George Bernard Shaw'un çok hoşuma giden bir lafı: "Kadınlar tercüme gibidirler. Güzel olanları sadık, sadık olanları da güzel değildir." Tersine çevirirsek diyebiliriz ki, "tercüme kadın gibidir, güzel olanları sadık, sadık olanları da güzel değildir."
Kitap çevirileri üzerine yazılabilecek konular Türkiye'de çeviri kültürüne genel bir eleştiri çerçevesinde iki önemli başlık altında toplanabilir: Kaynak metne müdâhale (müdâhalenin sınırları, nereden itibaren tahrîfat olduğu) ve çevirinin dil açısından kalitesi.
6 Mart tarihli yazısı ile Vivian Kohen tercümanların kaynak metne müdahale yetkisini irdeledi. Kohen'in yazısında ele aldığı konuya Aldous Huxley'nin Türkçe'ye Cesur Yeni Dünya başlığı ile çevrilen Brave New World adlı romanını 1932'de Almanca'ya çeviren Herberth E. Herlitschka'nın kitabın başındaki açıklaması örnek gösterilebilir. Açıklamada Herlitschka, orijinal metne yaptığı müdahaleyi anlatırken bir ütopyayı tasvir eden kitabın içeriğinin belirli bir coğrafyaya bağlı olmadığını, bu nedenle kitabı İngiltere'den alıp Almanya'ya taşıdığını belirtiyor. Kitaba yapılan bu müdahale kitabın ne okunuşunda, ne de verilmek istenen mesajda olumsuz bir etki yaratmış. Tercümanın tasarrufu olarak niteleyebileceğimiz ve yeri geldiğinde kitabın okunuşunu kolaylaştıran bu tarz müdahaleler madalyonun bir yüzünü oluşturuyorlar.
Madalyonun diğer yüzünde ise, orijinal metinde yapılan değişiklikten çok daha rahatsız edici bir olgu, Türkiye'de dil açısından giderek kötüleşen bir tercüme kültürü var.
Bu durumun sebeplerinden birincisi, elbette, Türkçe'nin dilde sadeleşme, Öztürkçe'ye dönüş vb. yanlış akımlar sonucu fakirleşmesi, kısırlaşması. Bu konuda yazılan sayısız makale var. Çok basit bir örnek vermek gerekirse:
Temmuz 1940'da Fransa'nın Almanya'ya teslim olmasının ardından De Gaulle Londra'da tarihe geçen bir açıklama yapar ve der ki: "La France a perdu une bataille! Mais la France n'a pas perdu la guerre!" Bugün geldiğimiz noktadaki güdükleşmiş Türkçe ile çevirirsek: "Fransa bir savaş kaybetti! Ama Fransa savaşı kaybetmedi!" Haliyle, "harp" ve "muharebe" gibi nüansları belirten kelimeleri elemenin sonucu. Bu bağlamda İkinci Dünya Savaşı ile Sakarya Meydan Savaşı arasındaki günümüz Türkçe'si ile yok olan farka da dikkat çekilebilir. Örnekler muhtelif…
Türkçe'de yaşadığımız tercüme kalitesindeki düşüşün ikinci ve asıl nedeni ise Türkçe'yi iyi bilen tercüman eksikliği, ya da başka bir açıdan yaklaşırsak, Türkçe'yi iyi bilenlerin tercüme işine girmemeleri. Bu konudaki en önemli etken de tercümeden kazanılan (daha doğrusu kazanılamayan) para ve bu nedenle tercümanlığın maddî açıdan tatmin edici bir meslek olmaması. Bu da tercüme işinde işveren konumundaki yayınevlerinin ucuza kaçma politikasının bir sonucu.
Almanya'da yayınevleri ile tercümanlar arasında 2003'ten beri tercüme ücretleri konusunda tartışmalar var. En son Ekim 2005'te alınan bir mahkeme kararına göre tercümanlar sayfa başına aldıkları ortalama ücrete (aşağı yukarı 13 Avro) ek olarak kitabın satışından da %1 ilâ 2 komisyon alacaklar. Özellikle küçük yayınevleri ufak bir hesap ile bu tarz bir uygulamanın bellerini bükeceğini belirtiyorlar: Liste fiyatı 25 Avro olan 600 sayfalık tercüme bir kitabın 100.000 defa satılması durumunda tercümana %1 oranı esas alınarak hesaplanırsa kitaptan 25.000 Avro pay düşüyor. Bu büyüklükte bir kitabı çevirme işinin 3-4 ay aldığı, Almanya'da 600 sayfalık bir kitap için tercümana zaten sabit ücret olarak 10.000 Avro gibi bir meblağ ödendiği düşünülürse, tercümanlığın ne derece cazip bir iş olduğu ve kaliteli tercüme yaptırmanın ne derece kolay olduğu anlaşılabilir.
Türkiye'de ise yayınevleri tercüme konusunda ucuza kaçma eğilimindeler. Bu eğilim kendini pıtrak gibi biten tercüme bürolarında TRADOS gibi bilgisayar programları ile çabuk tercüme yaptırmak, ucuz olması için üniversite öğrencilerine düşük ücret karşılığı tercüme işi vermek şeklinde gösteriyor. Türkçe bilgisi ve kullanımından emin olduğum tercüme yapan bir arkadaşım geçtiğimiz günlerde bir yayınevinin "deneme" maksatlı 7(!) sayfa metin yolladığını, 50 tercümana bu şekilde deneme bahanesi ile 7'şer sayfa yollandığı takdirde kitabın zaten tercüme edildiğini ve yayınevinin bu işi böylece bedavaya getirdiğinden yakınıyordu. Kaliteli tercüme yapabilecek insanların tercümeyi birincil meslek olarak görmesini imkânsız kılan bu tarz yaklaşımların sonucu olarak tercümenin kalitesinin düşmesi kaçınılmaz.
Girişte zikredilen Huxley'nin kitabının başlığı bu konuda örnek teşkil ediyor: Huxley, Brave New World tümcesini Shakespeare'in The Tempest'inden esinlenerek kullanmış:
"O wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beautious mankind is!
O brave new world
That has such people in't!"
"Brave New World" tümcesinin "Cesur Yeni Dünya" olarak çevrilmemesi gerektiğini fark etmek için Shakespeare okumak şart değil. Shakespeare ile İngilizce'ye giren deyim zaten örneğin bir savaş sonrasında yeni kurulan, başarılı ve âdil olacağına inanılan bir sistem mânâsına geliyor ve bu açıklama büyük İngilizce sözlüklerde de bu şekilde yer alıyor. Kitabın Almanca ismi "Schöne Neue Welt", yani "Güzel Yeni Dünya", Fransızca'ya "Le Meilleur des Mondes", yani "Dünyaların En İyisi" olarak çevrilmiş.
Tercüme yapmak için sadece edebiyat bilmenin yeterli olmadığı, aynı zamanda bilhassa teknik konularda asıl metnin konusu hakkında da bilgi sahibi olmak gerektiği bir başka ve daha güncel bir eserden örnekle gösterilebilir: Lance Armstrong'un kanseri nasıl yendiğini anlatan kitabı It's Not About the Bike Türkçe'ye Yaşama Çevrilen Pedal adı ile tercüme edildi. Kitabın aslından iki cümle: "My cadence was up at 100rpms" ve "In one kilometer I made up 21 seconds." Birinci cümleyi tercüman "100rpms'lerde çeviriyordum" diye tercüme etmiş, ikinci cümle ise "1 kilometreyi 21 saniyede tırmandım." Tercümanın İngilizce bir kısaltmayı çevirmeden bırakması, sonundaki çoğul ekine dokunmadan bir de Türkçe "–ler" ekini koyması içler acısı bir manzara. RPM'in açılımı "Revolutions per minute", yani cümle aslında "dakikadaki pedal devrim 100'dü" mânâsına geliyor, profesyonel bisikletçilikte dakikada pedal devri mühim bir ölçü. İkinci cümle karşısında ise insan gülse mi, ağlasa mi bilmiyor. 21 saniyede 1 kilometre tırmanması için Armstrong'un saatte 171 km. hız yapması gerek.
Bu tarz örnekler uzatılabilir. Ama işin kötü yanı yayınevlerinin ucuza kaçma politikası bir kısırdöngü yaratıyor. Kötü tercümeler yabancı dil bilenleri Türkçe kitap almaktan alıkoyuyor, satılmayan kitaplar nedeniyle yayınevlerinin gelirleri düşüyor, düşen gelirler kaliteli tercümelere yeterli bütçe ayırmayı imkânsız kılıyorlar. Edebî olarak haz alacak seviyede yabancı dil bilenler tercüme okumak yerine ya kitapların aslını ya da Türkçe yerine bildikleri yabancı dile çevrilmiş hallerini okuyorlar. Kezâ kaliteli tercüme yapabilme yetisindekiler de Türkiye'de tercüman olarak kazanılan parayı görünce bu işe hiç girişmiyorlar.
Sonuç olarak, doğru tercüme yapmak için sokakta konuşulandan çok daha yüksek bir Türkçe bilgisine sahip olmak, edebî eserlerde tercümanın da belirli bir ediplik seviyesine ulaşmış olması, teknik eserlerde de tercümanın konu hakkında derin bir bilgi olmasa bile en azından malûmata sahip olması gerekiyor. Yayınevlerinin ise tercüme işinin sözlüğü açıp kelimenin karşılığını yazmak değil, aslında bir kitabı yeniden yazmak olduğunu idrak etmeleri, tercüme gibi özen ve birikim isteyen bir işi "ucuz etin yahnisi" haline sokmamaları gerekiyor. Aksi takdirde Behçet Necatigil'in Rilke tercümelerine bakıp bakıp ağlayacağız.