Türk sanatı çok büyük bir ustasını kaybetti

-
Aa
+
a
a
a

Radikal

20 Ocak 2010

Modern Türk resminin en kendine has sanatçılarından birini, kendi kuşağının anti-akademik figürü Ömer Uluç’u kaybettik. 1931 doğumlu olan Uluç, yaşamının adeta son dakikalarına kadar resim yapmayı bırakmadı. Son sergisini 2009’un son günlerinde açtı, 2010’un başında hayata gözlerini yumdu. Duygusal olmak pahasına da olsa söyleyeceğim: Ölüm haberini aldığımda kulağımda öncelikle o şen kahkahası yankılanır gibi oldu, hayatı çok seven, derinliğiyle algılayan ve pek ciddiye almaz görünen, zeki ve mizahla dolu bir sanatçıydı Ömer Uluç, sanatı da kendi gibi hep çok renkli ve yeni arayışlarla doluydu. Çok renkli derken Uluç’un yalnızca resimsel renkçiliğini, renk burgaçlarıyla yarattığı kendine has motifsel anlatımı kast etmiyorum. Ömer Uluç kendi deyimiyle, “Buhari’den Levni’ye, Praksiteles’in bir heykelinden Mısır kedisine” farklı kültürel verilerden etkilenen, bunları özümsemek için uğraş veren, Doğu’ya ve Batı’ya özgü görsel kültürlerin bileşimini yakalamaya çalışan, kendi üslubuna da öyle ulaşmış bir sanatçıydı. Çağdaş Türk sanatçısının ‘kendine varmak’, yani özgün olmak sorunsalının ana hatlarını kavramış olan Uluç, 1960’lı yıllardan itibaren Doğu’nun Batı’dan değil, Batı’nın Doğu’dan aldığı görsel etkilerden söz eden ilk sanatçılardan biriydi. Öte yandan, 1960’lı yıllarda Türk sanatında yoğun bir kendine dönüş hareketi yaşanırken kaligrafiye, halılara, kilimlere bir furya halinde yönelen sanatçıların aksine Ömer Uluç, İslam sanatının stilizasyon gibi unsurlarının etkisini daha özgün biçimlerde kendine mal etmeyi başarmış bir sanatçıydı. Tüm yenilik arayışlarına karşın belli bir tutarlılık sergileyerek modern Türk resminin en uzun soluklu birkaç sanatçısı arasındaki yerini böyle aldı. Genç yaşında ressam olmaya karar vermiş olmasına karşın mühendislik eğitimi gören Ömer Uluç, bir söyleşide anlattığı gibi “her şeyin sanki model gibi” yaşandığı yıllarda Ankara’da büyüdü, ilk gençlik yıllarında Ankara’da ressam Eşref Üren’den etkilendi. Robert Kolej’de okumak üzere 1950’lerin başında İstanbul’a geldiğinde o yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi’ne karşı tutumuyla ve solculuğuyla bilinen Nuri İyem’in Asmalımescit’teki atölyesine ‘takıldı’, orada tanıştığı bir grup genç sanatçıyla ‘Tavanarası Ressamları’ adıyla düzenlenen sergilere katıldı. Türk sanatında figüratiften soyuta yönelimin öncü figürleri arasında yer alan Ömer Uluç, bu yıllarda tıpkı İyem gibi Akademi karşıtı tavrıyla dikkat çekti: Bu sanatçıların ‘anti-akademizmi’nin ‘akademik sanat eğitimi’nden çok, Türkiye’deki Akademi’nin eğitim biçimine yönelik olduğunu, şekilsel Batı taklitçiliğine karşı bir duruşa işaret ettiğini de vurgulamak gerekir. Yerel temaların adeta ödünç alınmış Batılı teknikler/biçimler temelinde ifade bulmasına her zaman karşı olan Uluç’un soyuta yöneliminde de kendi kültürünün verilerini kullanarak görsel bir dünya yaratmaktan önce renk, biçim, espas gibi saf resimsel kaygıların rol  oynadı. Türk sanatçısının Batı’yla Doğu arasında kaldığı için her zaman bir tür ‘ara psikolojisi’ yaşadığına inanan Uluç’un sanatı bu psikolojinin can sıkıntısını hiçbir zaman yansıtmadı, mizahi yönünü hep koruyarak tadını da korudu.

Figürü hiç terk etmediModern Türk resminde soyutun ve soyut dışavurumculuğun öncü figürleri arasında yer almasına karşın Ömer Uluç figürü, nesneyi hiçbir zaman terk  etmedi. Uluç gerçeklikten, bu dünya ile ‘öte dünya’ arasında kurguladığı fantastik dünyayla koptu yalnızca; insanları, hayvanları ve nesneleri resimlerinin gerçekötesi kahramanlarına dönüştürdü, onlar aracılığıyla görsel hikâyeler ördü. 1968’e tarihlenen ‘Devrimcinin Portresi’ gibi resimlerinde zaman zaman toplumsal olaylara değinen resimler yaptıysa da Uluç’un yarı-soyut dünyası esas olarak birşey anlatmak değil, renk ve biçim aracılığıyla görsel bir etki uyandırmak, kendi görsel dünyasını kurmak çabasıyla şekillendi. Hep yeni arayışlar peşinde olduğunu söylemiştik: Son yirmi yılda tuvalin geleneksel şekline meydana okuyarak çıkmalı resimler yaptı; resimsel yüzeyi çizdi, tırmaladı, kazıdı; yüzey olarak farklı malzemeler kullandı; kesti, biçti, yapıştırdı; dahası, heykele de yöneldi. Ben heykelleriyle pek samimi olamadığımı söylediğimde, ‘seversin seversin’ demişti bana ve galiba haklı çıktı: Kazım Taşkent Galerisi’ndeki son sergisinde sergilediği o renkli dev yaratık, aklımdan çıkmadı. Uluç, kendi görsel dünyasını, o dünyanın kendine özgü sakinlerini ve renklerini yarattı ve gitti bu dünyadan, kahkahası, algılayabilen için, resimlerinde, heykellerinde kaldı. İyice bakın,  duyabilirsiniz.