Ömer Madra: Çok az zaman kaldı yerel seçimlere, 17 gün var. 29 Mart'taki yerel seçimlerin ekonomi üzerindeki etkileri üzerine biraz konuşalım.
Hasan Ersel: IMF konusunda da bir sorunuz vardı, ona da sonra cevap vereyim.
Avi Haligua: Ben aslında Erdoğan'ın fikri bütünlük dışı hareketlerini ilgiyle izliyorum, aslında derdim ne IMF ile ne de programla.
ÖM: İstersen oradan başlayalım, yani IMF ile anlaşma yapılması gerekiyor mu, yoksa başbakan mı haklı?
HE: "IMF ile anlaşma yapılması gerekiyor mu?" sorusunun içeriğini doldurmak lazım, ne anlaşması yapacağız? Mesela IMF'yle, olan kotamızın arttırılması konusunda bir anlaşma yapıyorsak bunun krizle bir ilgisi yok, kötü bir şey değil, ama ilgisi yok. Anlaşmak istenen konu şu: Türkiye'nin bu krizle başedebilmesi için bir program yapacağız, IMF de "bu program uygun ve güzeldir" diyecek ve bunun karşılığında da belki bir mali destek verecek.
Buna IMF anlaşması deniyor, bunun içeriğini doldurmayınca biraz garip bir şey oluyor. Dolayısıyla, mühim olan anlaşma yapılıp yapılmaması değil, Türkiye'nin yapacağı programdır. Yalnız bu bizim, Türkiye'de yaşayan bizlerin bakış açısı, bizi şu ilgilendiriyor; "Bizi bu krizden mümkün olduğu kadar az zararla çıkaracak bir program olacak mı olmayacak mı?" IMF'nin mali desteği bir ek olanaktır, olması iyidir tabii. Olmazsa da ne yapalım, biz doğru program yaparsak, IMF ile anlaşmasak bile çıkarız, ama belki biraz daha zorlanırız çıkarız. Fakat olayın bir de başka bir boyutu var, o da yabancılar nasıl bakar?
ÖM: Yabancı derken?
HE: Türkiye'ye yatırım yapan, Türkiye'ye parasal olarak portföy yatırımı yapan, ya da gelip fabrika kurmak şeklinde yatırım yapan ya da yapmayı düşünen birisi açısından bir farklılık var. Türkiye'nin bu anlamdaki saygınlığı Almanya'nın ya da Amerika'nınki gibi değil. Onların IMF'ye filan ihtiyacı yok, bir şey yapacağım dediği zaman, Almanya böyle hareket edecekse böyledir diye düşünebiliyorsunuz. Bizde ise, çok sorun yaşadığımız için, dışarıdan yapacağımız programın bir şekilde destekleniyor olması ek bir teminat gibi görülüyor, onun için yabancılar için daha ikna edici olur.
Mesela, "Türkiye'den çekileyim mi acaba?" diye düşünen birisi, "yok çekilmeyeyim, IMF'ye de söz verdiler, demek ki bu programı yapacaklar" diyebilir. "IMF de uygun gördüğüne göre iyidir" diyebilir. İşte bu işe yarar IMF anlaşması. Bu olayın bu kısmının bu kadar öne çıkması bana biraz garip geliyor.
İkinci nokta daha var; "IMF'den para alıp, bankalara vermek" deyince o da bir garip yorumlanıyor. Bir kere IMF'den alınan paranın esas itibariyle yarayacağı, en büyük katkı yapacağı nokta, Türkiye'nin rezerv durumunu kuvvetlendirmek. Bir para çıkışı halinde Merkez Bankası'nın rezervlerinde biraz azalma olabilir, bundan çok etkilenmemesini sağlamaktır. Tabii ki bir miktar etkisi vardır, ama eğer hükümet bankaya bir destek veriyorsa, bankanın ortaklarına, sahiplerine değildir bu destek, banka kredi verebilsin diye yapılabilecek bir destektir ve onun için de kuralları saydam olmalıdır. "Şu bankaya, şu nedenle, şu kadar geçici sermaye" verildi denir, kuralları konur. Yoksa banka sahiplerini zengin etmek için ya da zararlarını karşılamak yapılmaz destek, eğer öyleyse buna tepki gösterilmesi bence doğaldır. Eğer Başbakan, "Türkiye borçlanıyor bazı insanların zararını telafi etmek için" derken onu söylemek istiyorsa doğrudur, ama böyle bir niyet olduğunu da sanmıyorum. Esas mesele kriz için en uygun programı yapmak. Dolayısıyla en uygun sektör ya da bir yer seçilebilir, hesabı verilmek kaydıyla. Hesabını verince biz anlarız, yani o sektörde, mesela bankacılıkta bir sorun varsa. Şu anda böyle bir sorun yok, ama bence başka türlü bir sorun var; bankalarımızın daha çok kredi vermesini istediğimiz zaman bunun nasıl sağlanacağı sorunu var, yoksa bankalarımızda tehlikeli bir durum yok. Eğer biz bu imkânı daha fazla sağlarsak, bankalarda kredi mekanizması daha iyi çalışacak, bunun sonucunda iktisadi yaşam canlanacak, ondan sonra da biz borcumuzu ödeyeceğiz. Bu mantıklı bir şekilde anlatılırsa, bunun sonucunda bankalara neden sermaye takviye edşldiğini hepimiz anlarız. "Sonunda topluma geri ödeneceği için bir sakınca da yoktur" diye düşünebiliriz, ama "bilmem kim zarara uğradı onu telafi ediyorum" derseniz "ben borçlanıyorum o kazanıyor" diye düşünürsünüz.
AH: Aslında Erdoğan "bankalarda da şirketlerde de bir sıkıntı yok, herkes iyi durumda, bakmayın siz onlara" diyor.
HE: Onu söylediğini biliyordum da onların sıkıntıları olmadığını bilmiyordum, bana öyle gözükmüyor. "Şu anda bankalarda bir tehlike var mı?" sorusunun cevabı "hayır", fakat bu olaylar böyle konuşulmaz. Toplumda ekonomide kredi talebi 100 birim iken Türkiye banka sistemi bunun % 70'ini karşılıyor diyelim, 30 birim kredi alamadığı için ekonominin büyümesinde önemli ölçüde sekteye uğruyor. Bu bir sorundur, ama bu, bugün bankaların durumunun kötü olduğu anlamına gelmez.
ÖM: "Büyük işverenler, bankalar zor durumda' denmiş, hiç kimse zor durumda değil, gerçekler başka, bakmayın" demiş.
HE: Ben de zaten gerçeğin tek olmadığına hep inanmışımdır.
ÖM: Biz de. Bir de, ekonomi bu yerel seçimler üzerine ne kadar etkili olabilecek meselesi var. Programcımız Ali Bilge'nin yayın yönetmenliğini yaptığı İktisat ve İşletme dergisinde yayımlanan, Ali Akarca'nın bir matematiksel analizi var bu konuda; "%40 civarında alabilir" diyor AKP için.
HE: Önce hatırlatayım; Sayın Ali Akarca Şikago'daki İllinois Üniversitesi'nin ekonomi bölümünde öğretim üyesidir ve uzunca bir zamandır Türkiye'deki seçimler üzerine çok ilginç çalışmalar yapıyor. Sayın Aysıt Tansel'le beraber yaptıkları bir kaç çalışmayı 2007 seçimlerinden önce de tartışmıştık Açık Radyo'da. Bu Ali Akarca'nın yeni bir çalışması, ayrıca Bilgi Üniversitesi'nden Cem Başlevent'le birlikte yaptığı çalışmalar da var. Bu konuda çok uğraşan ve çok ilginç noktaları saptayan bir akademisyen.
Önce bir noktanın altını çizeyim de bir karışıklığa yol açmasın; bu çalışma katiyen "anketleri boşverin, bu iş böyledir," demek için yapılmıyor; sadece büyüme, enflasyon vs. gibi makro ekonomik veriler ve bazı siyasal göstergelerle seçim sonuçları arasında bir ilişki var mı diye bakıyor. Türkiye'de yapılan tüm seçimleri kullanıyor bu çalışmasında Ali Akarca, ekonometrik bir model oluşturuyor ve bundan sonuçlar çıkarmaya çalışıyor. Dolayısıyla anket sonuçlarını ikâme etmeye yönelik bir çalışma değil, aynı olaya başka bir açıdan bakmayı amaçlayan bir çalışma. Bence çok aydınlatıcı bir çalışma, çünkü hangi parti nasıl performansı gösteriyor diye bakmıyor; çalışmanın esas konusu şu; "İktidarda olan parti -kim olursa olsun- seçimde iktisadi gelişmelerden nasıl etkileniyor?" Dolayısıyla, bu çalışmanın konusu, "AKP ya da geçmişte başka partiler ne yapıyor?" değil. Bu çalışmaya o şekilde bakmak lazım. Bu nedenle de AKP'nin daha evvel iktidarda olan bir partiden bir farkı varsa, o fark üzerine pekâlâ çalışma yapılıp ne olabileceği üzerine ek birşeyler de türetilebilir. Bu çalışma o yolu da açıyor.
Sayın Akarca'nın İktisat İşletme ve Finans dergisinin son sayısında yayımlanan makalesindeki bulgulara bakalım; 1963 yılından beri milletvekili seçimiyle eş zamanlı olmayan 8 tane yerel seçim var bugüne kadar. Farklı zamanlarda milletvekili seçimiyle karışık yapılmış, bunlardan ikisi hariç hepsinde iktidar partisi önceki milletvekili seçimine göre oy kaybetmiş. O iki istisnadan biri de 2004'teydi, 2002 seçimlerinde ciddi bir oy kayması olmuştu AKP lehine, o sürecin devamı olarak düşünülebilecek bir olay, ama bir istisna. Bir de 1977 seçimlerinde böyle bir durum var, milletvekili seçiminden sadece 6 ay sonra yapılmış seçim.
AKP'nin oyunda bir düşme öngörüyor Sayın Akarca, ama bu AKP'ye özgü bir durum değil, yerel seçimlerle ilgili bir olay. Yerel seçimlerde iktidar partisinde yıpranma etkisi görülüyor. Peki bu sadece yıpranma mıdır? İşte ekonometri orada işe yarıyor. Ben ana etmenlerine değineceğim.
Dünyada gözlenen bir olay var; bir partiyi iktidara getiren seçmelerden bir kısmı, yerel seçimlerde stratejik davranarak o partiye oy vermiyorlar ve bir tür uyarıda bulunuyorlar. Fakat bu uyarının ortaya çıktığı yer, genelde o partiyi iktidardan düşürecek bir seçim olmuyor, bir yerel seçimde memnuniyetsizliklerini ifade ediyorlar. Bu Türkiye'ye özgü bir şey değil, dünyada da böyle oluyor, Türkiye'de de böyle oluyor. Nitekim sayın Akarca yaptığı bu çalışmada bu faktörün önemli olduğunu gösteriyor. İkinci bir nokta da iktidar olmanın maliyeti. Bu ikisini ayırmak zor. İktidara gelmeden önce bazı sözler veriyorsunuz, ama iktidarda olmak mutlak muktedir olmak demek değildir, o diktatörlük olur. İktidara geldiğiniz zaman bazı şeyleri sıraya sokmanız gerekiyor; en basitinden bütçe kısıtınız vardır. Bazı uzlaşmalar yapmak gerekiyor, yapabileceğinizi sanıyorsunuz, yapacağınız şeyin iyi olduğunu düşünüyorsunuz, toplum da öyle düşünüyor, ama yapmak o kadar kolay değil, uzlaşmaya gidiyorsunuz. Bunun sonucunda da oy verenlerin bir kısmı bundan rahatsız oluyor, "bana verilen sözü tutamadı bunlar" diye düşünüyor. Bu da bir oyların azalmasına yol açıyor. İktidarların da elinde buna karşı bir alet yok değil, tabii ki var; işte "popülist politikalar" buradan çıkıyor. Bu da evrensel bir şey. Seçime doğru iktidarlar kendilerini bu eğilimlerin törpülemesinden biraz olsun koruyabilmek için daha şefkatli davranıyorlar. Tabii bunun dozu değişiyor ülkelere göre; seçimlerin daha disiplinli olduğu Avrupa ve Amerika'da bu daha az oluyor.
Örneğin, Haşimi Rafsancani'nin başkanlık seçimlerine girdiği seçimlerde, İran üzerine yapılan bir çalışma okumuştum; İranlı genç bir akademisyen bir Türk akademisyenle beraber yazmıştı. Başkanlık seçimlerinden bir kaç ay önce özellikle gıda mallarının fiyatları düşüyor ve seçimden sonra yükseliyormuş. Orada piyasa etkisi sınırlı olduğu için bu tür kontroller yapılabiliyormuş o zaman demek ki. Demek ki bu tür eylemler heryerde oluyor. Bu konuda ilk çalışma Amerikalı bir ekonometrist tarafından ABD seçimleri üzerine yapılmıştır. Bunun çok önceden başlamasının pek bir anlamı yok, çünkü insanlar geçmişi o kadar anımsamıyorlar, son 6 aylık dönem önem taşıyor, yani son 6 aylık dönemin iktisadi haberlerinin iyi olması önemli. Bunu biraz fazladan düşünüp 1 yıl diye almak mümkün, nitekim Sayın Akarca da 1 yıl olarak almış. 1 yıllık dönem içerisinde iktidarlar biraz daha popülist politikalar izlemek yolunu seçiyorlar.
Bu çerçeve içerisinde sadece iktisadi değişkenleri yanyana koyup aralarındaki korelasyona bakmıyor tabii ki Sayın Akarca; seçimlerin bazı özelliklerini koyuyor, diğer bazı bilgileri ekliyor, yani iyi düşünülmüş bir çerçeve içerisinde tahminlerini üretiyor. Hem genel seçimleri, hem yerel seçimleri alıp onlardan bir sonuç çıkartıyor. Yerel seçimler ve genel seçimlerin sonuçları arasında ufak bir fark çıkıyor, ama bu ufak fark ciddi bir olay. Şu anda ne olup bittiğine ışık tuttuğu için üzerinde duracağım.
Modelin öngörüsü şu; model sadece iktidar partisinin oy oranını tahmin ediyor, yani "MHP'nin oy oranı ne kadar olacak?" diye sorduğumuz zaman, bu model böyle bir soruya cevap vermiyor, bu amaçla yapılmış bir model değil. Yerel seçimlerde %40 dolayında bir sonuç öngörüyor AKP için. Biliyorsunuz istatistik ortalamayı söyler, bir de bir güven aralığı vardır, yani %95 olasılıkla hangi aralığa düşer diye.
ÖM: Ona göre nasıl?
HE: %36.3 ile %43.7 arasında güven aralığı, yani 3.7 puanlık bir oynama oluyor. Dolayısıyla bu çalışmanın sonuçlarına öyle bakmak lazım, fakat kolaylık olsun diye %40'a atıf yapalım biz. Ali Akarca bir noktaya dikkati çekiyor, eğer 2007 seçimlerinde olduğu gibi bir dış müdahale olursa, -askeri kanattan gelen uyarılar vs.- bu hata aralığı 2 katına yükseliyor. O zaman seçim sonucunu kestirmek çok zor.
ÖM: Yani parametrelerin dışında bir müdahale olursa?
HE: Böyle bir şey olmadığını düşünelim, o zaman %40 civarında. Bir önceki seçime göre AKP'nin 6.6 puan kadar daha düşük oy alması anlamına geliyor. Demin anlattığım gerekçelere bakarsanız düşüşü zaten beklemek gerekiyor. İktidarda olmanın yıpranma payı var ve bu stratejik davranışları etkiliyor ve iktidarda olma süresi uzadıkça bu etki de artıyor. Dünyada da öyle gözüküyor, bizde de öyle gözüküyor.
Sayın Akarca şöyle bir soru daha soruyor: "Peki bu seçim yerel seçim değil de genel seçim olsaydı ne beklerdik AKP'den?" Farz edelim ki, şimdi genel seçim yapılıyor, o zaman modelde bazı şeyler değişiyor, o etkiyi hesaba katarsanız o zaman AKP'nin oy oranı %43'e çıkıyor ortalamada, yani oy oranını 3 puan kadar arttırıyor. Bu noktayı ekonometrik olarak bulabileceğimiz gibi, politik deneyiminizle de bulabilirsiniz.
Bana öyle geliyor ki, AKP bu olayı bir yerel seçim havasından çıkarıp bir genel seçim, bir referandum, bir plebisit gibi bir havaya sokmasının, AKP ve muhalefet partileri arasında bir seçim gibi makro plana taşımasının önemli bir nedeni de bu.
ÖM: Yani o da böyle bir hesabı yaparak %3 olduğunu tahmin etmemiş olabilir, ama daha yüksek bir oy alabilmek için bunu bir genel seçim, bir plebisit havasına sokuyor.
HE: Yerel seçimlerde bu yıpranma etkisinin daha fazla olduğunu kestirmiş olabilirler, sonuçta belediye bize en yakın olan kuruluş, bize hizmet veren ve seçimle gelen kuruluş. Ondan memnun olup olmamak çok farklı şeylere bağlı; diyelim ki ben iktidar partisinden yana olabilirim, ama bizim belediyeden memnun olmayabilirim. Ama soruyu öyle sormaz da dersiniz ki; "bizim iktidar partisi mi yoksa muhalefet partisi mi?" o zaman "yok iktidar partisinden yanayım" diyebilirim. Burada şu soru sorulabilir; "AKP diyelim ki böyle düşünüyor, peki muhalefet partileri niye bu oyunu oynuyorlar?" Onu bilmiyorum, onların söylemesi lazım.
ÖM: Onlar da aynen böyle bir plebisiter yaklaşım içindeler, özelikle CHP, ama MHP de aynı şekilde.
HE: Mesela CHP oyunu çok arttıracağını söylüyor, öyle bir hedef de beyan ediyor.
ÖM: "%52'nin üstünde ise başarılı sayılır, yoksa başarısız sayılmalıdır" diye bir açıklama yaptı AKP için Deniz Baykal.
HE: "52 olmazsa başarısız olur" diye neye dayanarak söylediğini bilmiyorum. Niye 100% demediğini merak ediyorum ama, öyle deseydi daha sağlam bir sonuç olurdu.
(12 Mart 2009 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır.)