27 Nisan 2011Hürriyet Gazetesi
Türkiye, toplumsal hafızanın prangalara vurulduğu bir ülkedir. Bu prangalarla karanlık bir hücreye tıkılmış tarihlerden biri ve bence en önemlisi, 24 Nisan’dır. Bu tarihe biçilen ceza, ebedî unutuştur. Umulmuştur ki, o tarihte ve sonrasında olup bitenler sonsuza dek unutulacaktır. Lakin unuttukları bir şey vardı kıyıcı muktedirlerin: Hafıza sabırlıdır, dirençlidir!
Nitekim gün geldi, hafıza ayaklandı. Ezilmişlerin, kıyılmışların, yok edilmiş ve yok sayılmışların hafızası başkaldırdı. Dünya, “hafızanın isyanı”ndan söz eder oldu. Bu isyanın sivri uçları bu ülkeyi de yoklamaya başladı. 24 Nisan’a vurulan prangaları kırmak için bir avuç insan testereler aldılar ellerine. Ağır aksak, eksik gedik de olsa, geçmişteki utançla ve bu utancın bugüne bıraktığı ağır mirasla yüzleşmek için bir yol açıldı. Bu yolun genişleyerek akması için evvela ve ille de “yas”ı öğrenmek ve yaymak lazımdır.
Alexander ve Margarete Mitscherlich, “yas”ın toplumsal ve siyasal işlevi meselesini etraflıca işleyen bir kitap yazdılar. Alman toplumunun Yahudi Soykırımı’yla hesaplaşma ve kolektif kimliğini demokratik esaslar üstüne inşa etme konusunda yaşadığı savrulma ve sarsılmaların başlıca sebeplerinden birinin “yas tutma yeteneksizliği” olduğunu anlatır bu kitap. 1967’de yayımlanan ve alanın klasikleri arasında sayılan kitabın adı da zaten bu: Yas Tutma Yeteneksizliği (Die Unfähigkeit zu trauern).
24 Nisan, bu toprakların kadim halklarından olan Ermenilerin her türlü zulüm yöntemiyle sistematik bir şekilde imhasının başladığı tarihtir. Ermeniler yok edilmekle kalmadılar; bir de yok sayıldılar. Sadece bu coğrafyadan silinmekle kalmadılar; bir de toplumsal hafızadan silinmek istediler. Yok edildiklerini inkâr etmek, aslında bu topraklarda hiç var olmadıklarını iddia etmek demektir. Adorno’dan ilhamla, “katmerli bir imha”dır bu!
Bu katmerli imhayı sürekli kılabilmek için, yapılması gereken bir şey vardı: Yası yasaklamak! Bir asra yakın bir zamandır, Ermenilere yas tutmak yasaklandı bu topraklarda. Bu toplum ise, onların yasını tutmadı. Bunu, sadece resmî tarih politikasının tutarlı bir sonucu olarak değerlendirip, toplumu sorumluluktan azade kılmak doğru gelmiyor bana.
Yas, bir varlığı kaybetmenin ardından yaşanan bir süreçtir; bu kayıpla baş etme çabasıdır. Şu halde yas tutmanın ön şartı, bir varlığın yok olmasını/edilmesini bir kayıp olarak kabul etmektir. Bu toplumun, yok edilen Ermenilerin ardından bugüne kadar yas tutmaması, onların “gidişini” bir kayıp olarak algılamamış olması anlamına gelmiyor mu? Bir hayatın kaybını yasa değer görmemek, o hayatın kendisini var olmaya değer görmemek anlamına gelmiyor mu? En hafifinden o hayatın yok edilmesine kayıtsız kalmak anlamına gelmiyor mu? Ve nihayet, o hayatın yok edilmesini onaylamak, hatta yok olmasına sevinmek gibi bir damar da yok mudur bu tutumda?
Yas tutma yeteneksizliğinin, bireylerde genellikle melankoli denen ruh haline yol açtığını söyler uzmanlar. Kayıplarla ve utançla yüzleşmeyen toplumlarda ise, bir yarılma/parçalanma, yaygın saldırganlık/şiddet eğilimi ve kimlik bunalımı yaşandığını belirtir yine uzmanlar.
Mesela Vamık Volkan ve Elizabeth Zintl, Gidenin Ardından kitabında tam da bu hususun altının çizerler: “Yası tam olarak tutulmamış kayıplar, yaşamımıza gölge düşürür, enerjimizi yutar ve bağlantı kurma yeteneğimizi bozar. Eğer yas tutamıyorsak, eski sorunların, düşlerin ve ilişkilerin kölesi olarak kalırız...” Judith Butler ise, Kırılgan Hayat – Yasın ve Şiddetin Gücü kitabında, vurguyu şiddet eğilimine yapar: “Yas tutma yetimiz olmadığında şiddete karşı çıkabilmemiz için gereken, hayata dair o daha keskin anlayışı kaybederiz.”
Bir toplumda, “gidenlerin ardından” yas tutmayı kabul etmek, “kolektif kimlikle hesaplaşma”nın başlangıcıdır. Zira yas, Butler’in ifadesiyle, “kim olduğum(uz) açısından temel önemdeki bir yoksullaşma türünü kavrama imkânını barındırır”.
Bu şekilde başlayan bir hesaplaşma, kendini dönüştürmenin ve kimliğe yapıştırılan illetlerden arınmanın da yolunu açar. Sözü yine Butler’a vereyim: “Yas, sonucu tümüyle önceden kestirilemeyecek bir dönüşüm geçirmeye razı olmakla alakalı bir şey.”
Bu toplum, geçmişindeki travmalarla baş edebilmek ve “normalleşebilmek” için kaybettiklerinin ardından yas tutmayı öğrenmelidir. 24 Nisan’ı “toplumsal yas günü” ilan etmek, bu yönde çok kuvvetli bir adım olacaktır!
Gazetemizin 24 nisan pazar günkü nüshasında, çok etkileyici, çok öğretici bir söyleşi vardı. Sevgili Tuğba Tekerek’in, Silvina Der-Meguerditchian’la yaptığı bu söyleşiyi mutlaka okuyun! Der-Meguerditchian’ın bakışından ve dilinden, “insanca, pek insanca”; samimi, çok samimi bir hesaplaşma daveti almak istiyorsanız tabii! Alırsanız bu daveti, “içinizdeki ışıksız bahçeleri açma”nın manasıyla derinden tanışırsınız. Bir de, söyleşideki kutuların birinde yer alan “Türkçe: Yasaklı ve sevgili dil” başlığını sindirebilmek için, Paul Celan’ı okumayı ve hayatını öğrenmeyi tavsiye ederim, izniniz olursa!