Yeşil sahaların efendileri

-
Aa
+
a
a
a

Yeni sosyal hareketleri, geleneksel sosyal hareketlerden ayıran en önemli nüanslardan biri de, hareketlerin iktidar kaşısındaki konumlanmalarıdır. Geleneksel sosyal hareketler, mücadele ettikleri iktidara karşı kendi alternatif iktidarlarını geliştirirken, yeni sosyal hareketler daha farklı bir alanda mesai sarf ederler. Bu da geleneksel olandan daha ‘düşük bütçeli’ bir proje olan (belki de olmayan) “iktidarı/gücü görünür kılma” perspektifidir.

 

Yazının başlığından icabetle, bu kadar ağır ve kalın laf niye edildi gibi haklı bir soruyu şimdiden önlemek için, yineleyelim. Futbol asla sadece futbol değildir! ve Foucault’un omnipresent iktidarı kamusal alanların bu en afili delikanlısının endamında ziyadesiyle tecelli bulunuyor.

Peki ne oluyor da, bunlar oluyor?

Malum, İstanbul’un tam da ortayerleri, beş gün arayla, İslam süsü verilmiş tonlarca bombayla yarılırken, oryantalist zihniyet durumdan bir garip ‘doğu’ tasavvurundan başka bir şey çıkartamıyordu. Ne zaman ‘doğu’da bir yerlerde birşeyler patlasa, bu geçmişi derinde zihniyete bir şeyler oluyor, meseleyi idrak etmekten ziyade, ilhak etmekle daha fazla uğraşıyor. Ve bulundukları yerden bakınca, Misakı Garp sınırları bir ileri bir geri gidip duruyor.

 

Buna en güzel örnek, pek yakın günlerde, İtalyan gazetelerinde yapılan tartışma idi. Bilindiği üzere İtalya’nın Roma takımı, UEFA Kupası kurası sonucunda Gaziantep takımı ile eşleşti. Ve şimdiden İtalyan tabloid basını, maçın tarafsız bir sahaya alınması yönünde güdümlü gündem pompalamaya başladılar. Gerekçeleri de Gaziantep’in Suriye sınırından sadece 100 km uzakta olması. Sanki İstanbul, Irak’a çok yakındı? Veya (en manidarı) New York’la Bağdat arası şuradan şurası!

Demek ki, ‘nerede’ yaşadığınız değil, hangi anlam ve tanım kümesi içinde yaşadığınız önemliymiş.

 

Uzun ince bir yoldayız! UEFA-CAS rotası

 

Sinagog-konsolosluk-banka üçgenini ve en çok da İstanbullunun gündelik yaşamını derdest eden malum eylemden sonraki günlerde gerçekleşmesi gereken ‘spor’ müsabakaları, bizatihi o müsabakayı organize eden kuruluş tarafından fikren ‘taraflı’ bir sahaya alındı (Galatasaray ve Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi maçları). Yoğun itirazlar sonrasında bile, UEFA kararından taviz vermeyerek, vicdan sızlatan bir kararın birinci derece müsebbibi oluverdi.

 

Hattı zatında da böylesi bir kıyım sonunda, meselenin özüne taraf olması gereken UEFA, anlamsız bir yerine taraf olarak aslında bir şekilde tutarlılık noktasında bertaraf oluyordu. Bu olay aslında, yaklaşık 50 senedir Avrupa futbolunu yöneten bir kurumun, oyunun son 20 senelik endüstrileşme hamlesinde bu kurumun yeri açısında şaşırılacak bir şey değil.  En azından, bu son yaşananlar, oyunu sadece oyun olarak algılayanlar için, UEFA denen nevi şahsına münhasır organizasyonun ilk karne yıkama eylemi de değil. Öte yandan bu karneyi deşifre etmeye kalktığımızda çıkartacağımız sonuçlar, ne bu sayfaları ne de olası herhangi bir derginin sayfalarını ciddi zorlayacaktır.

 

Bu vesileyle, biz meselenin UEFA sonrasında neler oldu, biraz da oraları deşelim. Bilindiği üzere, herhangi bir UEFA kararı, hukuki yolculuğun sonu olmuyor. Daha başka futbol davalarında görülecektir ki, işin bazen Avrupa Birliğine ve AİHM’e kadar gittiği bile olmuştur. Bakınız Bosman davası. Ama, olası bir itiraz potansiyelli bir UEFA kararı sonrası, en önemli başvuru mecralarından biri Lozan merkezli CAS (Court of Arbitration for Sport), yani Spor Tahkim Mahkemesi’dir.

 

Ülkelerin kendi ilgili kurumları tarafından belirlenen hukukçuların önerilmesi ve görev almasıyla oluşan CAS, 55 ülkeden 150’yi aşkın hakemden oluşur. Kendi içinde seçim ve görevlendirme sistemi ile işleyen CAS, önüne gelen bir karar öncesi, taraflarla bir araya gelir, ortak olarak belirledikleri hakemlerin davayı incelemesi sonucunda, 6 ile 12 ay arasında bir sonuca varak, ilgili spor dalının ulusal, bölgesel ve de uluslararası kurumlarına bildirerek, uygulaması yönünde tavsiyede bulunur. Öte yandan, CAS aynı zamanda, acil durumlarda konuyu tartışmaya başlamadan önce, ilgili kurum tarafından verilen kararı askıya alma hakkına da sahiptir. Yani Galatasaray-Juventus, Beşiktaş-Chelsea maçlarının uygulama yakınlığı gibi. Lakin, CAS’ın tavsiyesi ve kararı sonucunda, bu kararların uygulanması, ülkelerin bu kurumu tanımasıyla da doğru orantılıdır. Yine de, uluslararası bir mahkemeden ziyade hukuki bir hakemlik kurumu olan CAS’ın kararları, taraf ülkeler nezdinde uygulanılması zorunludur.

 

CAS hakkındaki bu kısa hatırlatmadan sonra meseleye dönmekte fayda var. Malumunuz, hem UEFA kararı sonrası hem de CAS kararı sonrası, memleket sathında yaşanan tartışmanın niteliği hamâsi, kof, şoven diskurdan başka bir şey olmamıştır. Karar ve uygulama süreçleri arasında ziyadesiyle zaman olmasına rağmen, sanki ağız birliği yapmışçasına neredeyse tüm basın-yayın kuruluşları, aç parantez “Avrupa’nın Türk’e önyargısı”, kapa parantez “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” kakafonisi dışında bir şey konuş(a)mamışlardır. Halbuki, hem UEFA’nın kararına hem de CAS’ın kararına muhalefet edecek birkaç tarihsel örnek yanıbaşımızda dururken.

 

Bunlardan en önemlisi, Glasgow Rangers’ın Aralık 2001 tarihinde, kulübün Rusya’ya Dağıstan’ın Anji takımıyla maç yapmaya gitmeyi reddetmesiyle ilgilidir. Ortada herhangi bir UEFA nezdinde tartışma yok iken, G.Rangers kulübü konuyu CAS’a taşımış ve Dışişleri ofisinin Dağıstan’ı “No-go area” (yani kısaca tehlikeli bölge) ilan etmesini göstermiştir. Sonuç ne mi olmuştur? CAS, konuyu mahkemeye sevk etmeyi bile gereksiz bulmuş ve alınan karara rağmen G.Rangers’ın, eğer Dağıstan’a gitmezse, gelecek bir yıl boyunca uluslararası organizasyonlardan men edileceğini duyurmuştur.

 

Şimdi bakalım, Beşiktaş kulübünün UEFA’nın kararı sonrası CAS’a yaptığı başvuru aynı şekilde hangi gerekçelerle reddedilmiş:

 

Beşiktaş Spor Kulübü basın danışmanı Mete Düren’in CAS’ın gerekçelerini ifade ederken söyledikleri pek manidardır. Galatasaray-Leeds maçı öncesi İstanbul’da yaşanan olaylar, İngiltere İstanbul Başkonsolosunun saldırılarda ölmesi ve de en önemlisi İngiltere dışişleri ofisinin İstanbul’u vatandaşları için “tehlikeli bölge” (“No-go area”) ilan etmesi.

(Bu arada, bu kulüplerimizin olaylar sonrasında takındıkları basiretsiz ve boyun eğik tavır da kendilerinin aslında UEFA’nın pastası – pek küçük de olsa- konusunda ne kadar obur olduklarını göstermektedir.)

 

Bu örnek tek de değil. Konuyla direkt alakalı olmasa da, 14 sene devam eden ve sonunda kulübün CAS’a başvurmasıyla usulden bozulan “Anderlecht davasından” hareketle de, CAS’ın UEFA üzerinde (her şeye rağmen) ne kadar etkili olduğu gözükecektir.

 

Bu nasıl adalet?

 

Hal böyle olunca, ‘hukuk’ denen pek kutsal, pek mühim bir hadisenin, alınan bir karar vesilesiyle nasıl bir bozuk-düzen saza döneceğinin bir örneğini görüyoruz.

Disiplin olarak, hiçbir dönem hukuk ile ilgisi olmayan, lakin Türkiye’de yaşayan muhalif bir vatandaş ve her daim hukuk mekanizmaları ve kararları ile boğuşan biri olarak, bu tip sonuçlar bu memlekette görmeye sıkıntı duymadığımız sonlardır.

Lakin, konu futbol karşılaşması ve konuk da uluslararası saygın ve bağımsız bir kurum olunca, alınan bu karar vesilesiyle oldukça şaşırdığımı itiraf etmeyelim. Sadece hukuk da değil, her türlü sosyal bilim alanlarının o işin profesyonellerine bırakılmayacak kadar ciddi olduğu düşünülür. Ne kadar doğrudur! Elbette, bu disiplin alanları “Kentiçi Toplu Ulaşım şurası” da değildir ki ipini koparan gelsin katılsın. Lakin, kendi şahsında, sınırlı ömründe futbolun coğrafyasını ve bu coğrafyaya değen mevzuları karşılaştırmalı olarak takip eden biri olarak da, bu kararlarla ilgili en azından şunu söylemek isterim:

 

Ne aklen ne de vicdanen hiçbir şekilde ikna olmadım! Siz oldunuz mu?

 

Galatasaray-Leeds maçı, aradan geçen 3 sene sonra Beşiktaş-Chelsea maçına hukuki gerekçe olarak gösterilebiliyorsa, Roma-Lazio maçında taraftarların birbirini bıçaklaması, Gaziantepspor’a da (Roma’ya gitmemek için) gerekçe olamaz mı? Veya konsolosluk, banka, turist firmalarının Türkiye ile çalışacaklarını deklare etmeleri, “No-go area” kavramını, hukuki açıdan ne denli sorunsallaştırıyor?

Fare-dağ ilişkisine yeni bir alan kazandırma niyetinde değilim. Lakin, futbolun endüstrileşmiş bu mutant halinin hukuk kavramına daha ne şekilde tavşan-tazı ilişkisi alanları kazandırıp kazandırmayacağını da ziyadesiyle merak etmekteyim.

 

Son söz olarak da, meselenin diğer yönüyle ilgili birkaç kelam etmek gerekir. Biz biliyoruz, acep kamuoyu ne zaman anlayacak? Aslında hikayenin diğer tarafında da o çok delikanlı gibi gözüken UEFA ile G14’ler diye adlandırılan Avrupa’nın zengin kulüpleri arasında dönen pastanın paylaşılmasının iyice kızışmaya başladığının resmidir. Artık zengin kulüpler birkaç senedir UEFA’nın pasta payını haddinden fazla kaptığını öne sürerek, kendilerinin bundan böyle ortak hareket edeceklerini söylemesiyle, bu kurumun paçasının bayağı tutuştuğunu gösteriyor. 

Hal böyle olunca da, bizim gibi memleketlerin futbol kulüplerinin müdahil olduğu olaylarda, UEFA alabildiğine bu zenginler kulübünü hoş tutmaya çalışıyor. Peki bilin bakalım kimler var bu G14 şebekesi içerisinde?

 

Olan yine, bu oyunu sevmekten başka hiç bir beklentisi olmayan futbol seyircisine oluyor.