Yeni mali düzenleme anlayışı için hemen harekete geçilmeli

-
Aa
+
a
a
a

28 Aralık 2009Referans Gazetesi

Mali sistemin denetiminde iki yol görünüyor. Ya 'Merkez bankalarının bağımsızlığının kabul görmesi nasıl kabul gördüyse bu defa da öyle olur' diyerek işi oluruna bırakmak ya da düzenleme anlayışının gerektirdiği çerçeveyi doğru oturtacak çalışmaları bugünden yapmak.
 
Geçen yazımda mali kesimde düzenlemenin gerekliliği ve zorluğundan söz etmiştim. Aynı konuyu çeşitli boyutlarıyla ele almaya devam edeceğim. 2007'de başlayan krizi değerlendirenlerin üzerinde durdukları bir nokta da mikro düzeydeki düzenlemelerin yeterli olup olmadığı sorunuydu. Konuyu bankacılık bağlamında ele alacağım. Sorun şu: Mevcut düzenlemeler bankacılık sisteminin sağlıklı çalışması için banka düzeyine bazı kurallar belirliyor. Sözgelimi sermaye yeterlik oranı: Bir bankanın faaliyetleri nedeniyle ne kadar risk aldığı tahmin edilmeye çalışılıyor. Bu riski karşılayabilmesi için ise bankanın belli bir miktarda sermayesi olması gerektiği konusunda bir kural konuyor. Bankanın da buna uyması isteniyor. Bu mekanizma şöyle çalışıyor: Bir bankanın faaliyetlerini artırmak istediğini düşünelim. Bu durumda az ya da çok yeni risk üstlenmek zorunda kalacaktır. Bankanın yeni riski karşılayacak kadar sermayesi varsa ya da temin edebiliyorsa faaliyetlerini serbestçe büyütebilir. Ama faaliyetini artırması nedeniyle kuralların öngördüğü minimum sermaye gereğinin altına düşüyorsa, o zaman kural bankanın bunu yapmasını engelliyor. Banka ya bu işten vazgeçiyor ya da sermayesini artırıyor.
Bu kural yeni değil. ABD'de 20. yüzyılın başından bu yana bu tür kurallar uygulanmaya çalışılmış. Ama bu tür bir düzenlemenin, belli bir çerçeve içine oturtulup, küresel boyutta benimsenmesi görece yeni. Bunun için 1988 tarihli ilk Basel uzlaşısı başlangıç tarihi olarak kabul edilebilir. Daha sonra bu çerçeve giderek daha kapsamlı hale getiriliyor. Riskin tanımı genişletildi ve ölçümüne ilişkin yeni yöntemler geliştirildi. Bütün bu çalışmalar sonunda da Basel II adı verilen daha kapsamlı bir çerçeveye varıldı. Daha sonra Türkiye dahil, pek çok ülke de kendi düzenlemelerini bu çerçeveye uydurma yolunda ciddi adımlar attı. Gerçi, 2007 krizi öncesinde Basel II kurallarının tümünün her ülkede uygulamakta olduğu bir noktaya varılmış değildi. Ama her ülke kendine göre bir uyum programı çerçevesinde bu kuralları benimsemeye hazırlanıyordu. 2007 krizi bu sürecin hem aksamasına hem de bankacılık sisteminin sağlıklı çalışması için yeterli bir çerçeve oluşturup oluşturmadığının sorgulanmasına yol açtı.
 
En az sermaye gereği
Son zamanlarda yapılan çalışmalarda, bankacılığın çalışma biçiminin iktisadi dalgalanmaları artırıcı yönde etki yapacağı görüşüne destek verir nitelikte sonuçlara ulaşılıyor. Konuyu basite indirgeyerek şöyle özetlemek olanaklı: Ekonominin canlandığını düşünelim. Bu durumda kredi talebi artar. Öte yandan canlı bir ekonomide riskler de düşük olduğu için bankalar da daha çok kredi vermeye hevesli olurlar. Bankaların bu davranışı nedeniyle ekonomi daha da canlanır. Yani bankalar ekonomideki olumlu eğilimi daha da abartıcı yönde davranırlar. Bunun tam tersi de ekonomi daralırken olur. Bu defa bankalar kredileri keserler, ekonominin daha da fazla daralmasına yol açarlar. Buna mali sistemin "çevrim yanlı"(pro-cyclical) çalışması adı verilmektedir.
Şimdi de böyle bir ekonomide bankaların "en az sermaye gereği" kuralının uygulandığını düşünelim. Ekonomi canlanırken iktisadi yaşam daha az riskli olacaktır. Bu durumda bankalar da aynı miktar sermaye ile daha çok faaliyeti yürütebilir hale geleceklerdir. Ekonomi daraldığında ise en az sermaye gereği kuralı tersine çalışacaktır. Bu defa, bankaların faaliyetlerinden doğan risk yükselecektir. Bu durumda da bankaların ellerindeki sermaye ile yapabilecekleri faaliyet hacmi daralacaktır. Görüldüğü gibi bu tür bir düzenleme de "çevrim yanlıdır." Dolayısıyla en az sermaye gereği kuralının uygulandığı bir bankacılık sistemi, dalgalanmaları şiddetlendirerek ekonominin istikrarını bozucu etki yaratma potansiyeline sahiptir. 2007 krizine giden süreç bunu doğrular nitelikte görünmektedir.
Oysa sistemin istikrarını sağlamak için yapılması gereken, ekonomi canlanma aşamasındayken fazla ısınmayı engellemek üzere bankaların faaliyetlerini (örneğin kredilerini) daha da artırmamalarını sağlamak, ekonomi daralırken de tersine hareket etmektir. O zaman ekonomide dalgalanmalar yine olmaya devam etseler bile şiddetleri krize yol açmayacak düzeyde kalabilecektir. Başka bir deyişle düzenlemenin "çevrim yanlı" değil, "çevrime karşı" (counter cyclical) olması gerekmektedir. Ne var ki Basel II çerçevesinde, bunu sağlamaya yönelik herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Tabii bankacılık alanında uzmanlaşmış kişiler bu olayın son birkaç yıl içinde farkına varmış değiller. Bu konuda uyarılar çok daha önceden yapılmıştı. Ancak, bu öneri tam anlamıyla "pişmiş aşa su katmaktır." Ekonomide işler açılıp, yeni kâr olanaklarının ortaya çıktığı bir ortamda bankaların faaliyetlerini genişletmesini (örneğin kredilerini artırmasını) engelleyen bir düzenlemeye, ne bankaların müşterileri, ne bankalar ve ne de hükümet alkış tutmayacak; hatta böyle bir teklifi duymak bile istemeyeceklerdir.
 
Konjonktür ve siyaset
"Çevrime karşı" düzenlemelerin uygulanmaya konulmasına gidilmesinin gerekli olduğunu söylemek kolay, böyle bir düzenlemeyi yürürlüğe koymak ise zordur. Bu noktada iki temel sorun ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki, bankaların en az sermaye gereği oranının makroekonomik konjonktürle nasıl ilişkilendirileceğidir. Bu, teknik olarak epeyce karmnaşık bir sorun. İkinci sorun ise siyasal. Makro iktisadi verilere bakarak sermaye gereği oranını değiştiren bir düzenleyici yetke, ekonominin performansını etkileyebilecek konuma gelecektir. Bu ise iktisat politikasının yürütülmesi açısından, en azından, yeni bir kısıtın daha ortaya çıkması demektir. Ekonominin mali krize düşmesini önleyen düzenlemelerin uzun dönemde iktisat politikasının daha sağlıklı ve etkin bir biçimde yürütülmesine katkıda bulunacağı doğrudur. Ama genelde kısa dönemli bakış açısıyla hareket etmek zorunda kalan hükümetler için bu pek de fazla anlam taşımayabilecektir.
Bu durumda, düzenleyici yetkelerin bağımsız hareket etmesi fikrine siyasetçilerin soğuk bakması tehlikesi gündeme gelebilir. Merkez bankalarının bağımsızlığını henüz doğru dürüst içine sindirememiş politikacıların karşılarında bir de "onların işlerine karışan" bankacılığı ve menkul kıymetler piyasalarını düzenlemekten sorumlu bağımsız kurumlar çıktığında neler diyebileceklerini tahmin etmek için fazla zahmete gerek yok. "Siyaset alanı kısıtlanıyor" diyeceklerdir. Öte yandan mali sistemin denetiminin siyasal iktidarın kısa dönemli çıkarlarının keyfine bırakılmasının toplumlara çok pahalıya patladığı malum. Önümüzde iki yol görünüyor. Bunlardan ilki "merkez bankalarının bağımsızlığı nasıl kabul gördü ise bu defa da öyle olur" diye düşünüp, işi oluruna bırakmak. Bunun sakıncası, uzun sürmesi ve toplumsal maliyetinin çok yüksek olması. Merkez bankalarının bağımsızlığı süreci I. Dünya Savaşı'ndan sonra başladı ve pek çok iktidarın başına çok büyük dertler açan krizler yaşandıktan sonra bugünkü duruma gelinebildi. İkinci yol ise yeni düzenleme anlayışının gerektirdiği çerçeveyi doğru oturtacak çalışmaları bugünden yapıp, toplumun bunu anlamasını sağlamak. Bence zaman kaybetmeden bu süreci başlatmakta yarar var.
 
 
MALİ SİSTEMİN DENETİMİ
*Çevrime karşı düzenlemeleri yürürlüğe koymak zor
*Birinci sorun bankaların en az sermaye gereği oranı
*İkinci sorun ise siyasal yetkenin bakış açısı
*İktidarlar bağımsız kurumların kısıtlarından pek hazzetmez
*Merkez bankalarının bağımsızlığı bile tam sindirilmiş değil
*Buna karşın mali sistemin denetiminin iktidarın keyfine bırakılamaz
*İktidarın kısa dönemli çıkarı, topluma çok pahalıya palmaktadır
*Zaman kaybetmeden yeni düzenleme anlayışı hayata geçirilmelidir.