20 Temmuz 2011Taraf Gazetesi
Yine şiddet dalgalarıyla, ölüm haberleriyle sarsılıyoruz. Kaç yıldır bu böyle; yılları sayamaz, kayıpların kaydını tutamaz olduk. Fidan gibi gençler, “filinta endam delikanlılar” beşer, onar düşüyorlar toprağa. Her biri eşsiz olan, yani “yinelenmesi, yerine başkasının konması” mümkün olmayan binlerce hayat var “kayıp” hanemizde. Acılardan uzun bir tarih, geniş bir coğrafya yarattık. Etrafına ateş çemberi örülmüş akrep gibi, kendi kendimizi yok etmeye biraz daha yaklaşıyoruz her kayıpta ve acıda.
Bu çemberikıramayışımızda, “kayıpveacı”yla kurduğumuz ilişkinin önemli bir rolü var bence. Her kayıptan sonra, kayıpları önlemenin veya azaltmanın yollarını aramamız gerekirken, tam tersini yapıyoruz. Yeni kayıplara yol açacak refleksler kaplıyor toplumsal ve siyasal dünyamızı. Oysa “şiddet döngülerini durdurarak daha az şiddet içeren sonuçlar üretmek istiyorsak, keder siyasi olarak savaş çığlığından başka neye dönüştürülebilir sorusunu sormamız” gerekiyor.
İşte yapamadığımız şey, tam da budur sanırım! Acının tarihine, acıları nasıl azaltabileceğimizi öğrenmek için bakmıyoruz; acılar, bizi olgunlaştırmıyor. Aksine, “karşı taraf” bellediğimiz insanlara nasıl ders verebileceğimizi düşünüyoruz öncelikle.
Siyasetin dili ve aklı da, ders almak değil, ders vermek üzerine kurulu esas itibariyle. Kaç haftadır buna dikkat çekmeye çalışıyorum: Üstten konuşan, “karşı taraf”ı köşeye sıkıştırmayı hedefleyen, restleşmeyi tahrik eden üslup ve tutum, kimsenin kazanamayacağı, herkesin kaybedeceği bir girdap yaratır.
Acının tarihinden almamız gereken ilk ve en önemli ders şudur: Kürt sorununda çözümün yolu, demokratik siyaset kanallarının ve imkânlarının sürekli açık tutulmasından ve genişletilmesinden geçer. Demokratik siyaset zeminini zayıflatan veya işlevsizleştiren her gelişme, şiddet eğilimini teşvik etmekten başka bir sonuç doğurmaz. Şiddet ise, sadece yıkım getirir.
Otuz yıla yaklaşan savaş ve kayıplar tarihi bu ülkeyi çok ince bir ufuk çizgisine taşıdı. Bu ufuk çizgisinde şiddet, herkesi yakacak devasa bir ateş topudur. Yıkım ile öz yıkım arasındaki sınır artık ortadan kalkmıştır.
Siyasal aktörler, bu gerçeğin yeterince farkında değiller maalesef. Özellikle Kürt hareketinde, şiddetin “siyasal bir işlev” göreceğine dair inanç ve beklentinin hâlâ güçlü olduğu görülüyor. Çözümü demokratik siyaset mecrasında aranabilecek “küçük çaplı krizler”de bile, şiddeti doğrudan veya bir şantaj aracı olarak kullanma eğilimi hızla öne çıkabiliyor bu çevrede.
Silvan saldırısı, bu eğilimin en yıkıcı yansımalarından biridir. Saldırı emrini verdiği iddia edilen Cemil Bayık’ın, “Öyle bir eylem yapmalıyız ki, izi silinmeyecek bir acı bıraksın” dediği de öne sürülüyor. Bayık, bu sözleri söylemiş olsun olmasın, bu “eylem”in tam da öyle bir mantığa dayandığı açıktır.
Bu eylemin, sadece canları yakmakla kalmayacağını, demokratik siyasetin zeminine de ağır bir darbe vuracağını öngörmek hiç de zor değildi.
DTK’nın “demokratik özerklik ilan etme kararı” da, başka bir yoldan aynı kapıya çıkıyor. Esasen “tek yanlı” bir hamle olması, ülkenin ve toplumun bütününü kavrayan demokratik siyaset alanını hiçe saymak anlamına geliyor. Öte yandan, “demokratik özerkliği” fiilen hayata geçirmeye çalışmak, açıkça yeni ve yoğun bir çatışma sürecine davetiye çıkarmaktır. Böyle bir sürecin ucunun iç savaşa kadar uzanması da düşük bir ihtimal değildir. Ve “bütün iç savaşların ortak paydası, yıkım ile özyıkım arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıdır”.
Oysa Kürt hareketi, bütün zorluklara ve engellere rağmen Haziran 2011 seçimlerinden büyük başarıyla çıktı. Bu sonuç, demokratik siyasetin erdemlerine daha fazla sarılmak için çok güçlü bir sebeptir. Hatip Dicle ve KCK’den tutuklu diğer milletvekillerinin durumuna kayıtsız kalması elbette beklenemezdi. Bu bağlamda ortaya konan “boykot tepkisi” de meşru ve demokratik bir öze sahiptir. Lakin bu tavrın bu özü koruyabilmesi için, demokratik siyaseti dışlayacak bir reste dönüşmemesi; demokratik jest ile demokrasi dışı rest arasındaki çizginin silinmemesi gerekiyordu.
Kürt hareketinin demokratik zihniyet ve siyasetle ilişkisini çok boyutlu olarak yeniden değerlendirmesi için vakit çok geç değil.
Şiddet, toplumsal ve siyasal dünyamızı belirleyen en ağır hakikat olmayı sürdürdükçe, acılardan yeni acılar üretmekten kurtulmamız da mümkün değil. Şiddeti bir yöntem olarak dışlamak, mahkûm etmek, lanetlemek elbette önemlidir. Ancak sadece bunu yapmakla şiddeti yok edeceğimizi sanmak da büyük bir safdillik veya siyasi körlüktür.
Kürt sorunu gibi meselelerde şiddeti sonra erdirmenin yöntemleri konusunda dünyada ciddi bir birikim, bizde de iyi kötü bir tartışma var. AKP, bu birikimi ve arayışları, çatışmaların barışçıl çözümünü öngören sistemli bir programa dönüştürmeyi bugüne kadar beceremedi. Bu görev, AKP’nin ve Başbakan Erdoğan’ın önünde tarihsel bir sorumluluk olarak duruyor. Acının tarihini değiştirmek istiyorsak, bundan başka çare yoktur.
Ve artık vakit dardır!