11 Mart 2011
Victor’dan önce Buğday’la karşılaştım. Doksanlı yılların sonuna doğru. Bir kâğıt parçasıydı önce. Bir davet olmuştu benim için. Belki bir ilk yolculuk; varoluşun metafiziğine doğru...
Kapitalizmin nefsi ve benliği şişiren, varoluşun ruhunu çürüten niteliğini nasıl dönüştürebiliriz diye sorguladığım dönemlerdi. Sonra Buğday, kocaman bir dergi oldu.
Ve ben, Buğday Hareketi’nin ‘ana’larından Oya Ayman ve Lalehan Uysal arkadaşlarım sayesinde bu derneğe katıldım.
Zor zamanları, nispeten kolay zamanları, sevinçleri, coşkuları, hüzünleri yaşadık. Bazen daha yakından, bazen uzaktan yakın olarak... Victor Ananias’ın gündeminde her zaman yeni, biricik, başka kimsenin bu topraklarda bu zamanda yapmadığı, yapamayacağı fikirler olurdu. Bir niyet insanıydı. Hatta bir iyiniyet insanı!
Tohum projelerini, Ta Tu Ta çiftliklerini, üreticisinden ekolojik ürün satın alma ağını, ekolojik pazarları ve dükkânları hayata geçirirken... İnsanları ve iş gücünü örgütlerken... Onun, varlığın ilahi yüzüne dokunduğunu hissederdim. Bir duaydı onun eylemleri. Hepimizin, insanlığın diliyle.
Bir yere giderken sepetsiz gitmez, sepeti de asla boş olmazdı Victor’un. Buğdaycılar şöyle diyor onun için: “Hiç rahat edemediği plazalardaki kurumsal görüşmelere giderken bile, sepetini kâh kuru incirle, kâh Kaz Dağları’nda kendi topladığı zeytinlerin yağıyla doldurur ama eli boş gitmez. Toplantı odasında sepetini çıkarır, masaya koyar. Toplantının tüm havası değişir bir anda. Bize ayırdıkları zaman için önceden edilmiş bir teşekkürün ve şükranın Victorca dile getirilişidir bu.”
Cenazesinde naşının üzerine koydukları zeytin dallarında onun o meşhur sepeti duruyordu. Boş muydu? Hayır elbette... O ânı belgeleyen fotoğrafına baktım uzun uzun. Victor’un sepeti, kâinatta boşluk olmadığının kanıtıydı. Havayı, toprağı, aşkı, sevgiyi, merhameti, emeği, dayanışmayı, birlikte dönüşmeyi, bağlılığı aldım o sepetten. Evet bağlılığı...
İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük farklardan biri, kuşkusuz şükran duygusunda buluyor yansımasını. Hamdetmeyi bilen, teşekkürünü varoluşun kaynağına yollayan insan, hakikatin ruhunda soluk alıp verir artık. Kendisine verilen vücudu, aklı, iradeyi kaynağından emanet alarak yaşayan kişi, her hareketine bir ibadet şuuru katmış değil midir?
Böyle yaşamak, hayatı kendi nefsine teslim olarak değil, varlığın özüne teslim olarak, O’nun rızası için yaşamak olur giderek. Tıpkı Victor’un dediği gibi...
Sonra artık ölmüş olan Victor’un gazetelerde yayımlanan çeşitli yüzlerine baktım. Yine uzun uzun. Merhameti, mücadeleyi, adanmışlığı, direnişi, iyiliği gördüm. Birlikte güzelleşebileceğiniz biriydi o. Size kötülüklerin arızi, iyiliğin mutlak olduğunu, rahmetin gazabı geçeceğini müjdeleyen bu yüze bakın. Sadece bakın. Dua niyetine...
Yaşamayı yaşatmak olarak algılıyordu. Taşı, toprağı, suyu yaşatmak. Çünkü kâinatta var olan herşeyin can taşıdığının farkındaydı. İşitiyordu şeylerden duyulan o cılız sesi. Herşeyin bir konuşma biçimi olduğunu biliyordu. Ve o da konuşuyordu her şeyle...
Böylelikle Victor’un yüzünün, tıpkı sepeti gibi, canlı olan tüm varlıkların bir buluşma mahalli olduğunu göreceksiniz. Herşey ile her şey arasındaki bağlantıların kurulduğu bir merkezdi onun yüzü. Hepimize ait. Ve bir o kadar biricik.
“Ölümü dönüşümün vazgeçilmez ve kıymetli bir ânı olarak kabullenmeye hazır mısınız?
Ben kendime sık sık soruyorum bu soruları, yaşama verdiğim kadar ölüme de emek veriyorum sürekli” diye yazmıştı: “Ölüm her anda var, görebilirsek. Ölüm bir an; öncesi ile sonrası çok farklı, her an gibi aslında.”
Evet, her anda var. Ve her an gibi, anlardan bir an sadece ölüm. Toprağa düşen bir insan kadavrasının da, tıpkı bir tohum gibi yeşerebilmesindeki sırrı taşıyordu Victor, ölümün bir devam ediş olduğunu anlatıyordu.
“Ekolojik ürünler, sağlıklı yaşam, kırsal kalkınma, ölmemek için olmamalı, ölümden kaçmak için değil, aksine, güzel yaşamlar ve bir noktasında da güzel ölümler için; ölümü ve yaşamı kutsamak, şükran duyarak yaşamak için her ânında.”
Bu satırları okurken, onun yaşamı ve ölümü yaşatma çabasındaki sahiciliğe gıpta ediyorum. İyi beslenmeyi salt kendi benliğinin yararına olduğunu düşünen, salt kendisi için yaşayan insanlara ‘yaşatma’nın tanıklığını bıraktı Victor. Her dilde...
Victor’un attığı tohum, dua. Sadece hayatın bütünlüğünden bir izdüşüm değil. Kâinatı tüm mevcudatıyla kucaklayan bir dua. Ve buradan ‘ora’ya, dualarımız hep canlı.
O halde Lalehan’ın şu cümleleriyle bitireyim: “Ben onunla birlikte kat ettiğim dönüşüm yolunda tek bir şeye imrendim... Dua edişine... Çünkü nasıl dua ediyorsa kabul olurdu hep.”