28 Ocak 2007Mahmut Mutman *
Bu ülkenin 150 yılı aşkın demokrasi mücadelesinin ürettiği en güzel sloganlardan birisi, 'Susma, sustukça sıra sana gelecek'. Tarihte sözler, sloganlar vardır, 'yerindelik'lerini içinden çıktıkları mücadelenin gerçekliğine borçludurlar, o gerçekliğin en somut, en yalın anlatımıdırlar.
Duymak Mete Belovacıklı telefonda söylüyor, tam da bana telefonu açtığı anda öğrendiği haberi, kendisinin bile inanamadığı bir sesle: "Hrant Dink'i öldürmüşler biraz önce!" Odanın içine dönüp bir şeyler söylüyor ofisteki arkadaşlarına, bir yerlere birilerini gönderiyor besbelli. Gürültüler, koşuşturmalar. Ben donup kalmışım telefonun öbür ucunda: "Ne? Ne? Ne diyorsun?" diyorum şaşkınlıkla. Çantayı kaptığım gibi fırlıyorum odadan, dosdoğru eve. Televizyonu açar açmaz Hrant Dink'in üzeri gazeteyle örtülmüş yerde yatan görüntüsünü görüyorum, kaldırımın üstünde. Kafasına ve boynuna sıkılmış kurşunlar arkadan, öyle söylüyor televizyondaki ses. Ayakları gazetenin altından çıkmış, yüzüstü düşmüş besbelli, öylece yatıyor yerde. Hrant Dink bir daha konuşmayacak, sustu. Bu sözcükleri tekrarlıyorum kendime, "Bir daha konuşamayacak". Derken, yaşayan görüntüleri geliyor art arda ekrana, bir anda geçmişe dönüşüveren görüntüler: Genç, taze bir hayalet gibi şimdi, konuşuyor, başını yana çeviriyor, gülümsüyor, üzülüyor, telefonu açıyor... Beyinsiz ve ruhsuz bir adamcağız "Efendim Türkiye'nin imajı" diye geveliyor o sırada... Bir insan öldürüleli daha bir saat olmamış, gövdesi kaldırımın üstünde yatıyor hâlâ... "İmajı batasıca, beter ol" diyorum içimden. Ne imajı? En temel insani duygulardan bu kadar uzak nasıl olunur? Sunucu kibarca müdahele ederek düzeltmeye çalışıyor: "Efendim tabii çok önemli, ama sizin duygularınız..." Çok takdir edermiş merhumu. Aferin!
Hatırlamak Söylenecek tek bir söz var: Hrant Dink, bu topraklarda yaşayan insanların, 'hepimizin', ortak tarihsel hafızasıydı. Toplumların tarihinde öyle anlar olur ki, bazen o toplumun tüm tarihsel hafızası bir kişide toplanıverir. Bu tarihsel hafıza 'birarada yaşama iradesidir'. En ufak bir yanılgısı olmasın ırkçıların, faşistlerin. Taksim meydanından Halaskargazi caddesine yürüyen halk işte o tarihsel hafızadır: 'Hepimiz'. İyi duysunlar, iyi okusunlar: 'Hepimiz'. Hiçbir şey unutulmaz, hiçbir şey yok olmaz, Hrant dahil. Kurşunları onların, tabancaları onların, silahları, planları ve kabadayılıkları onların. Biz de yok onlardan, biz beceremeyiz o işleri. Ama biz hafızayız, tek yeteneğimiz, tek becerimiz unutmamak. Bir de susmamak, çünkü dilde kalırız. Zaman geçer, yıllar geçer, kaç insanın ömrü geçer, biz, yani o birlikte yaşama iradesi, def edilemeyen bir hayalet gibi kalırız, 'buradayız'.
"İmajı" olmak Şu imaj işi üzüyor siyasal seçkinlerimizi. Hiç dikkat etmiyoruz imajımıza, öyle uluorta adam vurulur mu sokak ortasında? Sonra ne derler bize? Hak ediyor muyuz yani şunu? Türk siyasal seçkinleri yepyeni bir "vatana ihanet" türü icat ederek ulusçuluk tarihine adlarını altın harflerle yazmışlardır: İmaja ihanet! Böyle ince, böyle sofistike bir ihanet türü ancak bizimki kadar ihanete hassas bir siyasal seçkinler grubu tarafından saptanabilirdi zaten. Bu özenin herhangi bir gerçek dönüşüme yol açma ihtimali olsaydı, insan buna da razı olurdu. Tersine, siyasetçisinden bürokratına siyasal seçkinlerimizin ne kadar feci, ne kadar içler acısı bir durumda olduklarını görebilmenin en iyi yolu "imaj"dan ne anladıklarına biraz dikkat etmektir. Cinayetin ertesi günü bir yetkili basın toplantısı yapıyor... Gazetecilerin tüm sorularına "değerli arkadaşlarım" diye başlayarak yanıt veren bu yetkilinin kibar olmadığını söylemek imkansız. Fakat aynı anda sorulara cevap verme tarzına ve davranış üslubuna 'dikkatle' baktığınızda oldukça rahatsız edici bir 'tahammülsüzlük' içerdiğini görüyorsunuz. Gazetecilerin sorduğu her soruya, sanki bununla vakit kaybediyormuş havasında telaşlı cevap vermeler, genel bir "kardeşim anlamıyor musun?" havası, hatta "dün bu soruyu sordunuz cevap verdim" biçiminde yarı azarlayıcı cümleler... Herhalde böyle bir ortamda gazetecilerin duygusu da "Yahu adamın çok işi var, rahatsız mı ediyoruz acaba?" olsa gerek ya da "Yine mi aptalca bir soru sordum?" duygusu. Ama gazeteci, durmadan aynı soruları gündeme getiren kişidir. Herhalde böyle bir ortam ve koşullar altında gazetecilerin birbirlerinin her gün sordukları soruların notunu tutup "Bu soru dün sorulmuştu, bir daha sormayayım" diyecek halleri yok. Gazeteci rahatsız edici sorular sorar, adamın üstüne üstüne gelir, temcit pilavı gibi aynı meseleyi gündeme getirir, vb. vb. Bunları yapmazsa gazeteci olamaz çünkü! 12 Eylül'de 'TRT Genel Müdürlüğü'ne atanan bir emekli general, "Söylediğim lafların içinden birini seçip başlık yapıyorlar" diye gazetelerden şikayet etmişti. Tecrübeli bir gazetecinin, nazikçe, "Paşam ona gazete diyorlar" diye yazdığını hatırlarım. Bu öyle basitçe güvenlik sorunu da değil. Cevap veremeyeceğiniz bir şey varsa nazikçe buna cevap veremeyeceğinizi söylersiniz. Ben cevap verme tarzından, üslubundan söz ediyorum. Kötü imajdan şikayet edecekseniz, bundan daha kötü bir imaj olamaz. Böyle bir basın toplantısını izleyen ve iyi Türkçe bilen bir yabancı siyasetçi, bürokrat veya gazeteci varsayalım. Eminim çok ciddi biçimde rahatsız olurdu bu tavırdan. Demokratik ülkelerin siyasetçilerinin ve bürokratlarının basın toplantılarına dikkat edin, nasıl tek tek ve sakin yanıtlıyorlar soruları, nasıl belli bunu 'işlerinin bir parçası' olarak gördükleri ve nasıl belli kendilerini karşılarındakilere 'hesap vermek zorunda' hissettikleri. Türk siyasal seçkinleri 'eğer çağdaş uygarlık düzeyini norm alıyorlarsa', bilsinler ki bunu "değerli arkadaşlar"la gerçekleştirdiğini sanmak naiflik bile değildir. Bir şey içinizden gelmiyorsa ve yapısal, derin bir tahammülsüzlük içinize işlemişse bunu saklayamazsınız, belli olur. Nitekim de öyle oluyor. Demek ki ilk önce gazeteciye, yani 'kamuoyuna hesap vermeye inanacaksınız'. Buna inanmıyorsanız, daha çok sefil katilin peşinde koşup çok imaj muhabbeti yaparsınız. İnsan öldürülmüş, içimizden birinin kanı yerde, hesabını vereceksin. Sorulara tahammül edeceksin, insanların bu soruları sormaya hakkı olduğuna inanacaksın, tek tek ve dikkatle yanıt vermeye 'özen göstereceksin', bunun tartışması yok. Bu "basın toplantısı" imajı doğrudan ve tereddütsüz biçimde Hrant Dink cinayetinin en belli başlı nedenlerinden sayılması gereken 301. maddenin süregiden varlığına bağlanmalıdır. İşte Türk siyasal ve bürokratik seçkinlerinin büyük çoğunluğunun Türkiye'nin demokratik gelişimi önünde engel hale gelmiş zihniyet ve ruh yapısının özü budur. Ya bunun kendi sorunları olduğunu teşhis edip kendilerini değiştirmek yönünde kararlı adımlar atacaklar ya da hiç kimsenin istemediği bir biçimde bu ülkeyi felakete sürükleyecekler. Tekrar vurgulayalım, hiç kimse barış ve huzur içinde birarada yaşayabilmekten başka bir şey istemiyor. Gerçi katil yakalandıktan sonra yetkililer daha az gergin hale gelip medyaya teşekkür ettiler. Ama o içe sinmiş tavır bence hâlâ orada. İş işten geçmeden işin başında olanların aklını başına toplaması, dönüp kendine bakması ve kendini düzeltmesi gerekiyor. 'Hesap vermeye inanmaları' gerekiyor.
Susmamak Televizyonu açıp o görüntüyü gördüğümde, Hrant Dink'in öyle, adeta uyurken üşümüş de üstü örtülmüş gibi yerde yatışını görünce, onu ayağa kaldırmak istedim. "Yatma, öyle yatamazsın, ayağa kalk Hrant!" demek geldi içimden. Psikologlar "yadsıma" diyor bu tepkiye. Yadsıma, yavaş yavaş yerini hâlâ sözcüklerini aradığım tarifsiz bir acıya bıraktı... Eğer bu satırların burasına kadar geldiysen okur, senden bir tek isteğim var: Susma, sustukça sıra sana gelecek. 'Susma, Hrant'a can ver!' * MAHMUT MUTMAN: Bilkent Üni.