Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkileri açısından 2004 yılı sonu çok önemli görünüyor. AB, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni sağlayıp sağlamadığını değerlendirecek, bu da Türkiye’nin AB üyeliği konusunda görüşmelere başlanmasını gündeme getirecek. Ya da bu olmayacak...
Bu ikinci şıkkı pek akla getirmek istemiyoruz. Bu yönde bir soru sorulduğunda da AB’nin Türkiye’yi tümüyle dışlayamayacağını, olsa olsa bu süreci geciktirecek bir karara varmasının söz konusu olabileceğini söylüyoruz. Ama olabilir...
“Avrupa fazla büyüdü... Önümüzdeki 25 yıl içinde bu büyümeyi ancak hazmedebilir. Yeniden büyüyüp büyüyemeyeceğine, ancak bu dönem geçtikten sonra karar verebiliriz” diyemezler mi?
Bu Türkiye Cumhuriyeti’nin sona erdiğinin ilanı mıdır?
Aşırı kızgın ya da küskün olunmadıkça bu soruya “Evet” yanıtı verilebileceğini sanmıyorum. Buna karşılık “Hayır” anlamına gelecek her yanıt ise Türkiye’nin AB üyeliği dışında tanımlanmış bir gelecek seçenekleri kümesi olduğu anlamına gelir. Bu AB üyeliği seçeneğinin önemli, hatta çok önemli olduğu gerçeğini değiştirmez. Ama mantıksal olarak seçeneklerden sadece birisidir.
O zaman soruyu doğru sormamız gerekiyor. Küreselleşen dünya ekonomisine Türkiye en uygun biçimde nasıl eklemleşir? Bunu sağlamak için Türkiye neler yapmalıdır? Bunları nasıl yapmalıdır? Hangi sırayla yapmalıdır? Bu soruların iktisat dilindeki karşılığı ise şöyle ifade edilebilir: “Türkiye’nin yapısal reform programı nasıl olmalıdır?”.
AB üyeliğine giden yol, Türkiye’nin en uygun yapısal reform programını seçme sorununda bir kısıt olarak düşünülebilir. Yani bu durumda, en uygun yapısal uyum programını seçerken AB’nin bazı kurallarının bir kısıt olarak alınması söz konusu. Örneğin AB’nin “çocuk işçi düzenlemesi” ne uyulması gibi...
Olaya böyle bakınca, aklıma Lübnan’daki Baalbek Tapınağı geliyor. Baalbek’e 1994’de gitmiştim... Bekaa Vadisi’nden geçerek... Görkemli bir tapınak... Yapımı 250 yıl kadar sürmüş ve bitmemiş.
Herhalde yapıma başladıklarında bitirmeye niyetliydi Roma’lılar. Ama bitirmediler ya da bitiremediler. Öngöremedikleri güçlükler çıktı herhalde. Belki bazılarını öngörebilirlerdi.
Türkiye olarak bizler AB ile görüşmeye başlamaya niyetliyiz de bitirmeye niyetli miyiz? Bu yolu seçmenin Türkiye’ye getiri ve götürüsünü iyice hesaplayıp mı yola çıkıyoruz? Yoksa Baalbek Tapınağı benzeri görkemli bir yapıt için arazi kiralamakla yetinmeyi mi düşünüyoruz?
Ya görüşme takvimi verirlerse?
Türkiye de AB de görüşmelere kendileri açısından yararlı olduğunu düşündükleri takdirde başlamayı isteyeceklerdir. Bu yararlar salt iktisadi olmayabileceği gibi, zamana yayılmış olabilir. Burada yarar derken, bu olayın tümünde tarafların katlanacağı maliyetlerin (yine iktisadi olmayanlar da dahil) de hesaba katılmış olduğunu kabul etmek gerek.
Basitlik olası için yararı 1, zararı -1 ile gösterelim. e,d>0, istenildiği kadar küçültülebilecek sayılar olsun ve “durum değişmiyor”a yakın küçük bir yararı göstersinler.
Bu bağlamda AB’nin strateji uzayı ile Türkiye’ninki farklıdır. AB açısından görüşmelere başlamaya karar vermek ya da vermemek söz konusudur. Türkiye’nin stratejisi ise 19 Mart 2001’de kabul ettiği Acquis Communautaire’i uyarlamak için ulusal stratejiyi uygulamak ya da uygulamamak; yani reform programını yürürlüğe sokmak ya da sokmamak.
Burada reform programı için bir varsayım yapmak gerekiyor. Burada söz konusu olan reform programı ile, Türkiye ekonomisini sürdürülebilir ve denkser bir büyüme yoluna oturtarak, küreselleşen dünya ekonomisi ile sağlıklı eklemleşmesini sağlamaya yönelik olarak uygulanacak önlemler bütünü kastedilmektedir.
Şimdi Tablo 1’e bakalım.
Bu tabloya göre Türkiye açısından reformları yapmak yapmamaya oranla daha iyi bir seçenek. Dolayısıyla, Türkiye’nin AB görüşmelere başlamak için ne karar verirse versin, reformlara evet demesi kendisi için uygun. Ancak, AB görüşmeye hayır derse bu yarar biraz daha az olabilir.
AB’ye bakalım. AB görüşmelere başlamaya evet derse bir yük aldığını düşünüyor olsun. Türkiye’nin reformları yapmasının sonuca etkisinin olumlu ancak önemsiz olduğunu düşünelim. Bu durumda Türkiye ister reformları yapsın, ister yapmasın AB için uygun olan seçenek, Türkiye ile görüşmelere başlamayı reddetmek.
Tablo1
|
| Avrupa Birliği | |
| Görüşmeye Evet | Görüşmeye Hayır | |
Türkiye | Reforma Evet | (1; e) | (1-d;1) |
Reforma Hayır | (-1;-1) | (-1;1) |
Bu oyunun Nash Dengesi (E;H) seçeneği, yani Türkiye için “reform yapmayı benimsemesi” AB’nin ise “görüşmelere başlamaya hayır” demesidir. Bu sonucun bir özelliği daha var. O da bu oyunun çözümünün aynı zamanda “baskın strateji dengesi (dominant strategy equilibrium) olmasıdır. Yani sonuç çok güçlüdür. Taraflar, karşı taraf nasıl davranırsa davransın aynı stratejiyi seçeceklerdir.
Bu durumu değiştirebilecek olan oyuncu Türkiye’dir.
Türkiye bunu nasıl yapabileceğini görebilmek için aşağıdaki Tablo 2’deki örneğe bakalım.
Bu durumun Tablo 1’den tek farkı, Türkiye reformları yapar ve AB de görüşmelere başlamayı kabul ederse ortaya çıkacak durumun, en az Türkiye’siz AB seçeneği kadar iyi, hatta biraz daha iyi olabileceğidir. Bu durumda Türkiye için reform yapmak baskın strateji olmaya devam etmektedir. Ama AB için “görüşmelere başlamaya hayır” demek artık baskın strateji olmaktan çıkacaktır.
Bu oyunun Nash Dengesi (E;E) olmaktadır. AB bu durumda “görüşmelere başlanması” stratejisini benimseyecektir.
Tablo 2
|
| Avrupa Birliği | |
| Görüşmeye Evet | Görüşmeye Hayır | |
Türkiye | Reforma Evet | (1;1+e) | (1-d;1) |
Reforma Hayır | (-1;-1) | (-1;1) |
Dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliğini ciddiye aldığını göstermesi iki koşulun sağlanmasını gerektirir:
1) Türkiye reformları yapacaktır.
2) Reformlarını yapmış Türkiye’nin Avrupa’ya olumlu bir katkısı olacaktır.
Ben bu konunun ilk boyutunu ele alacağım. Sonuç bölümünde ikinci boyutuna döneceğim.
Bu basit çerçeve içinde Türkiye’nin 1999 sonundan bu yana uygulamakta olduğu yeniden yapılanma program(lar)ında yer alan bazı temel reform maddelerini ele alalım.
a) Kamu Borçlanma Gereğinin Düşürülmesi
İktisat politikası tartışmalarında üzerinde en çok durulan konuların başında kamu açıklarının azaltılması gelmektedir. Bunun, makro iktisadi yararları dışında, önemli bir sonucu, kamu kesiminin mali piyasalar üzerindeki yükünün azalması bunun da reel faizlerin düşmesine yol açmasıdır. Bu durumda şirketlerin faiz yükü düşeceğinden, ne kadar dış kaynak kullandıklarına bağlı olarak, kârları olumlu yönde etkilenecektir.
Ama bir soru...
Toplumsal Güvenlik sistemimizin açığı konsolide bütçenin faiz dışı fazlası düzeyine ulaşmıştır. Bu açık nasıl kapatılacaktır? Bu durumu düzeltme yolunda alınacak her karar, kısa hatta belki orta dönemde, görece az gelirli insanların durumunu olumsuz etkileyecektir.
Bunun siyasal sorumluluğunu siyasal iktidar üstlenebilecek ve yoluna devam edebilecek midir?
b) İktisadi İstikrar
İktisadi istikrarın sağlanması iktisadi birimlerin kararlarının biçimlenmesinde etkili olan temel iktisadi değişkenlerin (enflasyon oranı, faiz, kur gibi) göstergelerinin “makul” bir çaba ile hoş görülebilir hata sınırları içinde öngörülebilmesi anlamına gelmektedir. Burada “makul” nitelendirmesinin altını çizmek gerekmektedir. Kuşkusuz hiç bir ekonomide beklenmedik şokların önlenmesi ya da bunların söz konusu temel değişkenler üzerindeki etkilerinin tümüyle giderilebilmesi olanaklı değildir. Buna karşılık iktisat politikası yapımcısının özel girişimcilerin kararlarını etkileyen değişkenlerin istikrarını sağlamaya gayret etmesi olanaklıdır. Bu bağlamda kuşkusuz en önemli düzenlemelerin başında, fiyat istikrarını sağlamak üzere, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının güvence altına alınması gelmektedir.
İktisat politikası yapımcısının istikrarı sağlamaya önem vermesi, özel girişimcilerin algıladığı belirsizliğin azalmasına ve ufuklarının genişlemesine olanak sağlar. Öte yandan ekonomide istikrarın sağlanması, risk priminin azalmasına yol açarak faiz oranlarının düşmesini de sağlayabilir.
Şu ana kadar enflasyonu düşürmenin üretim kaybı cinsinden maliyeti ihmal edilebilecek kadar düşük olmuştur, [Togan & Ersel (2004)]. Ama bu maliyet enflasyon düştükçe ve ekonomiyi kayıt altına alma yönünde uygulamalar yerleştikçe artacaktır.
İktisat politikası yapımcısı, düşük büyüme hızına razı olup bu yolda devam edecek midir?
c) Vergi Ödeme Yükümlülüğünün Yaygınlaştırılması
Toplumda bir kısım insanların ve kurumların vergi ödeyip, aynı geliri kazanan diğer bazılarının bu yükümlülüğü paylaşmamasının toplumsal adalet açısından savunulması güç bir durum olduğu açıktır. Konunun bu boyutu bir tarafa bırakılsa bile bu durum kamu harcamalarının finansmanını daha az sayıda iktisadi birimin üstlenmesine, dolayısıyla da vergi oranlarının yüksek olmasına yol açmaktadır. Yukarıdaki basit çerçevede, bunun anlamı, diğer koşullar aynıyken, vergi sonrası kârların, vergi toplamanın yaygınlaştırıldığı bir ortama oranla, daha düşük olmasıdır. Vergi ödeme yükümlülüğünün yaygınlaştırılması durumunda, vergi oranını düşürmek söz konusu olabilecek bu da firmaların vergi sonrası kârlarının yükselmesini sağlayabilecektir.
Vergi aflarıyla bu amaca varılabilir mİ?
d) Özel Kesime Mali Desteğin Kesilmesi
Ele alınan çerçevede özel kesime mali desteği kısmaya yönelik yasal düzenlemelerin en önemli etkisi iktisat politikası oyununun çerçevesini değiştirmesinde yatmaktadır. Bu durumda destekleme stratejisi yapılabilir olmaktan çıkarmaktadır. Bu yönde bir yasal düzenlemenin yapılması, iktisat politikasına olan güveni artıracaktır.
Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı ve Yeni Türkü grubunun seslendirdiği şarkıda olduğu gibi:
“Yaktık gemileri / Dönüş yok artık geri”
e) Özerk Düzenleyici ve Denetleyici Kurumların Oluşturulması
Özerk düzenleyici ve denetleyici kurumların oluşturulmasının temel nedeni iktisat politikası yapımcısının hedefine ulaşabilmek için piyasaların işleyişini bozucu şoklar vermemesini sağlamak ve piyasaların sağlıklı çalışması için gerekli saydamlık/rekabet koşullarının varlığını güvence altına almaktır. Yapısal reform programının bu bileşeninin amacı, verimlilik artırıcı düzenleme yapmanın maliyetine katlanan bir özel firmanın bu gayretinin sonucunu alabileceği bir ortam yaratmaktır.
Özerkliği kabul etmek istemediğimizi itiraf etsek iyi olur...
Bu aslında Türkiye’de iktisat politikasının nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda bir pardigma değişikliği gereksiniminin bir parçası... İktisat politikası ya da genelde politikanın toplumsal gönenci bilebilecek durumda olan (nedense!) bir merkez tarafından tek elden idare edileceğine inanmış durumdayız. Bu iktidar için böyle olduğu gibi, muhalefet için de böyle. Bürokrasi ve iş dünyası da bunun bazen sesli bazen sessiz destekçileri... Hepsinin gerekçesi farklı...
Bu nedenle Türkiye’de iktisat politikasında bir paradigma değişikliği gerekiyor. Matematiğe gönderme yaparak söyleyeyim. Biz Tinbergen’in 1952’de ileriye sürdüğü iktisat politikası modelinden hareket ettik (I. Ve II. Beş Yıllık Kalkınma Planları) Theil’in toplumsal gönenç (refah) fonksiyonunu en çoklayan planlama anlayışına geldik. Buna zaman ve belirsizlik boyutlarını katmak gerektiğini de zaman içinde öğrendik. Dolayısıyla geldiğimiz noktada stokastik kontrol kuramından yararlanarak iktisat politikası sorunlarımızı çözebileceğimizi düşünüyoruz.
Ama dikkat ederseniz, bu yaklaşım ile toplumsal gönencin ne olduğunu bildiğimizi ve ona göre hareket ettiğimizde aldığımız kararların toplum tarafından benimseneceğini varsayıyoruz .
Oysa bu iki varsayım da kuşkulu. Kişilerin tercihlerine saygı duyulması varsayımı altında tutarlı bir toplumsal gönenç fonksiyonunun yazılamayacağını, bence yaşayan en büyük iktisatçı olan, Kenneth Arrow 1950’de ilk defa işaret etti. 1951’de yayınladığı Social Choice and Individual Values adlı kitabında ise bunu kanıtladı. Ona toplumsal bilimlerde bir devrim yaratan bu katkısı için 1972’de Nobel İktisat Ödülü verildi.
İkinci konu da önemli. Hem piyasa ekonomisinden söz edip, kişilerin kendi çıkarlarına göre hareket edeceklerini söylemek, hem de iktisat politikası kararlarına harfiyen uyacaklarını kabul etmek ne kadar tutarlıdır? Bu sorunun yanıtı ise bir anlamda açık: İktisat politikası kararları bireysel karar alıcıların çıkarıyla uyuştuğu takdirde ve o ölçüde... O halde, iktisat politikası yapımcısının sorunu ben şu kararı alırsam, ekonomideki karar birimleri ne yapar biçiminde ortaya konulmalıdır. O zaman da başvurulacak model değişir. Modern iktisat politikası kuramının matematiksel çerçevesi “oyun kuramıdır”. Tabii buna zaman ve rastlantısallık boyutları da eklenebilir.
O zaman bir soru daha sormamız gerekli. Oyunun kurallara uygun oynanacağını nasıl güvence altına alırız?
Bunun yanıtının iki boyutu var. Bunlardan ilki iktisat yazınında “politika saygınlığı” sorunu olarak biliniyor. Yani iktisat politikası yapımcısının açıkladığı programı uygulamaktan vazgeçmemesi. İkincisi de iktisat politikası yapımcısının piyasaların işleyişini bozarak amacına ulaşmayacağı bir ortam yaratılması. Merkez Bankasının özerkliği enflasyonun bir politika aracı olarak kullanılarak piyasa sinyallerinin gücünün zayıflamasına yol açılmasını engellemek içindir. Rekabet Kurulunun özerkliği, rekabet koşullarının zedelenmesini engellerken, iktisat politikasının gereksinimlerinden etkilenilmeden yansız iş yapılabilmesi için gereklidir. BDDK’nın özerkliği, bankacılık sisteminin sağlıklı işleyebilmesi için alınacak kararların başka kaygılar altında olunmaksızın yapılması için arzu edilmektedir.
Her iki boyutta da ne kadar güvence verir durumdayız?
f) Kamu Kesimi Reformu
Kamu kesimi reformunun temel amacı, özel kesimin rekabetçi koşullarda verimlilik artışına önem vererek iş yapabileceği bir ortamı kurmak, geliştirmek ve varlığını sürdürebilmek için gerekli kamusal malları (adalet hizmeti, gözetim vs.) sunabilecek kapasiteyi yaratmaktır. Bu kapasitenin yaratılması özel kesimin verimlilik artırmak için gereksinim duyacağı kaynak miktarını düşüreceği için, bu yönde özendirici olacaktır.
Bu bağlamda kamu kesiminin işleyişinde merkeziyetçilikten uzaklaşmanın sağlanarak etkinliğin artırılması önemli bir yer tutar. Ancak, bunun bugünlerde yapılmaya çalışıldığı gibi, merkezdeki popülizmin yerel yönetimlere devredilmesi biçiminde olmamsı gerekir. Bu eylemin iktisat dilindeki karşılığı “gevşek bütçe kısıtı” (soft-budget constraint) yaratmaktır.
g) Bankacılık Reformu
Özel firmaların, rekabetçi ortamda verimliliklerini artıracak bir yolda ilerleyebilmeleri sağlıklı ve ucuz finansman kaynaklarına ulaşmalarıyla olanaklıdır. Bankacılık sisteminin, rekabetçi koşullarda, bu tür projeleri destekleyecek güce ve projeleri niteliklerine göre ayırt edebilecek yeteneğe kavuşması, özel kesim için finansman maliyetinin düşmesini sağlayacaktır. Bu durum ise sonuçta özel firmaların kârlarını artıracaktır.
Öte yandan, bu konu özel kesime mali destek programlarının kısılmasıyla bir arada alındığında daha da önem kazanacaktır. Bu durumda, hiç olmazsa kısa dönemde, özel kesim öz kaynaklarını, kamudan almakta olduğu mali destek kadar artıramayabilir. Bu durumda bankacılık kesiminin hem bu ek borçlanma gereğini karşılayacak ölçüde yeni kredi sağlayabilmesi ve hem de faiz oranlarındaki azalmanın, verimlilik artışıyla birlikte, bu kaynak gereksiniminin ek maliyetini giderecek düzeyde olması gerekir.
Bu sonuca banka sisteminin gelişmesini engelleyecek, kârlılığını düşürecek gereksiz kısıtlamalarla varılamaz. Bir sistemin gelişmesine, o sistemin oyuncularının bir kısmının iş ahlakına uymamalarının çok büyük zarar verebildiğini yaşayarak gördük. Ama şimdi “aşırı tutucu” (ultra conservative) düzenleme-gözetim yetkesinin verebileceği zararlardan kendimizi korumamız gerekiyor....
Hani bir bakan demiş diyorlar ya : “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” diye...
Mektepler hâlâ var. Memnun olmasak da. Ama bankasız kalabiliriz, hiç olmazsa yerel bankasız...
Türkiye 1980’de benimsediği dışa açılma stratejisinin bir uzantısı olarak küreselleşen dünya ekonomisiyle eklemleşmek için AB üyeliği yolunu tercih etti. 6 Mart 1995’de Brüksel’de Türkiye’nin AB ile gümrük birliği yapması kabul edildi. Bu karar 1 Ocak 1996’da yaşama geçirildi. Öte yandan Türkiye AB rekabet yasasını kabul etti, fikir hakları, patentler gibi konularda da AB düzenlemeleri benimsendi...
10-11 Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan Avrupa Konseyi Türkiye’ye diğer aday ülkelerle eşit temelde adaylık statüsü tanıdı. Bu kararın özü Türkiye’nin AB’ye katılımı için Kopenhag Kriterleri’ne uyması gereği idi. Türkiye 19 Mart 2001’de Acquis Communautaire’in uyarlanması için Ulusal Programını açıkladı.
Şimdi sıra uyum için gerekli reformların yapılmasına geldi. Anımsatayım:
i) Bir toplumda insanların çıkarları farklıdır. Toplumsal açıdan nerelerde uyum sağlanabileceğini iyi kestirmek gerekir. Aksi halde bir karardan çok rahatsız olan azınlık, yasal siyasal süreç içindeki eylemleriyle uygulamayı olanaksız ya da çok maliyetli hale getirebilir.
ii) Demokratik bir toplumda insanların çıkarlarına ters gelen bir uygulamayı yapmak zor ve siyasal açıdan maliyeti yüksektir. Hele kısa dönemde bu maliyet çok yüksek olabilir. Siyasal iktidarlar, hele popülizm geleneğinin kuvvetli olduğu bir ortamdan çıkmışlarsa, bunu üstlenmekten çekinebilirler.
Bütün bunlardan sonra tekrar sorayım:
Gerçekten Türkiye için reform yapmak baskın strateji midir?
Bir sorum daha var: Türkiye’nin üyeliğinin Avrupa Topluluğu için net yararının ne olduğu konusunda bir şeyler söyleyebiliyor muyuz?
Canınızı daha fazla sıkmamak için bu soruyu sona sakladım.
Geçen sene Bilkent Üniversitesi’nde Prof. Dr. Sübidey Togan’ın öncülüğünde düzenlenen bir uluslararası konferans yapıldı. “Conference on Turkey: Towards Eu Accession”Bu konferansa iki Hollandalı araştırmacının sunduğu tebliğde, Türkiye’nin katılımının olası katkılarının olabileceği tüm alanlar kapsamayan çalışmalarında, Türkiye’nin AB’ye katılımın az da olsa AB’ye “iktisadi yarar” sağladığı gösteriliyor.
Ancak daha fazla ciddi kanıt göstermemiz gerekli... Olabildiğince de sayısal büyüklüklere dönüştürerek...
Kaynak:
Lejour A.M. ve R.A. de Mooij:Turkish Delight-Does Turkey’s Accession to the EU Bring Economic Benefits? Conference on Turkey: Towards Eu Accession;
http://www.cie.bilkent.edu.tr/
* Demokratik Değişim Derneği ve Friedrich Ebert Vakfı tarafından 5 Haziran 2004 tarihinde düzenlenen “AB’nin Neresindeyiz?”başlıklı yuvarlak masa toplantısında sunulmuştur.