sorun muhalefetin kazanabilmesi için bütün bu 2/3’lik potansiyele ya da itirazı yahut gidişata karşı umutsuzluğu örgütleyebilmesi, toplumsal muhalefete bir cevap üretmesi ve o toplumsal muhalefette umut ve heyecan ve coşku üretmesine bağlı. İktidarın bu rasyonel koşullarda ve herhangi bir toplumda böyle bir iktidarın seçimleri kazanma ihtimali rasyonel akılla baktığımız zaman, rasyonel senaryolardan analiz ettiğimiz zaman neredeyse mümkün değil.

Ö.M.: Özellikle güvenlik sorunu gerek deprem bölgesinde de, ikiz depremlerin bölgesinde de yeterince sağlanamamış olduğunu gösteren çok sayıda açıklama var orada yaşayanlar arasında. Bir de özellikle Bursa’da Amedspor futbolcularına yönelik organize ırkçı saldırının her türlü güvenlik sorununu tamamen bir kenara bırakıldığını gösteriyor, verilen tepkiler de doğrudan ölüm tehditleri gerçekleştiriliyor ve araştırma önergesinin de öne alınmasına mecliste ret verildi AKP ve MHP tarafından. 

“Arapça seslenseydim kurtarmazdınız beni”

B.A.: Aktörler üzerinden bakınca iktidarın ya da iktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörleri, ortaklarının meseleyi sadece devletin güvenliği üzerinden baktıklarını biliyoruz. Asıl hikaye toplumun bütün bu yaşananlar karşısındaki öfkesini cisimleştirilmiş bir düşmana karşı yönetmesi. İktidar da bu duyguyu manipüle ediyor, yani o bir dönem diyelim muhalefet, bir dönem Kürtlerdi, bir dönem solculardı yani hep güncele bağlı olarak o öfkenin yönlendirileceği cisimleştirilmiş bir taraf var. Muhalefet toplumun muhalif kesimleri için de aynı zamanda biraz da iktidar karşıtlığının da verdiği duygudan beslenen diyelim Suriyelilere karşı o öfke var. Şimdi böyle bir kaygıyı, endişeyi ya da güvenlik arayışını manipüle etmek güç sahipleri için mümkün. Sonuçta bütün dünyada da korku siyaseti hakim, Amerika’da bile her türlü göçmene karşı, Avrupa’da islamofobi, bütün dünyada bir mesele var, sadece bize özgü de değil ama bize özgü olan kısmı bütün dünyada var olan bu korku iklimini, değişime karşı durmayı üreten değişimin daha büyük kaoslar, karmaşalar üreteceği duygusunu veren bu siyasi ve gündelik hayat ritimleri ya da unsurları, aktörlerinin yanı sıra Türkiye’de bir de Türk-Kürt gibi, muhafazakar-seküler gibi laiklik ekseninde veya işte iktidara bakış ekseninde çok ciddi ayrışmalar, kutuplaşmalar var. Kutuplaşma, birbirine sağırlaşma, birbirine karşı hissizleşme, birbirine karşı duyarsızlaşma demek bir bakıma, dilsizleşme demek. Giderek Türkiye’de son 10 yıldır yaşanan ve işte iktidarın ve iktidar medyasının özellikle manipüle ettiği kısım bu duygu halinin manevi şiddet üreten yani “hain” demek, “satılmış” demek, batılıların şunu bunu demek, vs. gibi olan manevi şiddetin, ayrımcı ve nefret söyleminin giderek maddi şiddete dönüşüyor olması, karşılık bulması bunda. Bursa’da yaşananlar da bu, seçim kampanyası yaparken Tokat’ta HDP’lilere saldırılar da bu, Manisa’da Suriyeli inşaat işçisini yakmak da bu, Altındağ’da Suriyelilerin evlerini taşlamak da bu. 

Özdeş Özbay: Deprem bölgesinde de oldu, yağmacılar diye.

B.A.: Tabii çok acı bir örnek var.

Ö.Ö.: Hem Suriyelilere hem başkalarına işkence yapıldı.

B.A.: Hatırlarsan yıkıntının içinden çıkarılan bir Suriyeliye “niçin ses vermedin?” dediklerinde “Arapça seslenseydim kurtarmazdınız beni” diyordu. Bundan daha acı ama gerçek bir durum olabilir mi? Bunu konuşamadık bile. Dolayısıyla böyle bir iklimde toplumun ya da bireylerin nasıl davranacağı ve seçimlere dair seçmen davranışının hangi dinamiklerden etkileneceği meselesi. Buradaki risk şu, eğer toplumun büyük kesimleri, bu gidişattan rahatsız olan kesimleri veya bütünü geleceğe dair bir iddia, bir umut taşımıyorsa o zaman daha düzene daha güvenlikli temelli bakışa, daha kozasının içine doğru saklanmaya ve sokakta da çok güçlü bir devlet arayışına, o tehlikeleri bertaraf edecek ya da risklerle uğraşacak daha güçlü bir devlet anlayışına yatkın davranabilir. İktidarın bugün vaatleriyle erken emeklilikle, mali aflarla filan bu gidişatı tersine çevirme ihtimali çok düşük ama eğer toplum bir muhalefetin kaos ve karmaşa olmadan bu değişimi başaracağına dair umudu, iddiasına güvenmez ise veya efendim işte Ege’de Yunanlılarla gerilim, doğu Akdeniz’de ya da Kıbrıs etrafında İsrail’le ya da Amerika ile gerilim, Suriye’de başka türden gerilimlerle devletin de risk altında olduğu gibi bir algıya kapılır ise ya seçime katılmayabilir ya da gittiği zaman beklenmedik oranda düzenden, güçten, devletten yana pozisyon alabilir. İktidarı kazandıracak tek dürtü budur bence. O nedenle iktidar hem bu gerilimi, işte Bursa olaylarına verdiği tepkiyle de bu gerilimi tırmandırmakta kendi yararını görüyor, hem yeniden bir kimlik konsolidasyonu, bir kutuplaşma konsolidasyonu üreterek sürekli muhalefeti öcüleştirerek ya da deprem bölgesindeki sivil toplum gayretlerini bile yeni bir kalkışma gerekçesiyle bir paranoyaya kapılarak toplumun da meseleye böyle bir güvenlik temelli bakmasını sağlamaya çalışıyor. 

Ö.M.: Bu noktada bir de HDP’nin grup önerisi verdi ya bu Amed olayları üzerine, orada CHP İstanbul milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun söyledikleri çok çarpıcı geldi bana. “Ben bir Diyarbakırlı olarak tribünlerdeki o afişleri görünce gerçekten irkildim. Yani Yeşil’in suikastından tesadüfen kurtulmuş insanlardan biriyim” diyor Sezgin Tanrıkulu. “Onun faaliyetleri nedeniyle birçok dostumu, yakınımı kaybettim, ‘beyaz torosların’ ne anlama geldiğini bilirim. Sahada sertlik olur, futbolda futbolcular kavga edebilirler ama 30-35 yıl sonra faili meçhul cinayetlerin ağır insan hakları ihlallerinin sembolü olmuş 2 metaforun fotoğraflarının organize biçimde tribünlere asılmasını bu parlamentonun bir üyesi olarak kabul edemem. Yani en az bizim kadar AKP’li milletvekillerinin de kurumsal olarak karşı çıkmasını da beklerdim, o gün beklerdim. Futbol federasyonunun da taraflı olmamasını o maçı yönetenlerin taraflı olmamışını da beklerdim” diyor ki bunlar çok vurucu sözler bence. 

B.A.: Evet evet. Daha sonra iktidar kanadı adına yapılan açıklamalarda, mecliste önergenin reddinden de anlaşılıyor ki iktidar bilerek ve isteyerek buna razı. İlla organize eden, tetiği çeken, böyle olsun isteyen olmayabilir ama iktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörlerinden bazılarının bu ruh halini taşıdıkları, öfkeyi şiddete çevirmeye çalıştıkları ve seçim sürecini de buradan, böyle bir duygudan manipüle etmeye çalıştıkları çok açık. Örneğin bugün akşam da göreceğiz, çok büyük bir ihtimalle kadın hareketine karşı nasıl bir şiddet kullanılacağına yeniden tanık olacağız. Bütün bunlar birazcık da işte o toplumdaki kaygı, korku duygusunu çoğaltmak ve güvenlik arayışını güçlendirmek. Yurt içindeki kendi kadim meselelerimizden kaynaklanan bu tür problemler konusunda yeterince toplumun kahir ekseriyeti deneyim sahibi. Bütün bunlar tekrar tekrar yaşandı, onun için çok lümpen, Vandal bir grubun ve organize bir biçimde örgütlenmiş bir tepkisi bu. Bir yandan da bunun ne kadar kitleselleşebileceği riski de karşımızda duruyor çünkü Suriyeliler gibi toplumun neredeyse bütün kesimlerinin iktidardan yana olsun muhalefetten yana olsun, dindar olsun ya da olmasın yahut muhafazakar olsun seküler olsun bir Suriyeliler bakışı var karşımızda. Dolayısıyla çok riskli bir durum bu, yani ben özellikle muhalefetin ‘hudut namustur’ kampanyası yapmaya kalkıştığı zaman da birazcık da isyan ederek şöyle bir şey söylemiştim “çığ tehlikesi olan yerde nara atılmaz” diye. Yani toplumda da gerçekten bu duygular, hem gerçek hayatın gerçek sorunları karşısındaki çaresizlik hem de buna karşılarına konulan bir cisimleştirilmiş bir korku nesnesi veya bir düşman. Fransa’da da işte bu islamofobi olarak çalışıyor ya da Almanya’da ırkçılık olarak çalışıyor, Amerika’da gelen göçmenlere karşı ya da siyahlara karşı hâlâ nasıl yaşanıyor görüyoruz. Dolayısıyla bütün bunu yaratan dinamikler her ülkede biraz daha farklı ama karşımızda son 20 yıldır bütün dünyada korku iklimi ve korkudan beslenen iktidarlar ya da aktörler daha güçlendi. Türkiye’de de bunun zemini var ve iktidar başka türden yani normal bir siyasi partinin normal vaatleriyle, manifestolarıyla, aday listeleriyle kazanamayacağını gördükçe bu korku iklimini yaratmaya çalışıyor. Toplum en azından 2015’teki o 7 Haziran’la 1 Kasım seçimleri arasındaki katliamlarla nasıl bir sonuç ürettiyse artık aynı hareketlerle aynı ajitasyon ya da provokasyonlarla bunu bulamayacağını da toplum bunu deneyimlediği için görüyoruz. O nedenle ancak bir dış dinamik, daha güçlü, devletin gerçekten risk altında olduğu duygusunu verecek bir dış dinamik karşımıza çıkarsa iktidar lehine bir bükülme olabilir. Yoksa normal koşullarda hele şimdi şu son 1 haftadır yaşanan siyasi deprem ve varılan yeni mutabakat ve yeni ruh hali ile iktidarın kazanması oldukça zordur artık. 

Ö.M.: Kemal Kılıçdaroğlu’ndan ilk seçim afişi de bu dediklerini birazcık pekiştirir nitelikte, yani genel yeni bir söz yaratma konusunda bir çalışma yapmış oldukları anlaşılıyor. Afişte yer verilen, Kılıçdaroğlu için hazırlanan afişte öğrenci andının, 128 milyar dolarınn, deprem vergilerinin, sağlıkçıların, bacakları kesilen yavru köpeğin, Boğaziçi Üniversitesi direnişinin, depremde hayatını kaybeden kızın elini bırakmayan babanın, çiftçilerin ve Türk lirasının da yer alması yani genel olarak afişte Gezi direnişinde öldürülen Ali İsmail Korkmaz ve yakılarak katledilen trans kadın Hande Kader’in de yer alması bir anlamda böyle bir pozitif şeyin, demokrasiye yönelik bir söylemin başlatılması olarak da yorumlanabilir mi? 

B.A.: Evet yani Altılı Masa dediğimiz ya da muhalefetin öncüsü yahut ağırlığı olan kesimin nihayet bu krizden sonra biraz daha amiyane tabiriyle aklı başına geldi diyelim. Yani geçtiğimiz Cuma sabahı itibarıyla Altılı Masa'ya eleştirel bakanlar ya da iyiniyetli bulmayanlar veya eksik bulanlar bile birdenbire bu Altılı Masa'nın dağılma ihtimali ve seçimin yeniden Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP’nin kazanması ihtimalinin güçleniyor gibi olduğu bir algı hem 6’la masanın kendi aktörlerinde, liderlerinde ve partilerinde hem de genel kamuoyunda bir gerçeklikle karşı karşıya kalındığını gösterdi. Yeniden oluşan yeni mutabakat, o mutabakatın detaylarında tartışılacak, karşı olunacak, eleştirilecek çok şey var belki ama yine de bir arada olmanın getirdiği ve bu iktidarı durduracağı umudunda bir beslenme var, hem de o coşku ile de herhalde siyasi aktörler de yani o Altılı Masa'nın 6 aktörü de Kılıçdaroğlu ve HDP dahil bu yeni durumun artık neler yapmaları gerektiği konusunda kendileri üzerinde bir alarm etkisi ürettiğini sanıyorum. Çünkü Altılı Masa'nın handikapı birkaç teneydi yani bir türlü cumhurbaşkanı adaylığı meselesinden ve Altılı Masa içindeki kendi gündemlerini, ne her bir parti kendi iç gündemini ne de siyasi gündemi, ülkenin siyasi gündemini ‘cumhurbaşkanı adayı kim olacak?’ sorusunun dışına taşıyamadı. En büyük handikap buydu, dolayısıyla biraz önce başlarken yaptığımız toplumun beklentileri sorunları analizinden yola çıkınca o toplumun dertleri, ihtiyaçları, talepleri üzerine bir siyaset kurgulanamadıkça da kendi vaatleri, işte anayasa önerisi yayınladılar, 6-7 tane metin var çok kapsamlı bir takım metinler eksikliklerine karşın ama o metinler ve o iddia toplumsallaşamadı çünkü herkesin aklı hem her bir partinin kendi iç kamuoyu hem 6’lı liderin hem de genel kamuoyunun gündemi ‘cumhurbaşkanı adayı kim olacak?’ sorusunun dışına çıkamadı. Dolayısıyla yaşanan gerçeklikle Altılı Masa'nın ya da muhalefetin önümüzde koyduğu tartışma ya da gündem arasında müthiş bir yarılma vardı.

Ö.M.: Vardı evet. 

B.A.: Şimdi bu gerçeklikle karşılaşmış olmalarını umuyorum ya da en azından iki gündür birdenbire bir gayret, bir umut, bir coşku, bir heyecan ve onun ürettiği farklı bakışların öne çıkışını gözlemek mümkün. Bazen diyoruz ya ‘bir melanet bin nasihatten iyiymiş’ en azından o üç günde ‘seçimi kaybedecek bir yarılma mı yaşanıyor muhalefette?’ duygusu herkesi biraz daha yeni bir hizalanmaya, yeni bir mutabakata doğru çekti görünüyor.

Ö.Ö.: Ben bir şey sormak istiyorum, az evvel dediniz ya cumhurbaşkanı adayının belli olmasına yönelik toplumdaki beklenti daha önce çıkardıkları çeşitli metinlerin yeteri kadar heyecan uyandırmamasına ya da tartışılmamasına sebep oldu.

B.A.: Evet.

Ö.Ö.: Acaba bu bir yandan tersten de doğru olabilir mi? Yani çıkardıkları metinler o kadar ortalama, aslında bir yeni yani ne Kürt sorununa ne yapacakları belli, ne LGBT, vs. yani o kadar ortalama bir metin ki cumhurbaşkanı adayını ise üç aşağı beş yukarı aslında herkes tahmin ediyordu. Yani 1 yıldır Kılıçdaroğlu ismi çok öndeydi. Bu metinlerin zayıflığı da bu heyecansızlığa da sebep olmuş olabilir.

B.A.: Özdeş şu vaktimiz bitiyor çok uzun bir analizi hak ediyor bu senin söylediğin ama hemen kısaca söyleyeyim, benim kanaatim şu ortalamadan daha vahim bir durum var. Şimdi genel kamuoyuna baktığımızda veya bu muhalefet aktörlerinin pozisyonlarına baktığımızda 3 ayrı eksenden pozisyon alış var. Birisi, iktidara karşıt ve yandaşlık üzerinden bir pozisyon ve “ne olursa olsun bu iktidar durdurulsun abi!” pozisyonu. İkincisi geleneksel sol-sağ ekseninden bakmak ve “Altılı Masa'da sağcılar var olmaz, onlar yerine HDP ve sol partilerle bir ittifak olsun” diyen veya sağcılar üzerinden meseleye bakan, işte başörtüsü serbestliği tartışmasını gündeme getiren de buydu. Sol-sağ ekseninden bütün hikayeyi okumak. Bir üçüncü pozisyon da demokrasi, çoğulculuk, ülkenin kimliklere sıkışmasını aşacak şeyin, bütün kimliklerin içinde olduğu yeni bir siyasi hamle. Yani demokrasiyi gerçekleştirmek sonra o hedef durum içinde siyasi rekabeti oluşturmak ama önce demokrasiyi inşa etmek, kurum ve kuralları yerli yerine oturtmak üzerinden pozisyon alanlar. Altılı Masa'da kamuoyu da ağırlıklı olarak bu iktidar yandaşlığı ve karşıtlığından baktı meseleye demokrasi meselesinden bakılmadı. Eleştirilerin bir kısmı da sol-sağ üzerindendi. O yüzden mesele ortalamadan daha çok iktidar yandaşlığı/karşıtlığı üzerinden bakış ve “yeter ki bu iktidarı durduralım, bu iktidarı durdurmak için de asgari müştereklerde birleşecek en geniş koalisyonu oluşturalım” bakışı. Halbuki o en geniş koalisyonu oluşturmaya ihtiyaç var ama bunu “bütün kimlikleri aşan ve bütün kimliklerin içinde ya da bütün parti siyasi tercihlerinin yahut farklı hayat tarzlarının her türlü farklılığın içinde olacağı yeni bir durumu inşa edelim, o durum içinde yeniden başka bir siyasi rekabete dönelim” demek bakışıydı. Eğer Altılı Masa'da bir araya gelişini buradan anlamlandırsaydı, topluma da buradan anlatsaydı zaten bütün bu krizler yaşanmazdı ya da “HDP de o masanın içine gelsin mi, gelmesin mi?” tartışması da bu bakışla olmaz idi ama geleneksel sol-sağ ya da iktidar yandaşlığı karşıtlığından pozisyon alınınca o zaman işte ortalama metinler çıkıyor. Çünkü bu gün Türkiye’de radikal olan şey en keskin savunulacak ya da herkese çok uç gelecek iddia demokrasi iddiasıdır bana sorarsan.

Ö.M.: Evet yani yeni söz hep söylediğin en eski söz aslında. 

B.A.: Aynen öyle.

Ö.M.: Kadim demokrasi öne çıkarılmak zorunda. Evet maalesef süreyi de tamamladık ama bunu daha çok etraflıca konuşmaya devam edeceğiz seninle.

B.A.: Dolayısıyla abi bitirirken hemen bir cümle. Şimdi bizi dinleyen izleyiciler için de, bizler gibi insanlar için de, her tür aktif yurttaş olmaya çabalayan insan veya kurumsal aktif yurttaş olmaya çalışan her tür STK için de yapabileceğimiz şu 60 günde bile hiç olmazsa bu muhalif aktörler üzerinde bir demokrasi baskısı, basıncı üretmek ve onların yazamadığı ya da boyayamadıkları tablonun eksik rengini, tonunu o tabloya koymaya çalışmaktır. Yoksa hikayeyi yalnız Erdoğan yandaşlığı ve karşıtlığı üzerinden oynanan her süreç başka riskler içeriyor ama asıl yeniyi inşa etmemizin önündeki zihni bariyerler yerli yerinde duruyor demektir ve yeniyi inşa edemeyeceğiz demektir. Yeni bir cumhurbaşkanı seçeriz, Erdoğan gider Kemal bey gelir, evet ama yeniyi inşa edemeyiz böyle kısa bir süreçte.