Ömer Madra: Tarımda neler olup bitiyor, onu konuşacağız. Türkiye Tarımcılar Vakfı (TTV) Başkanı ve tarım uzmanı Abdullah Aysu ile beraberiz... Abdullah Bey, Türkiye’de tarımın geleceği, nereye gittiği konusunda epey spekülatif görüşler var, genelde bir tahribata da maruz kalmış olduğu gittikçe daha kuvvetli bir sesle söyleniyor. Eskiden savunulan destekleme alımları gibi durumların artık gözden çıkarılmakta olduğu gibi iddialar var, Türkiye tarımında da küreselleşmeye bağlı olarak sorunların artması gibi bir durum var. Bunlar ne ölçüde doğru, ne ölçüde değil, biraz konuşabilir miyiz?
Abdullah Aksu: Memnuniyetle. Öncelikle Açık Radyo aracılığıyla bizi dinleyen dinleyicilerimize TTV adına saygılarımı sunarım. Sizin de söylediğiniz gibi Türkiye’de tarım tahrip ediliyor, bu doğrudur. Çok genel ve bize göre yanlış bir kanı da var: bütün bu uygulamalar küreselleşmeye uygun bir hale getirmek için yapılıyor, denilmektedir. Bu uygulamalar da şunlardır, öncelikle onları açıklayalım: dünyada ve Türkiye’de nasıl uygulandığına baktığımızda bu daha açık görülecektir. Bir; Türkiye’de tarımda desteklerin kaldırılması dayatıldı, daha doğrusu bütün az gelişmiş ülkelere dayatıldı. Tarımsal kredi faizlerinin yükseltilmesi dayatıldı, tarımsal destekleme alımlarının kaldırılması dayatıldı. Bunlara hep dayatıldı diyorum çünkü hakikaten Türkiye’nin isteği olarak yapılan şeyler değildi, biraz zorlama, bir nevi baskı ile yapıldı.
ÖM: Nerede, kimler tarafından dayatıldı?
AA: IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar aracılığıyla dayatılıyor: Bizim de çok lafını ettiğimiz niyet mektupları diye, artık bu niyet mektupları bizden mi gidiyor, yoksa oradan mı geliyor, çok belli olmadığı, o hattın da çok karışık olduğu bir durum var ortada. Bunun dışında, tarımsal KİT’lerin özelleştirilmesi de aynı şekilde dayatıldı bize... Bütün bunlar da çok organize olmayan küçük parçalı, dağınık ve teknolojisi geri olan Türkiye tarımında ciddi tahribat yarattı. Kendi yapısal durumunu düzeltmeden, bu tür şeylere açılması son derece sakıncalıydı, bu sakıncalar sonucunda da Türkiye gıda konusunda kendi kendine yeten bir ülke iken şu anda öyle değil artık. Türkiye hem gıda konusunda ithalat yapıyor, aynı zamanda da giysi konusunda, söz gelimi pamuk konusunda da ithalat yapıyor ki biz bu ürünlerin hepsinde ihracatçı ülkeydik daha önceden.
ÖM: Bu sık sık, en azından bazı basın organlarında ve internet ortamında söylenen şeylerden bir tanesidir, onu da siz bir anlamda doğrulamış oluyorsunuz. Türkiye'de kendine yeter hale, iktisadi açıdan kendi yeterliğini sağlamış bir yapıya sahipken durum yavaş yavaş kötüye doğru değişiyor, deniyor.
AA: Öncelikle şunun altını çizelim, bu yeterlilik verimlilikten, birim alandan çok ürün elde etmekten dolayı değil, geniş arazilerin çok miktarda ekilmesinden dolayı, orada tarımla uğraşının geliştirilmesinden dolayı olan bir durum. Yoksa birim alandan çok verim elde ediyoruz, teknolojik durumumuz çok iyi, çiftçiler çok mutlu, çok rahatlar, bunun için de gıdada kendimize yeterliyiz diye bir durum sözkonusu değil.
Avrupa koyunu Türk ineğine eşit
Bunu rakamlarla verirsek: 1960-1975 arasında Türkiye’deki bizim ‘kara sığırı’ tabir ettiğimiz ineklerimiz 180-270 litre arası bir laktasyon dönemi, yani bir sağım döneminde süt veriyorlardı, koyunlarımız 30-70 litre arası süt veriyordu. 1975’lere geldiğimizde ise bunu çıkarabildiğimiz oran şudur: Koyunlarda 70 litre ortalamayı 120’lere kadar çıkarabildik, ineklerde de 370-420’ye getirebildik.
O dönemde AB’ye bağlı olan ülkelerde durum şöyleydi: İnekleri 370 litre süt veriyordu, koyunları da 70-120 litre süt veriyordu. 1970’lerin ortalarına geldiğimizde onlarda durum tamamen değişti, inekler 5.5 ton süt vermeye başladı, koyunlar ise 270-370 litre süt vermeye başladı. Yani biz 1960-75 arasındaki süreçte tarımımızda sadece makinaları sokup geniş alanları sürerek verimlilik elde ettik... Ama gelişmiş ülkeler teknolojilerini, sanayilerini ve tarımlarını eşzamanlı geliştirdikleri için çok geliştiler. Sonunda iş öyle bir noktaya geldi ki, şunu da söylemeden geçmeyeyim, biz bu süre içerisinde ineklerimizi AB’deki devletlerin koyunlarının süt verir durumuna kadar yükseltebildik ancak. Bir sürü sözler söyleyen yöneticiler Türkiye’yi oradan buraya kadar getirdiler.
Dolayısıyla, bugünkü çıkmaz sokağımız o geçmişteki nedenlerde yatıyor, tarıma önem vermeyişimizde yatıyor. 1975’den sonra ise durum şöyle oldu: 1960’larda AB ülkeleri gıda konusunda ancak % 80 oranında kendilerine yeter durumda iken, yani % 20 ithalat yapma durumunda iken 1975’e geldiklerinde % 120 oranında kendilerine yeterlik noktalarına geldiler. Bu da şu demek, gıda ürünlerinin % 20’si ellerinde birikmeye başladı. Bunlar öyle bir birikim oluşturmaya başladı ki, bir müddet sonra her yerde bu sefer süt nehirleri oluşmaya başladı.
ÖM: Evet, tereyağı dağları...
AA: Tereyağ dağları, et buzulları oluşmaya başladı, bu fazla sorununu çözmek için de ne yapmaları gerekiyordu? Geçmişte tarım ülkesi durumunda olan ülkelere bu sefer “siz pazar olun” dendi. Bunu nasıl dayattılar? IMF ve Dünya Bankası “desteklemeleri kaldırın” dediler. Desteklemeleri kaldırınca da çiftçi üretme gücünü otomatikman kaybetti, üretecek durumu ortadan kalktı. Oysa, sözgelimi AB, bütçesinin % 50’sini tarım desteklemelerine ayırdı. ABD biliyorsunuz 7 ay önce almış olduğu kararla, yani çıkarmış olduğu yasa ile tarımına destek için 97 milyar dolar ayırdı.
Türkiye’de ise bu süre içerisinde, bu baskılardan sonra 4 milyar dolar tutarındaki tarım desteklemeleri 1.4 milyar dolara kadar geri çekildi. 1.4 milyar dolar, dünyada hiçbir uygulaması, benzeri olmayan bir oran. Tüm destekleri kaldırıp onun yerine doğrudan gelir destekleri diye destek getirildi. Kaldı ki, bütçede bunun için dahi para yok, yani şu anda Tarım Bakanlığı’nda bütçesi ayrılan para 913 trilyon civarında bir para, çiftçinin alacağı ise 1.6 katrilyon lira civarında. Yani o desteklerin karşılığı olan bir para bütçede de yok, Hazine’de de yok. Çiftçiler, geçen yıldan itibaren de zaten tamamen alabilmiş durumda değiller. Çiftçi şu anda devletten alacaklı, destek konusunda; hem doğrudan gelir konusunda, hem prim konusunda alacaklı, dolayısıyla durumu her geçen gün daha zora gidiyor.
ÖM: Zaten adamakıllı oranı düşürülmüş olan sübvansiyonların, desteklerin kalan kısmı, verilmesi vaad edilen kısmı da verilemiyor yani, öyle mi?
AA: Evet. Kaldı ki, biliyorsunuz seçim meydanlarında AKP, neredeyse gökkubeyi vermeyi bile vaad etmişti ama, iktidara geldiğinde de bütün bunların hepsini kaldırdı. Üstelik çiftçi bir şey söyleyemiyor da, söylediği zaman da sürekli azar işitiyor. Söylediği zaman ya “gözünü toprak doyursun” gibi, ya da “bunları verirsek gökkubbeyi de isteyecekler” gibi laflar duyuyor.
Mustafa Arslantunalı: Ama çok yeni değil bu, çünkü neredeyse 10-15 yıldır sürekli olarak basında köylü, çiftçi neredeyse asalak ilan edildi, “yılın 3 ayı çalışır, başka bir şey yapmaz, bizim ürünlerimiz dünya fiyatlarının üzerinde, sürekli sübvansiyon var, biraz kendi ayakları üzerinde dursunlar” gibi devam eden bir mantık var.
AA: Doğrudur, ama bu söyledikleriniz çiftçi açısından gerçekliği yansıtmıyor. Dünyada iki tür fiyat vardır. Amerika kendi çiftçisinin ürettiği pamuğunu diyelim ki kilosunu 250 bin liraya mal ediyorsa, eğer bunun üzerinde de ek olarak müteahhitlik kârı diye tabir ettiğimiz, yani geçim kaynağı olarak tabir ettiğimiz % 25’i de üzerine ilave edip, bunu kendilerine veriyorlar. Fakat Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin pazarını ele geçirmek, oradaki çiftçileri üretimden caydırmak için de bu sefer fiyatları 150-175 bin liradan –tabii bunlar afaki rakamlardır-- tutup bizim gibi ülkelere ihraç ediyorlar. Örneğin, 3 yıl ödemesiz pamuk gönderiyor Türkiye’ye, 5 yıl sıfır faizle tekstilcilere pamuk gönderiyor. Dolayısıyla biz, daha önceleri pamukta kendimize yeterli iken şu anda 500-550 bin ton pamuk alıyoruz dışarıdan.
Bu şekilde ilk önce içerideki üretimi kesecek biçimde, kendi ülkelerinde çiftçileri fiyat desteği ile destekleniyor; bizde ise bu desteklerin tamamen hepsine karşı çıkılıyor, “dünya fiyatları üzerinden, Şikago’da belirlenen fiyat üzerinden maliyeti belirleyin”, deniyor. Bu fiyat, bizim maliyetlerimizi karşılamıyor. Kaldı ki gelişmiş ülkeler maliyetini de karşılamıyor.
Onun için bu anlamda Türkiye tarımı zordadır, kendi bağımsız çalışmasını ve kendi bağımsız fiyat belirlemesini uygulamak durumundadır, aynı gelişmiş ülkelerin uyguladığı destekleri uygulaması gerekir, gelişmiş ülkelerin uyguladığı gümrük duvarlarını uygulaması gerekir, fiyat desteğini yapması gerekir ve ucuz diye Türkiye’ye bu malları sokmaması gerekir.
Transgenetik terminatör tohumlar
MA: Ve gelişmiş ülkelerin uyguladığı genetik teknolojisini uygulaması gerekir, öyle mi?
AA: Ben genetiğe şu yönü ile karşı değilim, o konuyu da açmanız iyi oldu; atom da çok iyi niyetlerle yapıldı, genetik de öyle. Öyle bir çalışma yapılsın ki, öyle bir tohum üretilsin ki, mesela o tohum ilaç kullanmaya gerek bırakmadan üretsin, dayanıklı olsun, iklime, soğuğa dayanıklı olsun, hastalıklara dayanıklı olsun, bunlara eyvallah... birim alandan daha fazla verim elde etmek için olmalıdır da.
ÖM: Yapılabiliyorsa tabii. Yani böyle bir süper tohum elde etmek için teknoloji varsa...
AA: Tabii, ama genetik modifikasyona uğratılmış, yani genetiği tahrip edilmiş, bugün insan sağlığı için zararlı olduğu sıkça söylenen bir genetiğe elbette karşıyız. Böyle bir şey doğru değildir. Ayrıca bu genetik tohum eğer bağımlılık yaratacaksa, yani bir yıl sonra tekrar gidip ondan tohum alacaksanız, ki biz buna ‘terminatör tohum’ diyoruz, yokedici, yani kendini yokeden tohum – bu doğru olmaz. Bunu biraz daha açarsak: mesela domates tohumunu bu sene alıyorsunuz çokuluslu şirketten, götürüyorsunuz atıyorsunuz toprağa ve gerçekten güzel domates veriyor, ama o domatesin tohumunu bir yıl sonra toprağa attığınızda size domates vermiyor, tekrar o şirkete gidip tohum almak durumunda kalıyorsunuz. Ki bu son derece sakattır, bağımlılık yaratıyor, o tohumun ne olduğu da çok tartışılan bir durum.
ÖM: Transgenetik tohumlar (genetik aktarımla modifikasyona uğratılmış tohumlar) meselesinden ayrılıp az önce söylediklerinize dönersek, gerek ABD, gerekse de AB üyeleri olan gelişmiş, sınaileşmiş zengin ülkelerin hemen hemen her alanda uyguladığı bu yöntemi, yani kendi tarımını ve başka endüstrilerini de desteklemesi yöntemine başka ülkelere tavsiye etmemesi meselesi var. Bir yandan bunu yaparlarken, bir yandan da çeşitli ticari anlaşmalar içinde, NAFTA’da, APEC’te vb. dünyanın çeşitli kıtalarında gelişmemiş veya gelişme yolundaki ülkelere de “siz bütün bu destek uygulamalarını kaldırın ve ticaret sınırlarını da kaldırın” diyorlar. Siz de diyorsunuz ki, ABD başta olmak üzere, gelişmiş ülkelerin söylediklerini yapmayın, onların yaptığını yapın!
AA: Biz bir adım ötesini söylüyoruz tarımcılar olarak: Bugüne kadar haksız bir rekabet yaşandı, gerçekten bizim gibi az gelişmiş ülkelerde destekler kaldırıldı, tarımsal kredi faizleri yükseltildi. Düşünün, şu anda Ziraat Bankası’nın tarıma verdiği kredinin faizi İş Bankası’nın verdiği krediden bir puan yüksek; Türkiye bu duruma geldi!
Şimdi bizim istediğimiz şu: Haksız bir rekabet yaşanmıştır, Türkiye tarımı tahrip edilmiştir, bu süre içinde gelişmiş ülkeler kendi tarımlarını geliştirecek fiyat desteği, ihracat teşviki, gümrük duvarlarını kaldırma, kendi tarımcılarına üretim planlaması doğrultusunda doğrudan gelir desteği ve sayabileceğimiz diğer 17 desteğin tamamını verdiler. Şimdi biz de diyoruz ki, onlar kessin biz verelim, eşit bir duruma gelelim. Eşit bir duruma geldikten sonra eşit koşullarda bir rekabet yaşayalım. Liberalizasyon böyle bir şey değil mi zaten? Rekabet edeceksek eşit pozisyonda olalım. Birisi Mersedes’le yarışacak, ama bizi bisiklete bindirecek ve “gel yarışalım” diyecek. Bu ne kadar âdildir?
ÖM: Az önce tam da söylemek istediğim buydu, ABD gibi sınaileşmiş zengin ülkelerin asıl teorik olarak söylediği, vaaz ettiği şey bu: eşit rekabet, mutlak, aynı şartlar altında rekabet etmeye dayanan temel sistemi savunuyor ama bunu kendisi için yapmıyor.
AA: Kendisi yapmıyor diğerlerine yaptırıyor. Bunun ana nedeni şu: çok net bir biçimde görülüyor ki, bundan sonra çok ciddi, büyük savaşlar olmayacak --bir müddet daha olacak tabii-- ama esas savaş gıda ve suda yaşanacak; gıdada kim güçlü ise, kim kendine yeterli ise o ülke artık zengin ve gelişmiş ülke sayılacak. Bunun farkında olan gelişmiş ülkeler de tüm gücüyle tarıma ve hayvancılığa yüklenmiş vaziyetteler. Orada söz sahibi, orada pazar sahibi, orada yayılıp bağımlı ilişkiler kurma, güdümlü ülkeler bulma, kendine bağımlı ülkeler bulma ve onu kontrol altına alma gibi hızla bir yayılma var. Bu ekonomik olarak istila, ekonomik olarak işgal demek aslında. Böyle bir işgale Türkiye ne yazık ki kapılarını sonuna kadar açmış vaziyette ve Türkiye bu yönü ile -çok abes olmazsa, çok kaba kaçmazsa affınıza sığınarak söylüyorum- iğfal ediliyor denilebilir.
ÖM: Estağfurullah. Öte yandan size şunu da sormak istiyordum. Gözden kaçırılmaması gereken bir başka şey de, daha önce popülist gerekçelerle ve özellikle seçim dönemleri yaklaştığı zaman, başta tarım kesimi, çitçiler, köylüler olmak üzere pek çok kesimlere bu çeşit destekleme alımları konusunda da sayısız başbakanın ve yöneticinin gelip vaadlerde bulunduğunu, bunun da eleştiriye uğradığını da görmüştük... Bunun haklı tarafları da olsa gerekti herhalde. Yani burada popülist seçim vaadleri ile korumacılık arasındaki ayrım çizgisini tam nerede koyacağımızı sormak istiyorum.
"6 milyonun kaderini 10 ihracatçı belirliyor"
AA: Dediğiniz kesinlikle doğru, başlangıçta verdiğim AB ile bizim aramızdaki o gelişmişlik düzeyinin makasının bu kadar açılmasının ana nedeni, bu popülist politikalardı. Onun yerine düzenli, tarımı masaya yatırıp, tarımı ve hayvancılığı geliştirme doğrultusunda planlı, programlı bir çalışma yapılması gerekirdi. Onun yerine her seçim öncesi bir miktar kredi faizlerini silerek, bir miktar değişik vaadlerde bulunarak, “benim köylüm” diyerek köylüyü bir oy deposu olarak görüp ona göre hareket ettiler. Oysa, orayı bir üretim potansiyeli, yerinde sanayileşme, kırdan kente göçü engelleyecek tarzda bir politikanın hayata geçirilmesi, üretimden pazara kadar olan zincire çiftçilerin sahip olabileceği bir yapının oluşturulması sağlanmalıydı.
Dolayısıyla, Türkiye’de o dönemde yanlış, popülist denilebilecek, oy avcılığına yönelik bir sistem vardı. Bu son derece sakattır, dediğim gibi Türkiye çıkmaz sokağa bu yanlış politikalarla geldi. Türkiye potansiyeli olan bir ülkedir. Bugün bile doğru politikalar uygulansa, buradan çıkış vardır.
Düşünün, 1923’ten sonra, ülkede taş üzerinde taş kalmamışken, Türkiye 1929’dan itibaren Osmanlı’nın borcunu ödemeye başlamışken, o dönemde dışarıdan borç almıyor, denk bütçelerle bunu götürüyor, bağımlı ilişkilerin hiçbirine girmiyor, bugün satılmaya kalkılan KİT’ler o dönemde, Şeker Fabrikalarından tutun da Tekel’in birçok fabrikası, Zirai Donatım Kurumları, Ofisler, Ziraat Bankaları, vs. bütün bunlar o dönemde kuruluyor ve geliştiriliyor... Bugün de onlar satılıyor işte. Doğru bir politika uygulandığında bu borçlar da ödenir, Türkiye selamete de çıkar, Türkiye tarım konusunda gerçek anlamda bu potansiyele sahiptir. Fındığı düşünün: Ordu’dan giriyorsunuz, Samsun’dan Trabzon’a, Of’a kadar dağ taş fındık, biz dünyada söz sahibi olmalıyız burada, işte bir “petrol kuyusu.” Ama yanlış politikalar yüzünden dünyada söz sahibi değiliz. Malatya’da kayısı konusunda biz dünyada birinci sıradayız, söz sahibi olmamız gerekirken fiyatı başkaları belirliyor, biz söz sahibi değiliz, orada başka bir petrol kuyusu yatıyor.
ÖM: Nasıl belirleniyor mesela kayısı üzerindeki dünya piyasası fiyatları?
AA: Tüccar bir yıl önceden gidiyor, ihracatçı gidiyor Avrupa ile bağlantısını kuruyor, oradaki satacağı firmalara bir yıl öncesinden, daha çiçek açmadan, bırakın meyveyi tomurcuk bağlamadan kayısı ve fındıklar satılıyor; o dönemde çiftçinin fındığı satılıyor, fiyatı bağlanıyor, el sıkışılıyor, tokalaşılıp geliniyor. Ondan sonra başlanıyor hükümetler üzerinden baskıya: “Biz şuna anlaştık, fiyatı şundan fazla yükseltmeyin, bundan fazla yükseltmeyin” denmeye başlanıyor. Bunu söyleyen insan sayısı 10 kişi. Tahakküm kurmaya çalıştıkları insan sayısını aile olarak hesapladığınızda 3 milyon kişi, yan sektörleri ile hesapladığınızda 6 milyon. Bu kadar insanı 10 kişi bir yıl öncesinden gidip bir başka yerde bağlamış, fiyat konusunda anlaşmış, satmış oluyor ve geliyor hükümet üzerinde de baskısını uygulayarak o fiyatı belirletiyor ve maliyetlerin altında fiyat belirliyor... Her geçen gün de fındıkçı, kayısıcı, pamukçu ve diğerleri zarar ediyor.
ÖM: Peki mesela burada kayısı örneğinden devam edecek olursak, büyük üreticiler mi gidip orada anlaşma yapıyor?
AA: İhracatçı firmalar gidiyor.
ÖM: İhracatçı firmalar dünya piyasasını belirleyen zengin ve gelişmiş ülkelerin temsilcileri ile mi biraraya gelip buna karar veriyor? Mekanizma tam nasıl çalışıyor anlayamadım.
AA: Söz gelimi fındıkçılar gidip çikolata firmalarına satıyor, Almanya’daki, Fransa’daki, İsviçre’deki çikolata firmalarına gidiyor. Bunlar artık ülkeler çapında bütçeleri olan dev şirketler, gidip onlarla bir yıl önceden anlaşıyor. Arada protokolünü yapıyor, “ben şu kadar fındığı sana şu kadar sürede, şu kadar fiyata vereceğim” diye, araya tazminatların, vs. de konulduğu bir sistem var. Geliyorlar “biz böyle anlaştık, eğer fiyat bu şekilde olmazsa, fiyat bunun altında belirlenmezse, zarar ederiz” diyorlar. Ama 3 milyon, 6 milyon insan zarar edecekmiş, onlar hiç hesaba katılmıyor. Bir de şu var: fındıkta biz dünya birincisiyiz, dünyanın fındık üretiminin % 71’ini biz karşılıyoruz, 128 ülkeye biz fındık veriyoruz. Bütün bu pozisyonumuzu, bu üstünlüğümüzü kullanamıyoruz. Kayısıda da böyleyiz, üzümde de üçüncü ya da dördüncü sıradayız, incirde de aynı şekilde, ama bu büyük imkânı kullanamıyoruz.
ÖM: Neden kullanılamıyor bu imkân?
AA: Bunların hepsinin kullanılamamasının nedeni, çiftçimizin örgütsüz oluşu.
ÖM: Ben de o noktaya geçelim diyecektim. Fiyatlar doğrudan doğruya tepeden, ister uluslararası ticari kuruluşlar, mali kuruluşlar aracılığıyla, isterse büyük firmaların temsilcileri tarafından belirleniyor da olsa belli bir örgütlenme ile bu fiyatlar belli yerlere çekilebilir mi sorusu vardı aklımda zaten.
"Tatlandırıcılar şeker pancarını yok ediyorlar"
AA: Eğer çiftçiler örgütlenemezse, üreticilerin kendisi örgütlenemezse Türkiye tarımı çok ciddi biçimde yok olacak. Burada çiftçiler kendi tarlalarında, kendi arazilerinde bağımlı işçi olacaklar, çokuluslu şirketlerin işçileri haline dönüşecekler, bu şirketler için sözleşmeli üretim yapacaklar. Söz gelimi Efes Pilsen gelecek “bana arpa üretin” diyecek, ona sözleşmeli arpa üreteceksin. Yine fast foodçular gelecek, “bize patates üretin diyecek.” Bunlar da sözleşmeli olacak ama çok dar bir alanda olacak, Türkiye’nin o geniş ürün yelpazesi, çeşitliliği 3-4’e inecek.
ÖM: Bu da, yani ürün çeşitliliğinin azalması da, başlıbaşına en büyük tehlikelerden biri zaten, öyle değil mi? Hatta dünya için de böyle galiba?
AA: Evet öyle. Bakın sadece şunu örnek olarak vereyim: şeker pancarı biliyorsunuz kısıtlanıyor, kotalar getiriliyor, artık o tatlandırıcıların zararlarını, vs. konularını bir yana bırakın ama çok yanlış bir kanı vardır; ülkenin akciğerleri tek başına ormanlar sanılır, ama öyle değildir: Bir dönüm şeker pancarı tarlası bir dönüm çam ormanının 3 katı kadar oksijen üretir. Siz % 15 kota koyduğunuz andan itibaren bu ülkenin oksijenini 1/6 oranında yok ediyorsunuz. Bırakın diğer gelirlerini vs, oksijenini yok ediyorsunuz bir anda.
ÖM: Geçen aylarda bazı gazetelerde de tam sayfa ilanlar vardı, bu şeker pancarı meselesinde önemli bir tartışma cereyan ediyor anladığım kadarıyla.
AA: Çok ciddi, gerçekten o tatlandırıcılar şu anda Türkiye’de şeker pancarı üretimini yok ediyorlar. Şeker pancarı bizim için şöyle önemlidir: Birincisi şeker pancarından üretilen şekerin en sağlıklı olduğu, bilinen kesin bir şey. İkincisi, şeker pancarı % 40 açığımız olan hayvancılığı, besiciliği destekleyen bir sektördür. Aynı şekilde alkol ürettiğimiz bir sektördür, aynı şekilde nakliye firmalarına % 25 iş çıkaran bir sektördür. Ayrıca makina sanayisi bulunan bir sektördür. Şeker şirketi Türkiye devletinde anahtar teslim bir şeker fabrikası yapıp teslim etmiştir, şimdi Afrika’da bir ülke ile anlaşma yaptı, ona başlayacak. Bütün bunlar özelleştirildiğinde ne olacak? Biliyorsunuz özelleştirmelerin ne hale geldiğini: Genellikle özelleştirmeler bizim ülkemizde ‘kapatma’ olarak algılandığı için istihdamın % 76’sı gidiyor, arsaların yerine hemen gökdelenler, vs. yapılıyor. Örneğin, Et Balık Kurumu Ankara’da en büyük Et Balık Kurumu iken, özelleştirmenin hemen 6 ay sonrasında yıkıldı ve yerine Türkiye’nin en büyük Migros’u yapıldı. Bütün bunlardan dolayı bir sıkıntı var. Türkiye’de toplam 5 tane tatlandırıcı firması vardır...
ÖM: Bu arada dinleyicilerimizden birinin şu sorusuna da bir açıklık getirebilirsek lütfen, Tarım Kongresi, yani çiftçi kurultayı ne zaman ve nerede yapılacak diye sormuş.
AA: Çiftçiler kendi aralarında ürün bazında kurultaylar düzenlediler. Akhisar’da tütüncüler, Alaşehir’de üzümcüler, Burhaniye’de zeytinciler, Babaeski’de ayçiçeği, buğday ve hayvan yetiştiricileri, Ordu’da fındıkçılar, Rize’de çaycılar ve Tokat Zile’de de pancar üreticileri kendi aralarında kurultay düzenlediler. Buralarda çiftçiler konuştu, başka kimseye söz verilmedi, sorunlarını ve bunlara çözüm önerilerini ürettiler, birer sonuç bildirgesi çıkarttılar. Bunu da her platformda savunacak bir heyet, bir meclis oluşturdular.
Delegasyon dediğimiz bu meclisler Ankara’da 13 -14 Aralık’ta biraraya gelerek Türkiye’nin tarım ve hayvancılık sorunlarını ürün bazında tartışıp, orada sorunlarını ve çözüm önerilerini –ağlama duvarı olarak değil, çiftçiler hep ağlıyor diye genel bir kanı vardır-- ifade edecekler ve sonuç bildirgesi çıkararak bundan sonra da her alanda bunların sözcülüğünü yapacak bir heyet, bir ekip seçecekler. Çünkü tarım bir yandan tahrip edilirken birçok kesim de tarımı sahiplenmeye kalkıyor ki bunlar çiftçi örgütleri değildir ama sanki bir çiftçi örgütü varmış gibi ortada bir yaygara koparılıyor, herkes çıkıp çiftçi adına konuşuyor, böyle bir yanılsama yaratılıyor. Bunun yerine çiftçiler kendi örgütlerini kurmak üzere bu kurultayda modellerini belirleyecekler.
ÖM: Biraz önce tartıştığımız en önemli sorunlardan biri olarak çiftçilerin örgütlü olmaması meselesinde bir ilk adım olarak görülebilir mi acaba bu kurultay?
AA: Tabii, bu tamamen öyle diyebiliriz ve en önemlisi de kendi sorunlarına kendileri sahip çıkıyorlar. Birileri onların adına örgüt kurmayacak, birileri onların adına bir organizasyon oluşturmayacak, kendi sorunlarına kendilerinin sahip çıkacağı tarzda örgüt modelleri kuracaklar. Söz gelimi mevsimlik işçiler için sendika, ürün bazında sendikacılık, aynı şekilde Tarım Satış Kooperatifleri birliklerinin yönetimlerinin daha demokratikleştirilmesi, Ziraat Odaları çiftçi örgütüdür, doğrudur ama yasanın içindeki maddelerin çoğu demokratik değildir, eylem yapmasına izin vermez, çiftçilerin haklarını korumaya yönelik çaba göstermesine izin vermez, bunun için bu yasanın değiştirilmesi doğrultusunda çaba gösterecek ekipler oluşacaktır.
Uluslararası deneyim paylaşımı
ÖM: Bunun önemli bir boyutu olarak uluslararası ilişkileri de soralım: özellikle küreselleşmenin çok sık temel problemlerden biri olarak gündeme geldiği bir dönemde uluslararası bağlantılar arama ve kurma yolunda da bir gelişme olacak mı? Özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün Meksika’da Cancun’daki son toplantısında görüldüğü gibi çiftçilerin kendilerini böyle uluslararası platformlarda --Hindistan’da yapılacak Dünya Sosyal Forumu var mesela, o tarz platformlarda-- da kendini göstermesi düşünülüyor mu acaba?
AA: Tabii bu konuda bir ısınma hareketi olması açısından, kurultayı iki gün tutmamızın nedeni şu: Birinci gün az önce söylediğim gibi çiftçiler kendi sorunlarını ve çözüm önerilerini söyleyecekler, sonuç bildirgelerini ve heyetlerini oluşturacaklar; ikinci gün ise Fransa çiftçi sendikaları başkanı José Bové ve Polonya’dan, Yunanistan’dan, Küba’dan ve Hindistan’dan, Brezilya’dan çiftçi sendikaları ya da benzer tarım örgütlerinin yöneticileri gelecekler, onlar da kendi ülkelerindeki durumların ne olduğunu, bu ortak mücadelenin nasıl tesis edileceğine dair orada bir ortaklaşma görüş ve harekete varılmasına çalışılacak. İşin başında iken birlikte elele yürümek, küreselleşmeye karşı ortak bir mücadele vermek için 14’ündeki kurultaya kendilerini davet ettik. Büyük bir olasılıkla gelecekler ve birlikte küreselleşmeye karşı ortak bir şey tesis etmeye çalışacağız.
ÖM: Evet, aksi takdirde sadece Türkiye’nin kendisine özgü sorunlar gibi görülüp pek de verimli olmayacak bir sonuca varabilir kendi içinde çözmek gibi bir yaklaşım, değil mi?
AA: Kesinlikle sorun sadece Türkiye’nin içinden kaynaklanmıyor, sorun hem dışarıdan hem içeriden kaynaklanıyor: ortaklaşa, paralel yürüyen bir şey var; dışarıdan dayatılıyor içeriden yapılıyor. Dışarıdan dayatanlar kim için dayatıyor? 8 ülke için.
ÖM: Bir yıla yakın oluyor artık, seçim yapıldı, yeni bir iktidar var, AKP kendi programında bu tarım meselesini ne şekilde ele almıştı ve bundan sapmalar yapıyor mu, yapmıyor mu, bunu en iyi değerlendirecek durumda olan sizsiniz.
AA: Daha önce de söylediğimiz gibi, çiftçilere gökkubbeyi bile vaad ettiler programlarında da, sözlerinde de, seçim meydanlarında da. Örneğin Karadeniz’de dediler ki “fındığınızı satmayın 2 milyon fiyat vereceğiz.” Geldiklerinde zaten fındığın % 80’i satılmıştı, çiftçinin yoksulluktan dolayı ürünü tutabilecek durumu yok. Ne yazık ki bu yıl için 2 milyon lira diyen Başbakan –o zaman Başbakan değildi-- bu yıl için başka bir fiyat deklare etti. Mesela biz ayın 25’inde kurultay yaptığımızda ondan üç gün öncesinde, hükumet elindeki devlete ait, Hazine’ye ait fındığı 1.670 bin lira’dan başlayan fiyatlarla satmaya başladı. Oradan sinyalini verdi: “Ben 1.670’den satıyorsam, sana 3 milyon vermem.” Çiftçinin beklentisi 3 milyondu. Seçim meydanında ise “satmayın 2 milyona” demişti hükumet, oysa kendi elindeki ürünü 1.670’den sattı. Sonuçta hükumete çok ciddi baskılar yapılarak fiyat 2.200’e getirildi. Burada hemen şunu tekrar söyleyeyim; orada Ziraat Odası ve diğer birtakım örgütler ortak olarak “fındığınızı satmayın, ihtiyacınız kadar ürünü pazara indirin” dediler. Bir miktar ürün de zaten bu sene iklim koşulları nedeniyle az olduğu için, indirilmedi, önlük, kitap, defter ihtiyacı varsa bir çuval gibi indirildi ve şu anda bu fiyattan hiçbiri tutmadı tabii. Şu anda fiyatlar 2.750’ye çıktı ama çiftçi halen fındığını indirmiyor.
Demek ki birlikte ortak hareket edildiğinde bazı şeyler elde edilebiliyor, bunun için örgütlenmeye güveneceğiz.
İkincisi tarımda garip bir yokedicilik var, AKP eliyle de hızla yürüyor. Bakın size bazı örnekler vereyim: Yakın geçmişte 14 tane araştırma enstitüsü, üretme istasyonu kapatıldı, devlet üretme çiftlikleri özelleştirildi, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin 11 tane bölge müdürlüğü kapatıldı, Tarım İl Müdürlükleri ve İlçe Müdürlükleri de şu anda Özel İdare’ye devredilecek. Yani, ortada artık sadece tabela olarak kalmış bir Tarım Bakanlığı var ve halen ülkenin % 40’ı tarımda istihdam ediliyor ama buna yönelik politika üretecek muhatap yok. Bunu kamuoyu bilmiyor.
ÖM: İlginç. Kapatılıp özelleştirildiği zaman kime devrediliyor? Kurumsal çalışmaya devam ediliyor mu, edilmiyor mu?
AA: Kurumsal değil, tamamen özel firmalara devrediliyor. Özel firmalarda bizim en çok sıkıntı duyduğumuz, tedirgin olduğumuz olay odur, özel sektör mutlak surette kâr amacıyla alacak.
ÖM: Elbette, özel sektörün kâr amacı gütmesinden daha doğal ne olabilir?
Derli toplu temiz toprak kalmayacak
AA: Ancak, örneğin devlet üretme çiftlikleri bizim açımızdan çok önemli topraklardır, Türkiye’nin tek hastalıksız ve mikropsuz topraklarıdır. Belki de dünyanın yöneldiği yeni organik tarımın yapılacağı, onun eğiticilik, öğreticilik öncülüğünün yapılacağı topraklar şu anda özel sektöre parasız pulsuz değil ama yap-işlet-pay ver gibi yöntemlerle devrediliyor. Sonuçta, bu topraklar hızla kirlenecek ve elimizde derli toplu temiz toprak kalmayacak. Diğer durumlarda ise herhangi bir kuruma teslim edilmiyor, kapatılıyor.
ÖM: Ortadan kaldırılıyor yani?.
AA: Elbette. Arsalar bir müddet sonra satılacak ya da bir yerlere devredilecek. Yani tahrip ediliyor, devlet eliyle de kamu sektörü hizmeti tahrip ediliyor ki, örgütü olmayan hiçbir çiftçi araştırma-geliştirme çalışması yapamaz. Ama siz araştırma enstitülerini kapatıyorsunuz. Üretme istasyonlarında tohumlar üretilir, tohumlar geliştirilir, onun çalışması, demonstrasyonları yapılır, siz bunları kapatıyorsunuz. Devlet üretme çiftliklerini devrediyorsunuz, Toprak Mahsulleri Ofisi’ni kapatıyorsunuz. Peki o zaman Tarım Bakanı olarak orada ne yapıyorsunuz? Ben şahsen soruyorum: Ne yapıyorsunuz, niye maaş alıyorsunuz? O tabelanın arkasında durarak mı maaş alıyorsunuz, yaptığınız nedir? İl ve ilçe müdürlükleri bu özel yasa ile özel idareye devredilecek, geriye bir şey kalmıyor. O zaman Tarım Bakanlığı kapatılsın ve bütün ülke bunu bilsin.
ÖM: Enteresan bir durum ortaya çıkıyor. Programa girmeden önce işin başka boyutundan da bahsetmiştiniz: Bu tatlandırıcıların şeker pancarı üretimine getireceği yeni kısıtlamalarla hem ürünlerdeki biyolojik çeşitliliğin azaldığını, ayrıca bir de istihdam boyutunun etkileneceğini söylemiştiniz. İşin pek iyi bilinen bir tarafı değil, ona da biraz değinir misiniz?
AA: Bizim 30 tane şeker fabrikamız var, 27’si kamunun, 3 tanesi de özelin, özeller de Pankobirlik’e bağlı, çiftçi örgütlerine bağlı. Bu fabrikalarda 20 bin küsur istihdam yaratılıyor, işçi ve memur olarak çalışanı var. Mevsimlik işçileri de hesapladığımızda bu çok daha yüksek bir rakama ulaşıyor. Bu tatlandırıcı firmalar Türkiye’de 5 tanedir, 2 tanesi çokuluslu şirket, birisi Ülker ve çokuluslu şirket ortaklığı, diğer 2’si de fabrika ile atölye arası, çok ciddi üretimi olmayan kuruluşlardan oluşan dar bir sektör. Bu 5’inin de toplam işçi sayısı 745 kişi. Yani 745 kişilik istihdam yaratılacak bir sektör için “Türkiye’ye yabancı sermaye geliyor, yabancı sermayeye karşı olanlar buna karşı çıkıyor” gibi bir nevi yaygara koparılıyor. Oysa burada edilecek kâr Türkiye’ye kalmayacak, gidecek. Yabancı sermaye Türkiye’ye gelmiyor, aslında Türkiye’nin işgücü, topraklarından elde edilmiş olan gelir ve burada ticaret yoluyla satılan şekerden elde edilen kâr yurtdışına gidiyor. Türkiye’ye gelen bir şey yok. Türkiye’den gidiş için bir kompozisyon hazırlanmış, o şekilde devam ediyor.
Biz bunu sakıncalı görüyoruz. Hem istihdamın önünü kesiyor, hem ne kadar sağlıklı olduğu tartışılacak bir şeker üretiliyor, yan etkileri şu anda belli olmadığından dolayı tartışmalı olduğunu söylüyorum, çünkü şeker pancarının niteliği bellidir, en azından sağlıklı olduğu kesindir. Bunun dışında, daha önce de söylediğim gibi, ekolojik bir sorun da ortaya çıkacak, Türkiye’de ciddi biçimde oksijen problemi yaşanacaktır.
MA: Peki fiyat farkı var mı?
AA: Tabii, denetleyebiliyorsunuz fiyatı, bir de bu fabrikalar giderek şeker pancarı fabrikalarını da alacaklar ve orada fiyatın kendisini de istedikleri şekilde belirleyecekler, yani bir kartel oluşacak.
ÖM: Tabii hiç üzerinde durulmayan ve oldukça önemli bir başka konu var ama buraya sığdırmamıza imkân yok; ama hiç olmazsa bir cümle ile değinelim: Şeker pancarından bir de etanol elde edilerek enerji probleminin çözümüne doğru ilerlenmesi, yani petrol ve diğer fosil yakıtlar yerine alternatif enerji üretilmesi açısından da önemli bir nokta var. Gelecek kuşakların hayatlarını sürdürmeleri, idame ettirmeleri açısından fevkalade önemli bir konu. Ama bunu herhalde bu konuşmanın sınırları içine hapsetmeyip ayrıca tartışmamız gerekiyor.
AA: Evet, Brezilya’da uygulanıyor meselâ arabalarda benzin yerine... Onun dışında, özetle şunu söyleyebiliriz, bu tür kotalar konulduğu sürece çiftçiler elindeki aleti edevatı satmaya başlıyor ve kırdan şehire geliyor, dolayısıyla tekrar bütün o malzemeye sahip olup, kendisini tekrar kıra götürmek mümkün olmayacağından dolayı ciddi bir problem yaşayacaktır Türkiye.
ÖM: İşin enerji boyutu, istihdam boyutu, çevre boyutu, ekonomik ve sosyal boyutu... hepsi bir arada...
AA: ...sağlık boyutu... Bunlar hep problem.
ÖM: Çok teşekkür ederiz. Çiftçi kurultayı öncesinde, esnasında ve özellikle sonrasında sizden bilgi edinmek için tekrar sizi zahmete sokup çağırmayı düşünüyoruz.
AA: Memnuniyetle.
(30 Ekim 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)