Kanımca meclisin 1 Mart cumartesi günü hükümetin Irak savaşına ilişkin tezkeresini reddetmeye dönük tavrı, Türkiye’de devletin dış siyasetinin toplumsallaşması (topluma mal olması) sürecinde tarihi bir döneme girildiğini imlemekte. Bundan önce değil parlamentonun (yasamanın), hükümetlerin (yürütmenin) bile tasavvur alanında görülmeyen, son derece dar ve seçkin bir sivil/askeri bürokrat zümrenin inisiyatif tekeline bırakılmış dış politikanın olması gereken yere, siyasetin alanına dahil edilmesi yolunda çok anlamlı bir adımdır bu. Ankara sokaklarının savaş karşıtı eylemcilerin şarkı ve sloganlarıyla çınlamasından yalnızca birkaç saat sonra gelen bu karar, özellikle 3 Kasım seçimleri sonrasında ülkemizde gözlemlediğimiz dış politikanın kamusal tartışma ve eleştiriye açılması sürecinde bir eşiğin daha aşıldığını simgelemekte; ve bu yönüyle de Türkiye’nin demokratikleşme çabalarına dönüştürücü bir katkı sunmaktadır.
3 Kasım gecesi Ak Parti iktidarının kesinleştiği saatlerde Tayyip Erdoğan’ın yapmış olduğu ilk konuşmanın içeriği, hükümetin dış siyasetinin bugüne dek hiç olmadığı kadar kamusal tartışma sahasına taşınacağının apaçık sinyalleriyle doluydu. Önceki seçim gecelerinin aksine iktidara gelmek üzere olan bir partinin genel başkanı, ilk kez dış politikaya ve özellikle de Avrupa Birliğiyle bütünleşme sürecine, iç siyasal meseleler karşısında ödünsüz bir öncelik tanıyordu. Erdoğan’ın ilerleyen günlerde daha hükümet kurulmadan Avrupa turunun çeşitli duraklarında verdiği mesajlarla da perçinlenen bu durum, ulusal bir uzlaşmayı yansıttığı baştan veri olarak kabul edilen devletin dış siyasetinin tartışılamazlığı, eleştirilemezliği tabusunun da sallantıda olduğunu simgeliyordu. Anlaşılan oydu ki Türkiye’de büyük bir siyasal tasfiyeyle sonuçlanan 21. yüzyılın ilk seçimleri, “iktidarlara” önceden oluşturulmuş siyasaları sürdürmekten başka bir hareket olanağının tanınmadığı Cumhuriyetin 80 yıllık dış siyaset geleneğinde bir çözülmenin habercisi olacaktı. Bu gelenek, dış politikaya dair konuların hele de bir kere “milli dava” olarak damgalanmış Kıbrıs gibi meselelerin türlü toplum kesimlerince tartışmaya açılmasına ve bunlara ilişkin devlet/güvenlik merkezli resmi yaklaşımdan farklı talep ve önceliklerin dile getirilmesine cevaz vermiyordu. Devletin “âli çıkarlarıyla” toplum için neyin en iyi olduğunun bilgisine yalnızca kendilerinin vâkıf olduğu ön kabulüyle hareket edenler için dış politika, sorgulanabilecek ve farklı fikirler üretilebilecek en son alandı ve bu niteliğiyle Türkiye’de siyasetin “meşruiyet” sınırlarının çizilmesinde de özel bir işlevi bulunuyordu.
Siyasetin yeniden siyasileştirilmesi
Nitekim partiyle devlet arasındaki özdeşliğin çözülüşünü simgeleyen tek parti döneminin sona ermesinden sonra işbaşına gelen sivil hükümetlerin hiçbiri, kendilerinde devletin dış siyasetinde radikal değişiklikler yapma gücünü bulamamışlardı. Üstelik bu hükümetlerin programları incelendiğinde görülür ki bu metinlerin kimi zaman aynı kalemden çıkmış izlenimi verircesine benzeştikleri tek alan gene dış politikadır. Öte yandan mevzu dış siyaset olduğunda muhalefetin de (TİP örneği bir kenara bırakılırsa) köklü eleştiriler ve alternatif çözüm önerileri getirebildiğine siyasi tarihimizde pek tanık olunmadı. Zira böylesi bir sorgulama, hükümetin ötesinde rejimin kendisini hedef almak gibi algılanıyor ve böylelikle eleştirenin kolaylıkla siyasetin meşruluk sınırları dışına itilerek marjinalleştirilmesine neden olabiliyordu. Bu nedenle muhalefet; devletin siyasal otoritenin ötesinde bir yerlerde belirlenen dış siyasetinin kurucu paradigmalarını, özünü değil hükümetlerin bu siyasayı uygulayış tarzını eşleştirmekle yetiniyordu.
12 Eylül askeri darbesinin ve onun ruhunu yansıtan düzenlemelerin başlıca amacı, Türkiye’de toplumsal olanla siyasal olanı birbirlerinden tümüyle soyutlamak suretiyle, bir yerde siyasetin siyasetsizleştirilmesiydi. Siyaseti devletin kurumsal çıkarlarının korunmasına yönelik teknik bilgiye dayalı bir uzmanlık sahası olarak kuran bu anlayış, kendisinin belirlediği iç ve dış düşmanlar karşısında her an teyakkuzda tutulması gerektiğine inandığı ve aslında pek de tekin bulmadığı toplumu siyasal süreçlerin dışında tutmayı öncelikli hedeflerinden biri seçmişti. İşte dış politika, devletle toplum (yönetenlerle yönetilenler) arasında bir tâbi olma, boyun eğme ilişkisinden başka bir ilişki tarzı kurulabileceğini tahayyül edemeyenler için bu soyutlamanın, dışarıda bırakmanın en mutlak ve “başarıyla” yürütüldüğü mecra olageldi. Zira bir kez ulusal güvenlik ve çıkar kapsamına alınmış herhangi bir dış politik mesele hakkında aykırı görüş dile getirenler, bilgisizlikten vatan hainliğine uzanan kabarık bir suç listesini de göğüslemek zorundaydılar. Karşı karşıya olunan dış tehditler ve onların içteki uzantıları karşısında “milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu” derhal ve sürekli hatırlatılarak olası bir muhalefetin önü baştan alınıyordu. Kısacası dış politika, Türkiye’de devlet toplum ilişkilerinin demokratikleşmesini zararlı bulan statüko yanlılarının ellerinde kalan en son ve en sağlam mevziiydi.
Kendi kaderini belirleme
Ne ki 1990’lı yılların ikinci yarısıyla birlikte Türkiye, küreselleşme süreçlerinin ve özellikle de Avrupa Birliğine tam üyelik tartışmalarının tetiklediği bir sosyopolitik dönüşümü deneyimliyordu. Siyasetin adeta yeniden keşfedildiği, siyasal olanla toplumsal olan arasındaki duvarların yıkılmaya başladığı ve nihayet devletin dış siyasetinin kamusal alanda yürütülen tartışmaların nesnesi haline gelebildiği bir dönüşümdü bu. Böylece yıllardır devlet toplum ilişkilerinin otoriter bir tarzda yeniden üretimine hizmet eden dış ilişkiler, bu kez Türkiye toplumunun gerçek bir siyasal özneye dönüşmesi çabasının başladığı mecra oluyordu. Örneğin Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle ilişkileri ilk kez bu kadar geniş bir toplumsal katılımla ve daha önce hesaba katılmamış boyutlarını da içerecek biçimde tartışılıyor, medyadan sokaklara akademiden kahvelere taşan canlı tartışmalarla... Kıbrıs sorununda çözümsüzlüğün sürmesini neredeyse siyasal varlığının gerekçesi haline getirmiş Denktaş yönetimi ve onun dış politikanın her anlamda geleneksel biçimiyle yürütülmesini savunan Türkiye’deki yandaşları, ilk kez bu denli yoğun ve halkta yankısını bulan eleştirilere maruz kalıyorlardı. Doğrusu 3 Kasım seçimleri ardından AKP yönetiminin dolaşıma soktuğu her alanda demokratikleşme ve şeffaflık söylemi de Türkiye’de dış politikanın topluma mal olma sürecine ivme kazandırıyordu. Ayrıca ciddi yazılı ve görsel medya organlarında dış politik olgu ve sorunlara ve onların iç siyasal dengeler üzerindeki etkilerine ilişkin haber, makale ve tartışmalara çok daha fazla yer ayrılmaya başlanmasını da kaydetmek gerekir.
Bu bağlamda meclisin geçtiğimiz cumartesi günü verdiği karar, Türkiye’de dış politikanın toplumsallaşma sürecinde geriye dönülmez biçimde ilerlendiğinin somut belgesi niteliğindedir. Savaşın kaçınılmazlığını, karşı durulmazlığını aksi bir kararda Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı kabus senaryolarıyla birlikte dillerine pelesenk edenlerin tüm baskılarına, oldu bittiye getirme çabalarına karşın meclis, halkın iradesiyle çelişen bu tezkereyi onaylamamıştır. Bugün artık Türkiye toplumu iç ve dış siyasetin birbiriyle ne denli ilişkili olduğunu, kendi kaderini belirleme gücüne sahip olmasının devletin dış siyasetini de yönlendirmesiyle mümkün olabileceğini görmektedir. Bürokrasinin dar koridorlarına sığmadığı iyice belli olan dış politik kararlar, kamusal tartışma alanına taşınmaya ve kamuoyu, reelpolitik yanlılarının pek sevdiği bir deyimle bir aktör olarak belirmeye başlamıştır. Dış siyasette yaşanan bu toplumsallaşma, Türkiye’de devlet toplum ilişkilerinin demokratik dönüşümüne ve dolayısıyla Türkiye’nin AB’yle bütünleşmesine de büyük bir ivme kazandıracaktır. Şüphe yok ki bu bütünleşmenin derinleşmesi, Türkiye’de toplumsal inisiyatifin hemen her alanda güç kazanmasını da tetikleyecektir.