3 Kasım 2008
Koskoca toplumun yüzü tiksintiyle buruşmuş. Hep birlikte Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez'in kahraman tecavüzcü performansını izliyoruz.
Onun arsızlığı, pişkinliği karşısında çırpınırken kanımca çok önemli birkaç şeyi gözden kaçırmaktayız. Hüseyin Üzmez, kendi uçkurunun değil, kendi dünyasının savunmasını yapıyor. Ona bu dünyayı armağan etmiş olanlardan söz etmeye ne dersiniz?
Gazetelerde bugün kız çocuklarının uğradığı tecavüz olaylarından bir demet vardı. Zara'da başı taşla ezilerek öldürülen 12 yaşındaki Nur'un küskün resmi, kendisini taciz eden babası tarafından öldürülmüş Emine'nin umutla bakan gözleri. Bir de fotografsız bir haber: Bursa'da 14 yaşındaki kıza 'harçlık karşılığı' tecavüz eden 7 kişi.
Umarım, nicedir bu olayların ne kadar arttığının farkındasınız. Şiddetin ve çaresizliğin her türünden gelecek duygusuna galebe çaldığı dönemlerin alarmı işte böyle işitilir. Çocuklara ve kadınlara yönelik saldırıların artmasıyla. Tecavüzün sıradanlaşması, kadın ve çocuğa yönelik şiddetin inanılmaz boyutlarda artması kıyamet alametlerindendir. Sunağa ilk yatırılanlar hep kadınlar ile çocuklar olur.
Hüseyin Üzmez'in şaşırtıcı bir vaka olduğunu kim iddia edebilir? Her yıl binlerce çocuk yakınları ya da saygın amcaları tarafından tecavüze uğruyor. Muhafazakâr Anadolumun her köşesinde daha bebek oynama yaşında gelin veriliyor, tecavüzle 'kirletilmişse' katlediliyor. Töre, kız çocuklarını, kadınları intihar ve infazla susturuyor. Ahlâkı bütün Türkiyeli, yargının da yol açmasıyla , birbirlerine yılışarak el veren saygıdeğer aile babaları tarafından iştahla ırzına geçilmiş kız çocuklarının gönüllü olup olmadığını tartışıyor.
Hüseyin Üzmez'in özgüveni, elbette bu dünya resmine duyduğu güvenle besleniyor. İnancının, kız çocuklarının regl olduğu andan itibaren kendi kirli koynuna hazır olduğu bir dünyayı akladığını ileri sürebiliyor. Yanında, aksesuarı, suç ortağı ettiği yılışık karısıyla birlikte hapisaneden bir kahraman gibi çıkabiliyor. Katillerin, alçakların, uyuşturucu-silah tacirlerinin, işkencecilerin çıktığı gibi. Utanacak bir şeyi yok. Uçkuru, inancına denk. Vatan haini değil ya şunun şurasında. Aksine. Zamanında gazeteci Ahmet Emin Yalman suikastına katılmış olduğunu da gururla haykırıyor. Gazeteci katillerinin hâlâ birer kahraman gibi korunduğu memleketinin bağrına doğru. Azınlıkta olmadığını gayet iyi biliyor.
Kürt diye, fahişe diye, solcu diye gözaltında tecavüze uğrayan, asla haklarını arayamayan binlerce yaralı kadının yaşadığı bu topraklarda Hüseyin Üzmezlerden çok var.
Daha da olacak. Jandarmasının, polisinin, kayda düşmüş komutanlarının elebaşılığında kaç kadına tecavüz etmişliğini bilmeyen, merak etmeyen, yazan olursa ona tehditler savurup mahkemelerde sürünmesine oh çeken milletin güzide bir fikir önderi Hüseyin Üzmez.
Korkmuyor ve utanmıyor. Haklı da. Adli Tıp Kurumu'nun koskoca hekimleri, ailesinin de yardımlarıyla taciz ettiği küçük kızda hiçbir travma bulgusuna rastlanmadığını belirtip tahliyesine kapı açmadı mı?
Yıllardır yazıp dururuz, "Adli Tıp Kurumu'nun özerkliğine tecavüz eden atamalar, hayatımızı bire bir ilgilendiriyor. Bu konuda mücadele veren Adli Tıp Uzmanları Derneği'nin söylediklerine kulak verelim" diye.
Birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığından alınan Profesör Doktor Şebnem Korur Fincancı'ya zamanında kulak verdik mi? Fincancı, Adli Tıp Kurumu'ndaki AKP kadrolaşmasına karşı çıktığı için AKP'nin en çok itiştiği Rektörler sultanı Ergenekon gazisi Kemal Alemdaroğlu tarafından görevinden alınmıştı. Aynı etiksizlik batağında birbirine elense çekenlerin bu bilim insanlarına karşı nasıl bir çırpıda yekvücut olduklarına şaşırmıyorsunuz umarım. Çok örneğini gördük. O bilim insanları, her iki tarafın da kabusu oldu hep.
Fincancı uyarıyordu: "Adli tıp tümüyle bağımsız olması gereken bir çalışma alanıdır. Herhangi bir iktidarın bu çalışma alanına müdahalesi kamu vicdanını yaralar, çünkü adalete müdahale anlamı taşır. Adli tıbbın düzenlenmesi ancak bilimsel ölçütlerle ve nesnel denetim araçları oluşturarak gerçekleştirilir. Oysa biliyoruz ki, resmi bilirkişilik kurumunda atamalar Adalet Bakanlığı süzgecinden geçiyor ve bakanlıklar siyasi otoriteler olarak görev yapıyorlar. Dolayısıyla iktidarda hangi parti olursa olsun, otoritesini adli tıp alanının düzenlenmesinde kullanması kabul edilemez. Uzun yıllardır, bilirkişilik sisteminin değişmesi ve bağımsızlığı üzerine kurduğum söylem ile tüm iktidarlara adli tıp alanını özerkleştirme çağrısı yaptım. Bu çağrıya aldığım yanıt, iktidarların Adli Tıp Kurumu'na ve özerkliğine bakışını bence çok açık yansıtıyor."
Adli Tıp Kurumu'na AKP tarafından atanmış doktorların ilk marifeti değil bu karar. Anasının serbest bırakılmasını isteyen, çeşitli tehditler ve şantajlarla şikâyetinden vazgeçmesi sağlanmış küçük kız hakkında böyle bir rapor verebilen hekimlerin mesleki etikle ilişkileri çoktan aşikâr olmuş durumda.
Daha dün, İsmail Saymaz, gazetemizde haberini yapmıştı. Görülmedik hızla Hüseyin Üzmez'in tahliye kararına zemin hazırlayan raporu hazırlayan çalışkan hekimlerin bir işkence davasında da işkenceci tecavüzcülere kanat gerdiğinin kaydı var. Adli Kıp Kurumu Emniyet'te işkence ve cinsel tacize uğradığını ileri süren iki kadın hakkında 2002 ve 2003'te 'fiziksel ve ruhsal travma var' yönünde beş rapor vermişken bizim tecavüz ekibinden beşi 2007'de aksi yönde bir rapor vermiş. İşkenceci-tecavüzcü on polisin yargılanması son aşamasındayken sanık avukatlarının talebiyle geçmiş raporlarıni yeniden inceleyen Adli Tıp, tam beş yıl sonra oy çokluğuyla, 'işkenceye kesin tıbbi delil yok' raporu vermiş. Son duruşmaya yetişen rapor, hâkimin sanıklara beraat vermesine neden olmuş. Ne güzel bir başarı. Ne kadar vatansever bir tutum. PKK üyesi olduğu ileri sürülen kadınları savunacak değil ya Hipokrat yeminli hekimlerimiz.
Çünkü onlar, vatanlarını ve kendilerini iş başına getiren hükümeti Hipokrat'tan da insandan
da daha çok seviyor.
Karanlık iyice çöküyor. İyimser kalmanın koşulları tükendi.
Yine de Hüseyin Üzmez'in inançlı bir fikir adamı olarak hepimizin ufkunda yükselmesinde kutlu bir işaret aramak gerek belki de. O, adeta makyajla çirkinleştirilip korkunç kılınmış suratıyla hayatımızın işkence-tecavüz zincirini bir kez daha sergiledi. Hayat, hepimizin ortak olduğu vahşet karşısında çaresiz kalıp bize bu meymenetsiz canavarı gönderdi işte. Başımızı öte yana çeviremeyelim diye.
Bize iyimserliğin kataraktıyla puslanmamış, kapkara bir güç gerekiyor hayata sahip çıkabilmek için. Walter Benjamin, Brecht'le konuşmalarını kaydederken o güçten söz ediyordu:
"Hemen arkasından, pek az gösterdiği bir sabırsızlıkla, Çocuklara Şiirler'i Sürgün Şiirleri bölümüne almak için bir gerekçe daha gösterdi: 'Bu kadere karşı verdiğimiz savaşta hiçbir şeye kayıtsız kalmamalıyız. Onlar küçük işler peşinde değil, bundan hiç şüphen olmasın. Otuz bin yıllık tasarıları var. Çok büyük şeyler tasarlıyorlar. Çok büyük suçlar. Hiçbir sınır dinlemeyecekler. Her şeyi yoketmeye çalışacaklar. Her yaşayan hücre onların darbeleriyle ezilecek. İşte biz de bunun için her şeyi düşünmek zorundayız. Çocuğu daha ana rahmindeyken kötürüm ediyorlar. Çocukları hiçbir zaman dünyamızın dışında bırakmamalıyız.' O böyle konuşurken faşizm kadar zorlu bir gücün varlığını hissediyordum üstümde: faşistlerinki kadar büyük, gene en az faşistlerin gücü kadar derinden gelen, tarihin derinliklerinden fışkıran bir güçtü bu. Çok tuhaf, yepyeni bir duyguydu bu benim için."