Bu yazıyı okumaya başlamadan önce elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin lütfen. Ayda 10.000 Dolar maaş verdiğiniz bir yöneticiniz, herhangi bir sorunun çözümünü, 10 yaşındaki bir çocuğun anlayacağı bir dille anlatsa, ona inanır mısınız?
Peki ya, proje başına 1.000.000 Dolar‘dan aşağı işlere bakmayan yabancı danışmanınız, konuyu zaten herkesin bildiği basit yöntemlerle çözmeye kalktığında verdiğiniz paraya bir kere daha acımaz mısınız?
Ya da, şimdiye kadar kaç kişiyi “konuyu o kadar basite indirgeme” diye azarladığınızı hatırlıyor musunuz?
İletişimdeki başdöndürücü hızlanma, teknolojinin gelişmesi, karmaşık küresel ekonomi ve iş dünyasının artan temposu hepimizin aklını karıştırmaya yetti de arttı bile. Bu sisli ortamda önünü görebilmek için bir çok şirket bir danışmandan ötekine koşturup duruyor, bir çok yönetici tekrar eğitimden geçmek üzere okula geri dönüyor. Dünya danışmanlık hizmetleri cirosu 100 milyar Dolar’ı aştı.
Üzülmeyin, “iş hayatı çok değişti, artık işler çok kompleks” mavrası da çağımıza has değil. Sadece bunun karmaşık olduğuna bizi inandırmaya çalışan insan sayısı arttı o kadar. Yoksa etraftaki gürültü kirliliğinden etkilenmeden basit düşünebilen ve yüzyılların temel bilgisine sarılan insanlar için iş hayatı hiç de karmaşık değil.
Çağlar boyunca basit düşünmek, minimalist çözümler üretmek daima “banal” bulunmuştur. O yüzden herkes basit doğruları “ilginçleştirmek” için dağarcığından bir “süs” eklemiş ve sonunda kütüphaneler dolusu “management” kitabı yazılmıştır.
Aldığımız genel eğitim ve “management” eğitimi bize her değişkeni hesaba almayı, her alternatifi denemeyi ve her açıdan analiz etmeyi öğretmektedir. Bu da çıldırtıcı bir karmaşa yaratır ve doğal olarak da sınıfın en akıllısı, en karmaşık çözüm ve tavsiyeleri üretir. Maalesef tüm farklı çözüm yollarını araştırırken “Kaos Bulvarına” düşmek kaçınılmazdır. Birbiriyle çelişen fikirlerin ve farklı yönlere koşan insanların cirit attığı bir caddedir bu. Yönetimde Minimalizm ise alternatifleri azaltmanızı ve tek bir yöne doğru koşmanızı emreder.
İşimiz kolay değil. Bütün bu “süslü” teoriler önce kalın, hoş ama içi boş kitaplarda karşımıza çıkar. Daha sonra şirketimiz dünyanın parasını öder, gider bir de bunları karizmatik “guru”nun kendi ağzından dinleriz. Bir de bakmışız ki içeriğini anlasak da anlamasak da biz de “tarikate” dahil olmuşuz. Böyle büyük insanlara soru soracak veya böyle ulvi fikirleri sorgulayacak kadar cesur da olmadığımız için sesimizi çıkarmadan otururuz. Zamanı geldiğinde de sadık bir “mürit” olarak papağan gibi tekrarlarız.
Bu tip doğal korkularla başetmenin en iyi yolu probleme odaklanmaktadır. Bale yapan kızım, hızlı dönüşlerde başının dönmemesi için, her tur sonunda seyredenlerden birisine odaklanmayı öğrenmiş durumda. Ne kadar basit değil mi? Odaklanacağınız doğru problemi tespit edebiliyorsanız mesele yok.
Süt ve sütlü ürünler sektöründe çalıştığım dönemde bir problemle karşılaşmıştık. Yoğurt pazarının tartışmasız lideriydik. Yine de hedefimiz satışları arttıracak yeni yollar bulmaktı. Ancak satış müdürlerinin her istediği tip ve ambalajda yoğurdu yapmamıza rağmen satışlarımız artmıyor, karlılığımız da düşüyordu. Bir gün genel müdür yardımcıları ve ürün sorumluları ile bir toplantı yaptık. Genişce bir masanın üzerine, sattığımız tüm yoğurt çeşitlerini koyduk. İnanmayacaksınız ama 29 değişik kap vardı. 200 gm’lık bardaktan tutun da 9 kg’lık tenekeye kadar. Şu basit soruyu sorduk birbirimize. “Türk tüketicisinin 29 değişik ambalajda yoğurt’a ihtiyacı var mı?” Herkesin cevabı aynıydı, “Yok!” Promosyonlar, yerel alışkanlıklar, mevsimsel özellikler derken, yıllardır tüketiciye hayatı zindan ediyormuşuz da haberimiz yokmuş. Elbette her ürün tasarlandığında gerekliliğini doğrulayan bir çok neden vardır. Ancak ormana değil de sadece ağaçlara baktığımızda karşımıza çıkan manzaralar da böyle hazin olmaktadır. Sonuç ne mi oldu. 29 paketten 12’ye düştük. Satışlar %15, karlılık %9 arttı. Basit, değil mi?
Pek “moda” olmasa da basit düşünmenin, minimalist çözümler üretmenin gücü ortada. Gerekli olan tek özellik ise sağduyu”.
Türkiye’nin son 20 yıldır en çok satan arabası Tofaş’ın “kuşları”. Yine Türkiye’de en prestijli kabul edilen otomobil markalarından biri de Cadillac. Size şöyle bir soru sorsam. “Cadillac, Şahin kalitesinde ve Şahin’e benzeyen bir otomobil yapsa iyi satar mı?” Ben çevremdeki 10 kişiye sordum “hayır” cevabı aldım. Sizin de cevabınızın “hayır” olduğunu duyar gibiyim. Bu yazıyı okurken bu soruya cevap verirken muhakemenizi sadece sağduyunuzla yapıyorsunuz. Elinizde bu cevabınızı destekleyecek ne bir veri tabanı, ne bir araştırma sonucu var, teknik bilginizin de olmadığını varsayıyorum. Sizin açınızdan Cadillac büyük, pahalı arabadır. Şahin ise küçük ve ucuz bir arabadır. Bu kadar basittir.
Dünyayı olduğu gibi değil de hoşlarına gitttiği şekilde görmek istediklerinden olsa gerek Cadillac’ın pazarlama müdürleri açısından konu bu kadar basit değil. Geçen sene New York’ta bir araba kiralamak istedim. Önceden rezervasyon yapmadığım için sadece küçük ama pahalı bir araba kalmıştı. “Ne marka” diye sordum. “Cadillac Catera” dediler. Araba meraklısı olmama rağmen hiç görmediğimi söylediğimde, aldığım cevap beni hiç şaşırtmadı. “Satışlar çok kötü, rent-a-car dışında görmeniz pek mümkün değil”.
Sağduyunuza güvenin. Size doğru yolu gösterecektir.
* Bu yazı Globus’un Şubat 2000 sayısında “1 milyon Dolarlık Tavsiye” başlığıyla yayınlanmıştır.