Geçen yıl 3 Aralık’ta yeryüzünde ilk kez Küresel Eylem Günü yapıldı. Dünyanın dört bir yanındaki kentlerde pek çok insan, muhtemelen gezegenin yüz yüze bulunduğu en büyük tehlikeye, yani küresel ısınma tehlikesine karşı bir an önce harekete geçilmesi için yürüdü o gün. Bu dünya şehirleri arasında İstanbul da vardı. Haydarpaşa Numune Hastanesi önünden Kadıköy Meydanı’na kadar bin bir renkli maket, nesne ve sloganlarla yürüyen ve orada eş-dost, çoluk-çocuk (hatta benim gibi torun-torba) gösteriye katılan, konuşan, konuşmaları ve müzisyenleri dinleyen insanların sayısı binden fazla, belki iki bine yakındı. Bunun, küresel ısınma konusunda, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin muhtemelen en büyük kitlesel protesto gösterisi olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, olayı örgütleyen uluslararası kuruluşlardan alınan bilgi doğrultusunda, İstanbul’un dünyadaki en büyük ikinci katılıma sahne olduğunu da ekleyebiliriz (birinci Londra). Rakamlar acıklı görünebilir. Ama, öte yandan, dünyada gerçek bir değişikliği ateşleyebilmek için aslında ne kadar az insana ihtiyaç duyulduğunu göstermek açısından hiç de önemsiz sayılmaz doğrusu.
Bu gösterilerin yapıldığı sırada, dünya hali açısından hayli kaygı verici bir durum vardı zaten ortalıkta. Arada geçen 10 aylık süre içinde ise gelişmeler besbeter oldu: 20 yıllık “sera gazı bilimi”nin en önemli ismi, dünyanın en büyük iklimbilimcisi James Hansen, tedbir almak için en fazla 10 yılımız kaldığını herkese duyurdu. Yani, atmosferdeki karbon akışını tersine çevirmek için sadece 2015’e kadar vaktimiz kaldığını, bir kez eşik aşılırsa ondan sonrasını kimsenin kestiremeyeceğini, çünkü artık “başka bir gezegen”den bahsediyor olacağımızı yazdı Hansen. Yeryüzünün nasıl davrandığı konusunda en bütünsel (ve sezgisel) bakışı getiren bilim insanlarından biri olan James Lovelock da, “vasiyetname” niteliğinde bir kitap yayımladı. Bu kitapta, okyanusların ısınmasıyla yosunların ölümü, dünyanın yansıtma gücünün değişmesi, tropik ormanların yok olması, birçok yerde muazzam ölçüde metan gazı açığa çıkması gibi süreçler sonucunda dünyanın birkaç on yıl içinde çok sıcak –hatta daha ileride Mars gibi tamamen kavrulmuş– bir gezegene dönüşeceğini, milyarlarca insanın öleceğini ve en fazla 200 milyon insanın Kuzey Kutbu civarında, belki, hayatta kalacağını anlattı.
Bu iki bilimsel “anlatı”ya ilaveten, son aylarda mesela şunlar da oldu: Yeryüzü son bir milyon senedir gördüğü en yüksek sıcaklığa yaklaştı (NASA); Kuzey Buz Denizi’nde bir yılda Türkiye büyüklüğünde buz eriyip gitti, kutba kadar yarık açıldı (ESA);
Kuzey kutbunda ortalama % 0.15 olan yıllık buz erimesi, son iki kışta % 6’ya çıktı, yani 30 kat hızlandı (NASA); Güney Kutbu’nda 2002’de âniden dağılarak yok olan, Lüksemburg büyüklüğündeki buz kütlesinin, insan faaliyetine bağlı küresel ısınmadan çöktüğü kanıtlandı (British Antarctic Survey); Dünyadaki nehirler ve yeraltı su kaynakları kurumaya başladı (British Met Office); Taleplerimiz dünya kaynaklarını aştı ve “ekolojik borç” yemeye başladık (Global Footprint Network); Özellikle Kuzey Amerika’nın batısı, Akdeniz ülkeleri ve Brezilya’da aşırı kuraklık, sıcak dalgaları ve seller yaşanacağı saptandı (NCAR); Türkiye’de neredeyse tüm göl ve barajlarda suların çekildiği, Van Gölü seviyesinin küresel ısınma yüzünden düştüğü açıklandı (Beyşehir Belediyeler Birliği, 100. Yıl Üniversitesi, vb.)
Kısacası, ey okur, insan yapısı kıyametin yaklaştığına dair kıyamet kadar haber var ortada: Küresel ısınma konusunda dünyayı ilk uyaranlardan gazeteci Bill McKibben’ın deyişiyle: “Medeniyeti yerle bir edecek büyüklükte bir dev dalga oluşmakta; hayattaki tek gerçek mesele, bu dalganın gücünü kırabilmek için bir şey yapıp yapamayacağımız; ne var ki, pek azımız derinlemesine kavrayabiliyor bunları.” ( New York Review of Books, Kasım 2006)
Algılamanın yanı sıra, etik bir yanı da var meselenin: Dev dalganın altında ilk boğulacaklar, her zamanki gibi, yoksullar olacak tabii: Hem yoksul ülkeler, hem de tüm ülkelerin yoksul kesimleri. Dolayısıyla bu, bir küresel adalet mücadelesi de aynı zamanda. İklim değişikliği ile baş etmenin tek yolu, bunu tüm ülkelerde öncelikli siyasi gayret konusu haline getirmek. Karar alıcıları etkilemek yani.
“Fazla şansımız yok!” mu diyorsunuz? “Alternatifimiz, sahilde oturup tsunaminin gelmesini beklemek o zaman!” derim ben de. “Birilerinin bir şeyler yapıp bizi kurtarmasını bekliyorsak, daha çok bekleriz!” derim. İyisi mi, yürüyelim arkadaşlar. Önümüzdeki hafta, 4 Kasım, Küresel İklim Değişikliğine Karşı Eylem Günü, Haydarpaşa’dan Kadıköy Meydanı’na, sevdiklerimizle, çoluk çocuğumuzla, onlar için yürüyelim.
|
29 Ekim 2006 tarihinde, Radikal 2'de yayınlanmıştır.