Abdullah Ezik, Hazal Bozyer ile Refik Halid Karay edebiyatının öne çıkan noktaları ve "toplumsal bellek" üzerine konuştu.
Abdullah Ezik: Bellek çalışmaları son yıllarda önemi daha da artan, özellikle edebiyat gibi sahalarda yeni perspektif ve yaklaşımları da beraberinde getiren bir alan. Siz de doktora tezinizde bellek çalışmaları üzerinden bir yapı inşa ediyorsunuz. Tezinizde hangi kaynaklardan yararlandınız? Bellek çalışmaları bize neler vadediyor?
Hazal Bozyer: Bu soruyu bir Calvino öyküsünden yola çıkarak yanıtlamak isterim. Calvino’nun “Bir Fotoğrafçının Serüveni” başlıklı öyküsündeki Antonino karakteri öykünün başında fotoğrafçılıkla uğraşan arkadaşlarını eleştirirken öykünün ortalarına doğru kendisi de fotoğrafla uğraşmaya başlıyor. Ama hep aynı kadının fotoğrafını çekiyor. Farklı zaman ve mekânlarda, farklı açı ve ışıklarla ama hep aynı kadın. Tabii arkadaşları bu durumu eleştiriyor ve neden hep aynı kadının fotoğrafını çektiğini soruyorlar. Burada Antonino’nun cevabı çok çarpıcı: “Fotoğraf ancak olabilir bütün görüntüleri tükettiğinde bir anlam kazanır” diyor.
Bellek de aslında biraz böyle. Bütün görüntüler gittiğinde, sesler sustuğunda, anlam perdeleri aradan kalktığında zihnimizde kalan tortu ne? Bu soruya biyoloji başka bir yerden cevap veriyor, psikoloji, nörobilim başka bir yerden. Tarih başka bir perspektifle konuya eğiliyor. Sosyoloji, felsefe ve edebiyatsa başka pencerelerden bakıyor. Mimarlık, görsel-işitsel sanatlar da keza öyle. Bellek herkesin ilgilendiği bir mesele Antik Yunan’dan beri. Ortak metaforlar da söz konusu. Kuyu gibi, tiyatro gibi, balmumu tabletler gibi.
Temel olarak benim tezim Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi edebiyatıyla ilişkili olsa da teorik olarak belleğin farklı biçimlerine daha yakından bakabilmek için pek çok okuma yapma fırsatı elde ettim.
Augustinus’un İtiraflar’ı, Maurice Halbwacsh’ın Hafızanın Toplumsal Çerçeveleri, Connerton’un Toplumlar Nasıl Anımsar’ı kitaplarına ve Jan Assmann, Paul Ricoeur, Pierre Nora gibi isimlerin bellek kavramına yaklaşımlarına baktım. Ayrıca Halbwachs’ın “kolektif hafıza”, Walter J. Ong’un “sözlü bellek”, Walter Benjamin’in “hikâye anlatıcısı” kavramları da bu çalışma açısından belirleyici oldu.
David W. Blight’ın belirttiği gibi, bütün bunlar aslında Birinci Dünya Savaşı’na da sebep olan bir “bellek patlaması”nın ürünüdür. Blight, patlamanın temellerini “imparatorlukların yıkılması, yeni ulus devletlerin kurulması, kaybolan dünyalara ve kültürlere duyulan özlem, endüstriyel ve kentsel yabancılaşma, yaratılan yeni gelenekler ve yaygın anıt dikme faaliyetleri, ulusların takvimlerindeki kutlama günleri”ne bağlıyor. Ayrıca Henri Bergson, Sigmund Freud, Marcel Proust, Virginia Woolf, Maurice Halbwachs gibi önde gelen birçok entelektüelin belleği çalışmalarına dahil etmesiyle beraber artık zihnimizdeki bu tortuyla daha da meşgul hâle geliyoruz. Bellek çalışmaları aslında en temelde bize farkındalık ve yüzleşme imkânı sunuyor da diyebiliriz. Kendimizle yüzleşme, toplumla yüzleşme, tarihle, dünyayla ve varoluşun imkânlarıyla yüzleşme.
Abdullah Ezik: Refik Halid Karay, yaşamıyla da edebiyatıyla da sanırım bellek çalışmalarında üstünde durulmaya en uygun isimlerden biris. Hayatı gurbette geçen, gurbet yıllarını da metinlerine bu kadar etkili bir şekilde taşıyan çok az isim var. Refik Halid ismi, tezinizdeki bellek arayışı sırasında size nasıl bir zemin sundu? Refik Halid ve bellek çalışmaları nasıl kesişti?
Toplumsal belleğin çerçeveleri
Hazal Bozyer: Neden uygun? Önce buna bakmak lazım. Elimizde ne var? 20 roman, 2 hikâye, mizahla beraber sayarsak 13+18=31 ciltlik fıkralar veya kronikler diye adlandırılan yazılar, 2 anı kitabı, 1 tane de oyun. Bu eserlerin hemen hepsinde “anlatma”dan önce “hatırlama”nın olduğunu fark ettim. Ve bu hatırlamaların bireysel değil toplumsal çerçevelerle çizildiğini gördüm. Osmanlı’nın yaşadığı savaşlar, mutlakiyet, meşrutiyet, özellikle İkinci Meşrutiyet, Balkan Savaşları ve sonuçları, hemen akabinde Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi gibi meseleler sonucunda hatırlayan özne kendisini gizleyemez konumdadır ve yazarın kendisinden izler taşır. Anlatıcı ve yazar arasındaki sınır net değildir bu tip eserlerde; oldukça muğlaktır.
Hatıraları Refik Halid’in edebi üretimini besleyen en önemli kaynaktır ama hangi hatıraları? Çocukken dedesinin verdiği harçlık mı yoksa çocukken Abdülhamid’le bayramlaştığı bir bayram sabahı sahnesi mi? Patlıcan yemeklerinin lezzeti mi yoksa patlıcan kızartmaları yüzünden İstanbul’da yazın çıkan yangınlar sonucu pek çok ahşap evin yanması dolayısıyla hafızalarımıza ket vurulması mı? Kesişme aslında bu dönem yazarlarının, “Neden ‘hatırlıyorum’ dedikleri her şey toplumsal bir bağlama işaret ediyor?” sorusundan çıktı diyebilirim.
Abdullah Ezik: Az önce de belirttiğimiz gibi Refik Halid’in gerek yaşamı gerekse edebiyatında belleğin önemli bir yeri var. Peki onun yaşantısıyla edebiyatı arasında ne tür bir bağ söz konusu? Refik Halid’in kişisel belleği edebiyatını nasıl şekillendirmiş?
Hazal Bozyer: Aslında bu soruyu dönüştürebilirim: Refik Halid’in bizim tanımladığımız anlamda salt kişisel bir belleği var mı?Norman R. Brown’ın geliştirdiği “geçiş kuramı”, bu durumu “tarihte yaşama etkisi” [living-in-history] olarak değerlendiriyor. Kişilerin bir olayı tarihlendirirken toplumsal olayları dile getirme sıklıklarına bakılarak tarihte yaşama etkisi, kişilerin otobiyografik belleklerinin yaşadıkları tarihsel olaylar tarafından şekillendirilmesi olarak tanımlanıyor.
Bu dönem muharrirleri öyle çok kırılma noktasına maruz kalıyor ki kendi kişisel bellekleri ile toplumsal belleğin özdeş olduğunu görüyoruz çoğu zaman. Çocukluk anılarına top, tüfek sesleri karışıyor. Gündelik hayat pratiklerinde tarihsel arka planı yakından takip edebiliyor, 1900’lerin başında bir lokantada neler yenip içilebileceğini, hatta aşağı yukarı ne kadar hesap ödeneceğini bile görebiliyoruz. Detaylı tanıklıklar bunlar ve de çok kıymetliler. Dönem yazarları içlerinden geçmekte oldukları tarihsel kırılmanın farkındalar ve bu yüzden hafızayı kayıt altına almaya çalışıyorlar. Burada şunu da unutmamak gerekiyor: Hafızanın her hatırlamayı bir inşa süreci hâline getirdiğini, dolayısıyla anıların çok manipülatif olabileceğini göz önünde bulundurmak şart.
Abdullah Ezik: Belleğin hem bireysel hem de toplumsal bir karşılığı var. Bunu her bir yazarın kendi dünya ve edebiyat görüşü etrafında farklı şekillerde yorumladığını söylemek mümkün. Refik Halid’in belleğinde toplumsal ve bireysel anlamda nasıl bir örtüşme veya ayrışma söz konusu?
Kolektif hafızanın izdüşümleri
Hazal Bozyer: Örtüşmelerin daha çok, ayrışmaların ise daha az olduğu söylenebilir. Refik Halid’inanılarında yer alan “Kendimi tanımaya başladığım zaman evimizde henüz Moskof Harbi’nin lakırdısı edilmekteydi” cümlesine bakalım. Kendisini tanımaya başladığı zamanı bu şekilde tanımlıyor. Bir insanın kendilik bilincini ilk hatırladığı anın bile toplumsallıkla çerçevelenmesi Halbwachs’ın “kolektif hafıza” teorisiyle rahatlıkla açıklanabilir. 16 yıllık Suriye sürgününde (1922-1938) zor zamanlar geçirdiğini biliyoruz. Bu dönemi anlatan hatıralarında kişisel hislerinden neredeyse hiç söz etmediği görülür. “Hıyanet-i vataniye cürmü”nden idama mahkûm edilen bir yazar, korkuyor muydu, tedirgin miydi, endişeli miydi, neler hissettiğini bu anılardan çıkarmak mümkün değil. Karay, eşinden sürgündeyken boşanır. RParasızlık ve sürgünlüğüne bir de yalnızlık eklenir. Oysa bu anılar hakkında tek bir kelime bile yoktur. 1927’de ikinci evliliğini gerçekleştirir, bir oğlu daha olur. Yazarın bireysel yaşantısındaki bu anıların da hiçbiri hatıratlarında yer almaz. Yazarın her iki hafıza metni de toplumsal kategorilerle oluşturulmuş, bireyin mahrem alanı savaş, sürgün ve travmaların önüne geçememiştir. Emile Zola’nın “bilgilerimin kaynakları doğaldır: Gördüm, dinledim” sözlerini hatırlarsak, Refik Halid’in hikâyesinin de gücünü deneyimden aldığını söylemek mümkün.
Abdullah Ezik: Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na üye olması, İstiklal Savaşı aleyhine kaleme aldığı yazılar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş, 150’likler arasında yer alması, Beyrut ve Halep’te geçen sürgün yılları ve nihayetinde 1938 Temmuz’unda yurda dönüşüne izin verilmesi… Refik Halid’in bireysel yaşamı ile toplumsal hayatın birçok anlamda kesiştiğini görebiliriz. Bir toplumun veya en azından toplumu meydana getiren belirli bir grubun temsilcisi olarak Refik Halid bize nasıl bir portre çizer? Refik Halid bahsinde toplum-birey ilişkisi nasıl biçimlenmiştir?
Hazal Bozyer: Bir kere çok kırılma noktası var. 1888’de doğup 1965’te vefat etmiş bir yazarın tanıklık olduğu şeylerin genişliğini düşünün. Padişah görüyor, Meşrutiyet görüyor, Cumhuriyet görüyor, tek ve çok partili dönemi görüyor. Burada birkaç nokta var. İlki yurda dönüş hikayesi. Tuncay Birkan çok detaylı bir taramanın sonucunda ortaya koyduğu ve 1930-1960 arasında Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri başlıklı çalışmasında müstakil bir bölümde ele alır bu konuyu. Çok sahici verilerle sunuyor bize bu meseleyi. Bağlamın içinden, dönemin kendi kelimeleri ve kavramlarıyla ortaya koyuyor durumu. Refik Halid’in Atatürk’le ilişkisi hep çok tartışılmıştır. Bunu tartışırken dönemin tarihsel koşullarını bir tarafa bırakamayız. Bu iki isim birbirlerini hiç görmedi ama Refik Halid yurda dönmeden önce de rejimle hiçbir sıkıntısının olmadığını belirten, destekleyen tavrını hissettirmiş, daha sonra yazdığı romanlarında da Atatürk’e övgülerini satır aralarında daima dile getirmiştir.
Abdullah Ezik: Ulus-devlet inşası sırasında Refik Halid’in sürgüne gönderilmesi, sürgünde inşa edilen “ben” ve “öteki” onun yaşamında da büyük bir kırılmayı beraberinde getirir. Bu durum onun bellek metinlerine nasıl yansır? “Öteki”nin temsil ve temsilsizliği üzerine ne söylersiniz?
"Bellek kendini daima yeniden inşa ediyor."
Hazal Bozyer: Her şeyden önce etiyle kemiğiyle bir “sürgün”den söz ediyoruz. Sürgünlük, kolektif aidiyetin kaybıdır. Buna rağmen Refik Halid’in sürgünde “millî” bir kimlik inşa etme çabası şaşırtıcıdır. Yazarın hatırladıkları kadar hatırlanan şeylerin siyasal içerimi de önemli. Sürgünlük sırasında ve sürgünlük sonrasında yazdığı metinlerde bazı farklılıkların olması kaçınılmaz doğal olarak. Bellek kendini daima yeniden inşa ediyor.
Karay, Mahmud Şevket Paşa’nın katledilmesinden sonra İttihat ve Terakki tarafından 1913’te Sinop’a sürülüyor. Sonra Çorum, Ankara ve Bilecik’e gidiyor. Ziya Gökalp’in rica ve minnetleriyle İstanbul’a geliyor. Ardından Halep, Beyrut yolculukları geliyor. Cumhuriyet’in ilanından bir sene evvel, 1922’de Lübnan’a gidiyor ve tabii 150’likler Kanunu çıkınca orada kalıyor. 1938 Temmuz’da da anayurda dönüyor. Refik Halid sürgünde de muhalifliğini gizlemiyor ama sürgün sonrası yazdıklarında artık rejimle tamamen barışmış, hatta propagandasını yapar hâle gelmiş bir yazar figürüyle karşı karşıyayız.
Christine Philliou, kendisi U.C. Berkeley’de Osmanlı ve Türkiye tarihi üzerine çalışmaları olan bir tarihçi. Refik Halid üzerine bir çalışması var. Yakında Türkçeye çevrilecek diye biliyorum. O mesela Deli ve Bir Guguklu Saatin Azizliği gibi eserlerin ancak sürgündeyken yazılabileceğini ima ediyor. Yani Philliou’ya göre Karay, Deli gibi bir piyesi sadece sürgünde, Cumhuriyetçi Türkiye’nin fiziksel ve politik sınırlarının ötesinde yazabilirdi. Halep bunun için çok elverişli bir coğrafyaydı diyor Philliou. Bir kere hâlâ bir Osmanlı şehri, çok dilli, 1915 sonrası bölgeye gelen Ermenilerin yanında birçok Türkün, siyasi sürgünün de yeri Halep. Dolayısıyla buradaki muhalefet için koşulların yeterli olduğu düşünülebilir.
Burada özellikle Sürgün romanından bahsetmemiz gerekir. “Öteki”nin temsilleri bu romanda belirlenmiş kalıplar içindedir hep. Ermeniler, Rumlar veya diğer gayrimüslimler daha ziyade figüran gibidirler; ana karakter olamazlar. Her ne kadar muhalif bir kimliği olsa da baskıcı bir kültürün içinden yazar Refik Halid. Belki de kanonun onu hep “milli edebiyat” içinde konumlandırma sebeplerinden biri de budur.
Abdullah Ezik: Tezinizde Refik Halid’in metinlerini kurgusal metinler, gazete yazıları ve hatıralar olarak gruplandırıyorsunuz. Bu noktada edebî tür, belleğe dair ne tür farklı perspektifleri gönürür kılmıştır?
Gündeliğin günlüğü olarak bellek
Hazal Bozyer: Burada da türler arası kesişmelerden söz etmeliyiz. Öyle ki Refik Halid’in edebi üretiminde anılarla romanlar, kroniklerle hikâyeler arasında da net çizgiler yoktur. Hatta öyle ki gazete yazılarından bazılarını neredeyse hiç değiştirmeden kurmacalarına yerleştirdiğini görüyoruz. Elbette bunun bazı temel sebepleri var. En temel sebep ekonomi. Geçinmek zorundalar, 150’likler kapsamında yurda döndükleri için devlet memuriyetleri yasak. Dolayısıyla kalemleri geçim kaynakları. Çok yazmak ve okunabilecek şeyler, hatta ve hatta sinemaya uyarlanabilecek şeyler yazmak zorundalar. Bütün bunların en hızlı üretildiği ve tüketildiği alan gazete. Gazete yazıları çok önemli çünkü gazetenin kendisi o dönem için çok önemli. Jeffrey K. Olick’in belirttiği gibi gazete sadece bir kayıt cihazı değil, aynı zamanda toplumsal belleğin bir parçası. Neler olup bittiğini kaydetmekle kalmıyor, ama onları saklamakla ve arşivlemekle de yetinmiyor. Olick, buradaki arşivin Jacques Derrida’nın kastettiği anlamda bir arşiv olduğunu, yani kültürün kendisi anlamına gelen arşivin, açık ve gizli, gerçek ve potansiyel olarak geçmemiş bir geçmişin temsili olduğunun altını çizer.
Abdullah Ezik: Tezinizin en özel bölümlerinden birisi de toplumsal bellek ile gündelik hayatın kesiştiği kısım. Refik Halid gibi gündelik hayatı metinlerinde yoğun bir şekilde yansıtan bir yazarda bu konunun toplumsal izlerini görmek çok kıymetli. Refik Halid’in metinlerinde gündelik hayat ile toplumsal bellek arasında nasıl bir ilişkisellik var?
Hazal Bozyer: İnanılmaz bir bağlantı var. Bu dönem muharrirleri aynı zamanda gündelik hayatın kaydını tuttukları için de çok önemliler. Gündeliğin günlüğünü yazmışlar.
Halbwachs eşyalar için “etrafımızdaki dilsiz ve hareketsiz topluluk” ifadesini kullanır. Refik Halid ve dönemdaşlarının eşyayla kurdukları ilişki tam da böyledir. Bu eşyaları, bu “ıvır zıvır”ı salt dekor olsun diye kullanmadıkları çok açıktır fakat bir mesaj kaygısı da gütmezler. Sadece eskiyi ve yeniyi göstermek isterler. Eklektik olanın bir aradalığının hem gülünç hem de hikâye anlatan tarafını, hafızayı saklayan tarafını sunmayı arzu ederler. Sibel Bozdoğan Modernizm ve Ulusun İnşası kitabında çok güzel tartışır bu meseleyi. Erken Cumhuriyet döneminde kübik, geometrik açıdan basit tasarımlı evler vardır dergilerde ama evlerin içi hiç de öyle değildir; çünkü insanlar hemen babalarının, annelerinin veya dedelerinin eşyalarını atmamışlardır, kimi zaman bir hat levhası kimi zaman antika bir saat veya mobilya bu kübik tasarımlara eşlik eder ve ortaya “bizim” hikâyemiz çıkar. Bu eklektik görüntünün sebebi aslında budur.
Bu dönem yazarlarının pek çoğu Refik Halid olsun, Refii Cevad olsun, Vâlâ Nureddin olsun, Reşat Nuri, Abdülhak Şinasi, Hikmet Feridun, Hüseyin Cahit olsun… Hemen hepsinin gündelik hayatla olan ilişkisi dikkate değer. Hakan Kaynar, “Refik, Halid Bir de Georg” başlıklı metninde bu ilişkilerden bahseder. “Geçmişle tatminkâr bir ilişki kuran afacan İstanbullular” tabiri çok nefis. Kaynar aynı zamanda bu yazıda bir bölüm başlığı olarak şunu seçer: “Ivırla Zıvırın Hazinesi”. Tuncay Birkan’ın eşya konusunda bu yazarların iki dünya eşyaları arasında kaldığını aktardığı bir yazısı var ki o da nefistir.
Bu arada Refik Halid’in inanılmaz bir kaşık koleksiyonu var. Eşyalarla kurduğu bağlantı da enteresan. Bu noktada yine toplumsal bağlar devreye giriyor. Refik Halid bir perdeden üç neslin tarihini okuyabilen bir yazardı. Çünkü toplumsal dönüşümü gündelik hayat pratikleri üzerinden çok net bir şekilde okuma kabiliyetine sahipti. Bu da mukayese ve çağrışımla çalışan bir zihin için inanılmaz bir malzeme sunuyor diyebiliriz. Bütün bunlar, toplumsal kırılma noktalarının açığa çıkmak için iştahlandığı alanlar. Refik Halid de bu alanları en verimli şekilde kullanabilmiş bir yazar.