Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün, suikasta uğrayan Sakine Cansız’ın ailesine yaptığı taziye ziyaretine gelen tepkiler, barışanların eşitliği nosyonundan ne denli uzak olduğumuzu göstermesi açısından önemli. Ölenin, öldürülenin ailesine taziye ziyaretinde bulunmak, insanlığın binlerce yıllık ortak ve kadim geleneklerinden biridir. Zaten Aygün de bu ziyareti siyasi değil, insani kimliğiyle yaptığını ve bunun için kendi partisinin lideri dahil hiçbir siyasetçiden izin alma zorunluluğu olmadığını isabetle açıkladı. Ancak Aygün, bu ziyaretinden dolayı kendi partisinden tepkiler aldı ve liderince sorumsuzlukla suçlandı. Başbakan Erdoğan ise Aygün’ün kaçırılması olayına sinik bir ifadeyle “dağda misafir edildiğini” söyleyerek göndermede bulundu ve bu terörist ziyaretini, CHP’nin kafa karışıklığına yordu. Oysa tam da devlet yetkilileri, Kürt silahlı hareketiyle görüşmeye oturmuşken bu taziye, sürece olumlu bir katkı ve bir insani acıda ortaklaşılması olarak görülebilirdi.
Merkezinde etnisitenin olduğu birçok siyasal çatışmanın aksine Türkiye’nin Kürt sorunu, hiçbir zaman Türkler ve Kürtler arasında toptan bir mücadeleye dönüşmedi. Ne var ki toplumlar arasındaki bakış farklılığının, iletişim kopukluğunun, zihni ve kalbi mesafeleri gitgide açtığı artan bir sıklıkla dile getirilir oldu. Türkiye metropollerinde yaşanan terör olayları, KCK operasyonlarıyla binlerce Kürt hareketi aktivistinin tutuklanması, çatışan her iki taraftan hayatlarını yitiren gençlerin hızla artması da bu mesafenin açılmasını körükledi. Aslında mesafe öylesine açıldı ki batıdakiler için Diyarbakır, Diyarbakır’dakiler için Ankara tümüyle bilinmez, anlaşılmaz yerlere dönüştü. Özellikle de Kürt sorununu, salt resmi görüşün ve anaakım medyanın penceresinden bakışla görenler, bu meselenin sadece bir terör, az gelişmişlik ve bölünme sorunu olduğuna kuvvetle inandılar. Yakılan köyler, zorla yerinden etmeler, iç göç sonucu Diyarbakır, Mersin gibi büyük şehirlere gelenlerin alt üst olan hayatları, kronik yoksulluk ve işsizliğin yarattığı toplumsal dejenerasyon, bilhassa kadın ve çocukların omuzlarına çöken hayat/geçinme kavgası, bu insanların zihnini, kalbini hemen hiç meşgul edemedi. Tam tersine, özellikle de terör olaylarının ve çatışmaların hız kazandığı dönemlerde, Türkiye’nin batısındaki şehirlerde linç girişimleri, etnik farklılığın da körüklediği mahalle kavgaları yaşandı.
Zamanla Kürtlüğün kendisi kriminalize edildi, suçla, yozlaşmayla, terörle özdeşleştirilir oldu. Kürdü aşağı, hâkir, cahil görmek, Türkiye’nin batısında yaşayan orta ve orta üst sınıflar için neredeyse vakayı âdiyeden oldu. Bu anlamda televizyonlardaki tartışma programlarına gelen tepkiler, son derece öğretici ve düşündürücü. Türkiye için kamusal tartışma alanlarından birine dönüşen bu programlarda Kürtlerin de hassasiyetleri olduğunu, etkisiz hale getirilen teröristlerin, birilerinin evladı ve acısı olduğunu hatırlatanlara gariz hakaretler, aşağılamalar ve “ya sev ya terket” anlamında mesajlar yağdı. Aslında yıllarca şehitler, teröristler, bölücübaşı, bebek katili gibi terimlerle bezeli bir dile maruz kalan, başka bakışların suçlaştırıldığı, marjinalleştirildiği, karşıdakinin acısını öğrenmesinin önüne geçildiği bir toplum için bunlar çok da şaşırılacak tepkiler değil. Örneğin, Diyarbakır’da, Siirtte yaşayanların dertleri, ne istedikleri, nasıl yaşadıkları, anaakım medyada sansürsüz, filitresiz hemen hiç yer almadı.
Öte yandan özellikle de Türkiye’nin batısındaki metropollerde yaşayan Kürtler, kendilerini koruma, var etme güdüsüyle, etnik kimliklerine daha fazla sarılır oldular. Birbirlerini körükleyen milliyetçilikler, önyargı ve peşin hükümlerle kalınlaşan, zamanla en insani acıları duyulmaz kılan duvarlar örmeye başladılar. Hüseyin Aygün’ün taziye ziyareti, tam da bu duvara fırlatılmış bir taştır aslında. Horlanmak, eleştirilmek yerine, bir insani çaba olarak takdir bulsaydı, o duvarda açacağı delik çok daha büyük olucaktı. 1999 yılında Türkiye’de ve Yunanistan’da gerçekleşen depremler sonrasında iki halkın birbirlerinin yardımına ilk koşanlar olmasının, milliyetçi, devletçi saiklerle örülen duvarları nasıl çatlattığını, mesafeleri nasıl erittiğini hatırlayın. Kardeşin kardeşle barışı, gün geçtikçe kalınlaşan ve yükselen bu görünmez duvarların yıkılmasıyla herkesin birbirinin derdini, acısını, uğradığı haksızlığı bilmesiyle gerçekleşebilir ancak.
Bu anlamda şu an yürüyen süreçte insani hiçbir çaba heba edilmemelidir. Eğer esas olanın, devlet ve silahlı örgüt arasındaki barıştan ziyade toplumca arınmak, barışmak ve kardeşçe yeni bir hayat kurmak olduğu idrak edilirse, kimden gelirse gelsin insani, vicdani her sözün, her adımın değeri daha iyi anlaşılacaktır. Silahlı örgütle devletin barışı, Türkiye’nin barışı için yaşamsal önemde bir ilk adım olabilir yalnızca. Bizlerin ve sonraki nesillerin, bu toplum içinde eşit, adil ve huzurlu bir hayat sürmesinin tek yolu, Türkiye’nin barışını sağlamaktan geçer.
İşte bu gerçek ve sürdürülebilir barışın, huzurun inşası, zamanla olgunlaşacak, ama kendisini bu günden dayatan bir zihni dönüşüme ihtiyaç duymaktadır. Herkesçe paylaşılan eşitlik ve adalet duygusu, hiçbir etnisitenin, kültürün bir diğerinden üstün ya da aşağıda olmadığı fikrinin, burada yaşamanın doğal bir normu haline gelmesi, bu barışın tek anahtarı ve güvencesidir. Ne var ki öteden beridir toplumun bir kesimine diğerinden üstün olduğu, memleketin esas sahibi olduğu öğretilmişse, bu üstünlük duygusu en liberal aydınların bile birçoğuna sirayet etmişse, sözünü ettiğim zihni dönüşüm için çok zahmetli ve çetin bir yolun bizi beklediğini de bilmek gerekir.
Dr. Alper Kaliber, İstanbul Bilgi Üniversitesi