Ömer Madra: Hattın öbür ucunda İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Turgut Tarhanlı var. Günaydın Turgut!
Turgut Tarhanlı: Günaydın.
ÖM: Günün ana konusu İsrail’in, uluslararası sularda, Gazze’ye yardım götüren, 33 ülkenin gemilerinden oluşan filoya saldırması. İnanılmaz, sürreel gibi görünen olayın uluslararası hukuk içinde nasıl değerlendirileceğini konuşacağız. Ben şunu sormakla başlamak istiyorum; bayağı “black out” diye adlandırılabilecek haber karartması uygulanıyor.
TT: Doğru.
ÖM: Uluslararası hukukta bir yeri var mıdır böyle birşeyin?
TT: Bir kere bireysel haklar itibariyle var, yani haber alma ve verme özgürlüğü itibariyle var, bu açıdan buna aykırı bir tutum olduğunu söylemek mümkün. İkincisi, burada uluslararası barış ve güvenlikle ilgili bir konu söz konusu olduğu için hemen akla ilk gelen husus, “Acaba böyle bir operasyonda hukuka uygunluk derecesi nedir?” sorusudur. Bu karartma durumu da tabii ki bireysel sorumluluğu, cezai anlamda da gündeme getirecek bir konu olduğu için, bilgilerin sızmasının önlenmesi o sorumluluğu önleyici bir iradenin emaresi olarak değerlendirilebilir. Tabii ki bir şüphe ortaya koyması bakımından uluslararası sorumlulukla bir arada düşünülmesi gereken bir husus bence.
ÖM: Bu çok önemli bir nokta gibi görünüyor.
TT: Çok.
ÖM: Bir başka aklımıza gelen soru da şuydu, olayın uluslararası sularda, yani açık denizde olduğu İsrail hükümeti ve ordusu sözcüsü tarafından da kabul edildi. O zaman uluslararası hukukun en temel kurallarından birine aykırılık olduğu görülüyor. Bu bir savaş suçu da teşkil eder mi?
TT: Evet. Bir kere devletlerin açık deniz alanında hangi tür yetkilere sahip olup olmadıkları sorusunu sormak lazım. Bunun cevabı: böyle bir yetkiye sahip değiller. Biraz açayım. Açık deniz alanı tek bir devletin kullanımına ya da yararlanmasına açık bir alan değil. Yani devletin kendi egemenlik alanı altındaki karasularını düşünün, 6-10-12 mil ne kadarsa, onun bitiminden sonraki deniz alanları açık deniz ya da uluslararası sular diye adlandırılıyor. Buranın tüm devletlerin kullanımına ve yararlanmasına açık bir statüsü var hukuken. Fakat devletlere yine de bu bölgede belli istisnai –ama altını çiziyorum istisnai- yetkiler tanınıyor, bunlar büyük ölçüde uluslararası kamu düzeninin korunmasıyla ilgili istisnai yetkiler; mesela köle ticaretinin önlenmesi gibi. Köle ticareti yaptığından şüphe duyulan bir gemiye yönelik müdahale yetkisi olabiliyor. Bunun ayrıntısını, usulünü biraz sonra söyleyeyim, önce başlıklar olarak kısaca listeleyeyim; mesela deniz haydutluğu, bu ‘piracy’ denilen -korsanlık değil o daha farklı birşey- deniz haydutluğu, yani maddi çıkar amacıyla uluslararası seyr-ü seferde bulunan gemilere müdahalede bulunup mal, para, vs. bunlara el koymak veya yasadışı uyuşturucu ya da psikotrop madde kaçakçılığı yapmak. Bu da uluslararası uyuşturucuyla mücadele çerçevesinde önem taşıyor. Bunlara yakın zamanlarda terörizmle mücadele de eklendi, özellikle gemide bulunan terörist amaçlarla faaliyette bulunan kişiler vb. Bir başka istisnai yetki de şu; bir devlet kendi topraklarında ya da kendi egemenliği altındaki deniz alanında da, hukuku ihlal edilmişse bu ihlal eden kişiyi ya da gemiyi kendi ülkesini terk ettikten sonra kesintisiz bir biçimde izleme yetkisi. Açık denizde ele geçirebilme yetkisi var; ama ülkeden açık denize doğru, bu şekilde tanımlamak gerekiyor. Bunlara yönelik müdahale, “ziyaret hakkı” diye tanımlanıyor “right to visit” ama bu böyle helikopterlerle, indirme birlikleriyle ateş açarak inmek biçiminde bir ziyaret değil tabii ki. Zaten hiçbirimiz herhalde böyle bir ziyaretçiyi kabul etmeyiz tahmin ederim, değil mi?
ÖM: Evet.
TT: Dolayısıyla, uluslararası hukukun açık denizlerde faaliyetini yasakladığı nitelikteki eylemlerin gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda bir takım şüpheler taşıyan bir gemiye yönelik, bu şüpheleri ortadan kaldırmaya yönelik bir kamusal yetki, yani bir tür zabıta tedbiri olarak uluslararası sularda devletlere tanınıyor. Başka bir otorite bunu gerçekleştirecek olmadığı için, uluslararası polis teşkilatı mesela olmadığı için, devletler bu yetkiyi kullanıyorlar. Ama buradaki olay tabii bunların hiçbirine girmiyor yani burada söz konusu olan durum, kabaca İsrail’in 2007 yılından beri Gazze’ye yönelik olarak uygulamış olduğu -bunun da nedeni Hamas’ın seçimlerden birinci parti olarak çıkıp orada yönetimi elinde tutuyor olması- siyasi bir abluka uygulaması. Şimdi İsrail bunu abluka olarak da nitelendirmiyor bu bir tür “zorlayıcı tedbir ya da yaptırımdır” diyor. Halbuki bu hukuken de çok yanlış, zira orası, aslında işgal altındaki topraklar, uluslararası bir statüde ve gözetim altında. İşgal altında olması bir uluslararasılık statüsü yaratıyor ve oradaki hayatın düzenlenmesi ve takibinin BM gözetiminde olması gerekiyor.
ÖM: Ve işgalciye de sorumluluklar yükleniyor değil mi?
TT: Tabii elbette İsrail’e yükleniyor, onun için zaten bu gözetim var ve biliyorsunuz bir ajans var: Filistin Yardım ve Çalışma Ajansı; işgal altındaki Filistin topraklarına yönelik BM’nin bir birimi bu. İsrail’in kendi adına bu bölgeye yönelik bir yaptırımı, bir zorlayıcı tedbiri uygulaması, onun yetkisi dahilinde bir mesele değil. Bu, BM Güvenlik Konseyi’nin yetkisinde olan bir mesele, yani zorlayıcı tedbirler ancak BM Güvenlik Konseyi’nce kararlaştırılabilir.
Dolayısıyla, İsrail’in bu tür bir hukuki tanımda bulunması da yanlış, zira bu tür bir hukuki tanım nedeniyle bu gemilerin Gazze Şeridi limanlarına veya kıyılarına yaklaşmasına engel olundu; 3 yıldır uygulanan bu abluka nedeniyle, ama işte onlar bir takım “zorlayıcı tedbirler ve yaptırımalr” biçiminde tanımlıyorlar. Dolayısıyla mesele, yani gerek İsrail’in açık denizde kullandığı müdahale bakımından, gerek limanlara yaklaştırmama politikası açısından, kesinlikle mevcut uluslararası hukukla ve BM hukukuyla bağdaşmayan bir durum acıkça söylemek gerekirse.
ÖM: Yani tamamen hukuk dışı bir durum, hukuka aykırı bir durum oluşturuyor. Peki insanın aklına gelen en önemli sorulardan biri de bu aykırılığın giderilmesi için ve yaptırımların cezalandırılması mümkün mü? Ne yapılabilir BM Güvenlik Konseyi mi devreye girmeli?
TT: Şu olabilirdi aslında, bu gemiler sivil gemiler ve diğerleri için de muhtemelen aynı şey söz konusudur, ama Türkiye’den yükleme yapılan gemiler açısından bakıldığında, bunlar Türkiye limanlarından, Türkiye gümrük mevzuatına göre yükün gemilere yüklendiği bir biçimde seyre çıktılar. Yani burada hukuki bir ilişki söz konusu, aynı zamanda Türkiye’den yük almış bir geminin İsrail’e gidiyor olması, gümrük mevzuatına tabi olması, bunun basının gözü önünde olması... Yani gizli kapaklı bir iş söz konusu değil burada. Diğer gemiler için de bildiğim kadarıyla aynı durum söz konusu. Yani burada, bu gemiler bakımından, ciddi bir güvenlik tehdidine yol açacak bir potansiyel veya şüphenin, bildiğim kadarıyla söz konusu olmaması gerekiyor. Kaldı ki içinde Avrupalı bir takım siyasi kişiler, din adamları, 30 küsur ülkenin vatandaşları bulunuyor. Yani bu bir tipik insan hakları aktivizmi ve bu bağlamda bir taktik aslında. Bu insani yardım projesi, İsrail’in son 3 yıldır uyguladığı ablukaya uluslararası kamuoyu nezdinde dikkat çekmeye yönelik bir insan hakları taktiği aslında. Bugünün insan hakları hareketinin de bu tür bir dil ve eylemselliği uyguladığını biliyoruz; bunu bütün insan hakları örgütleri uyguluyorlar. Dolayısıyla buna yönelik bir silahlı müdahalenin açıklaması çok zor. İsrail deniz kuvvetleri, donanma gemileri bir biçimde bu gemilerle bir temas kuramaz mıydı? Fiziki bir teması kastediyorum ama kuvvet kullanmayı kastetmiyorum. Nitekim bu ‘Mavi Marmara’ gemisi İsrail karasularına yaklaşırken, İsrail donanması gemilerini de görünce hız kesmiş ya da yol kesmiş diyorlar daha teknik tabiriyle. Bu ne demektir? Bu bir barışçıl mesajdır, yani “sizinle temas kurmaya hazırım” sinyalidir. Buna rağmen bir silahlı operasyon, bir kuvvet kullanma eylemine girişiliyor. Gerek demokratik devletin iç hukukunda, gerek uluslararası hukukta kuvvete başvurmaya karar verseniz bile -ki burada onun şartları yok- birden böyle 10 kişinin ölümü, 30 yaralı açıklanabilir değil. Tam bu sayıları da bilmiyoruz tabii.
ÖM: Hiçbir zaman bilemedik.
TT: Bu tür insani bir kayba ve mal zararına yol açacak bir müdahalede bulunmadan önce, tedrici olarak kuvvet kullanmanın yöntemleri vardır. Meşru olan hallerde bile, örneğin meşru müdafaanın bile ölçülü olması gerekir; meşru müdafaa en yüksek risk, ulusal güvenlik açısından bir devletin silahlı saldırıya maruz kalması demek. Orada bile, ülkenizin maruz kaldığı bu hayati tehlikeyi gidermek için, ortaya çıkan tehditle orantılı bir mukabelede bulunmak durumundasınız, nerede kaldı ki bu tür bir mesnetsiz askeri müdahale.
Öncelikle bu olayın gelişimi, şartları, ve ortaya çıkan kaybın gerçekçi olarak belirlenmesi gerektiriyor. Bunun için de Türkiye bir girişimde de bulundu, zannediyorum BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon da soruşturma yapılmasının kaçınılmaz olduğu biçiminde bir beyanda bulundu. Bunun yapılması lazım, ama burada bence BM’nin, aynen Darfur’da olduğu gibi, Kosova gibi veya Lübnan başbakanının süikaste uğraması olaylarında olduğu gibi, özel yetkili bir soruşturmacı tayin etmesi lazım.
ÖM: Bağımsız bir soruşturmacı.
TT: Bağımsız tabii. Dünkü Güvenlik Konseyi görüşmelerinde nasıl bir sonuca erişildiği konusunda kısmen bir bilgi sahibiyiz. Henüz konuya ilişkin görüşmeler tam bitmedi bildiğim kadarıyla. Türkiye’nin sunduğu bir karar taslağı vardı, o ABD tarafından çok sert bulunup reddedilmiş. ABD de Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olduğu için, böyle güvenlik meseleleriyle ilgili konularda veto yetkisi var. O bakımdan bunun daha uzun sürmesi söz konusu olacak gibi görünüyor. Güvenlik Konseyi buna ilişkin bir karar alırsa da muhtemelen bazı önerilerde, tavsiyelerde bulunabilir taraflara.
Tabii burada bir de bu işin uluslararası cephesi var; muhtemelen bölgesel uluslararası örgütler bünyesinde de buna ilişkin bazı girişimler olabilir. Örneğin Arap Birliği’nde olabilir, belki İslam Konferansı Örgütü’nde... Bilemiyorum ne ölçüde yapabilir veya Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi örgütler de müdahil olabilirler bir biçimde.
ÖM: NATO da Türkiye’nin talebi üzerine bugün toplanıyor galiba.
TT: Doğru. Tabii burada BM’nin misyonu çok daha önemli, özellikle olaynı netleşmesi, gerçekleşme şartlarının bilinmesi bakımından. Çünkü bu daha sonra kayıpların tazmini meselesini de gündeme getirecektir. Bunun dışında bireysel ya da ikili bazı temaslar da olabilir, ki bu herşeyden önce Türkiye ve İsrail arasında da olmak durumunda. Yani Türkiye her ne kadar BM nezdinde bir girişim de bulunsa da İsrail nezdinde de bir girişimde bulunabilir. Tabii başka ülkelerin de vatandaşları ölmüş veya yaralıdır, onu da bilemiyoruz. Yani bu bütün o devletler için de geçerli. Devletin kendi uyruklarını koruma ödevi vardır. Hukuken kişilerin kendilerini yeterince savunabilme, haklarını takip edebilme imkânının olmadığı durumlarda bu devletin bir ödevidir. Ben bu kayba uğrayan insanların ailelerinin, yakınlarının İsrail hukuk sistemi önünde, idari makamları nezdinde girişimlerde bulunabileceğini zannetmiyorum; bu hem çok zor hem de mümkün olabilir mi emin değilim ve çok pahalı da tabii. O bakımdan devletin bunu üstlenerek, İsrail nezdinde bir girişimde bulunması Türkiye açısından önemli. Belki İsrail buna da yakın durabilir; mesela Türkiye ve İsrail ortak bir soruşturma komisyonu kurarak bu işin yürütülmesini, silahlı kuvvetleri de kapsayacak heyetler halinde düşünebilirler. Tabii bu diplomatik bir kanal, olur veya olamaz, ama paralel seçeneklerden biri olarak dikkate alınabilir gibi görünüyor bana. Dolayısıyla bunun sonucunda kaybın nasıl tazmin edileceği, giderileceği meselesinin ortaya çıkması lazım. Ancak işin bir de cezai sorumluluk tarafı var tabii ki.
ÖM: Onu da sormak istiyordum.
TT: Gerek bu operasyona girişilmesi bakımından hukuki dayanakların bulunmayışı, gerekse gerçekleştirilme biçimi, yani aşırı güç uygulanmış olması nedeniyle... Anladığım kadarıyla haber kanallarında, videolarda “bize de saldırıldı” falan diyorlar, bir takım demir çubuklar görünüyor mesela, pankart sopası, tahtası vs. gibi şeyler var. Herhalde özel bir müdahale gücü karşısında sopayla değnekle bu adamların İsrail’e karşı bir tehdit yaratacağı düşünülemez, bu çocukça, gülünç bir iddia aslına bakarsanız. Pek de fazla büyük, karşıt bir iddia da çıkmadı ortaya bugüne kadar. Bu durumda tabii gerek dayanaktan yoksun olması, gerek gerçekleştirilme biçiminin hukuka aykırılığı nedeniyle İsrail’in siyasi anlamda bir sorumluluğu olduğu gibi, uluslararası hukuk nezdinde o siyasi yetki kullanan kabine mensuplarının, silahlı kuvvetler komutanlarının da bireysel anlamda sorumluluğu söz konusu. Bu tartışmasız bir husus, ama tabii bunun ne ölçüde icra edilebileceği konusu ayrı bir soru, yani onların cezai sorumluluklarının soruşturulup sonuçta da bir hükme varılması ve bu cezanın neyse sonuçtaki yaptırımının, kendilerine uygulanabilmesi imkânı, ayrıca açıklanması ve İsrail’in uluslararası hukuk yükümlülükleri bakımından tartışılması gereken bir husus. Uluslararası Ceza Mahkemesi statüsünü onaylamadı İsrail. Hatta Clinton döneminin sonlarında Clinton bir imza atıp ondan sonra topu Bush’a bırakmıştı, fakat Bush da geri çekmişti biliyorsunuz. Hemen o günlerde İsrail de imzalamıştı statüyü, sonra o da geri çekti aynen Amerika gibi. Dolayısıyla, bugün o bağlamda birşey yapmak pek mümkün gözükmüyor, ancak burada çatışma kuralları bakımından, yani sivillerin bir silahlı çatışmada korunması açısından -ki burada uluslararası bir nitelik var, bir iç çatışma değil, uluslararası sular söz konusu, bu İsrail’in kendi ülkesi üzerinde olan bir askeri eylem değil- insancıl hukuk kuralları dikkate alınabilir, yani 49 Cenevre sözleşmeleri, 77 protokolleri dikkate alınabilir. Buralardan da hukuk bakımından bir dayanak elde edilemiyorsa şayet, Uluslararası Örf ve Adet Hukuku -zaten insancıl hukuk kurallarının kökeni budur- mevcut. O bağlamda sorumluluk tayini konusunda girişimlerde bulunulabilir, ama bunun icrailik kazanabileceği konusunda ben doğrusunu isterseniz çok şüpheliyim, gerçekçi bakmak gerekirse şayet.
ÖM: Neden peki? ABD ve AB ülkelerinin karşı çıkması nedeniyle mi?
TT: Tabii kesinlikle. Bugüne kadar, 3 yıldır süren ambargo konusunda, bu abluka konusunda -ki bunun ne anlama geldiğini dünya kamuoyu da ne ölçüde biliyor çok emin değilim, Türk kamuoyu da ne ölçüde biliyor emin değilim- dün arşiv taraması yaparken yeniden hatırladım; bu işgal altındaki Filistin topraklarından sorumlu BM Filistin Yardım ve Çalışma Ajansı’nın, BM’nin Gazze direktörü olan John Ging’in uzun bir raporu var; son paragrafı bir cümleden ibaret ve şunu söylüyor: “ Buradaki tablo, insanlık bakımından şoke edicidir ve bunun giderilmesi konusundaki siyasi zaafiyet utanç vericidir” diyerek Bu bir BM yetkilisi.
ÖM: Goldstone raporu var, John Ging’in raporu var, Richard Falk’un hazırladığı raporlar var.
TT: Filistin’in BM’nin Filistin, işgal altındaki topraklardaki insan haklarıyla ilgili raportörü. Richard Falk, bir buçuk sene önce, İsrail’e bu kimliği ve göreviyle girerken, sınırda adamı 2 gün tuttular. Bu uluslararası hukuka karşı, pervasızlık ve küstahlığın, hukuki bir dille bir cevabının olması lazım, ki bunun da adresi BM Güvenlik Konseyi. O bakımdan sanıyorum Obama yönetiminin farklılığını bu bağlamda da düşünmesi lazım. Bir de tabii henüz bir icraatte bulunmadan önce Nobel Barış Ödülü kazanmış bir başkan olarak belki kendini ispat etmesinin de zeminlerinden biriyle karşı karşıya bulunduğunu düşünebiliriz. Oldukça trajikomik bir durum doğrusunu isterseniz.
ÖM: Evet gerçekten öyle. Peki çok teşekkür ederiz Turgut.
TT: Ben çok teşekkür ederim.
ÖM: İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Turgut Tarhanlı’yla İsrail’in açık denizde, uluslararası sularda gerçekleştirdiği saldırının hukuki boyutları üzerine bir özet konuşma yaptık. Günün en önemli meselesi bu hukuki çerçevenin iyice bilinmesi ve bunun gereğinin yapılması için elden gelen herşeyin ortaya konması herhalde.
(1 Haziran 2010’da Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)