Ömer Madra: UNDP, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Proje Müdürü Bartu Soral'la beraberiz.
24 Kasım 2004'te KALDER'in düzenlediği toplantıda küreselleşme, kalkınma ve bunun getirebileceği sorunlar üzerinde bir konuşma yapmıştı. Bu temel meseleye hakkında konuşacağız. Küreselleşme tam tarif edilemiyor, bir de sürdürülebilir kalkınma var onun arkasından, bizi biraz aydınlatır mısınız?
Bartu Soral: Sürdürülebilir kalkınma kavramı 1987 yılında ortaya atıldı. Bugünkü kuşağın ihtiyaçlarını eşit bir şekilde karşılarken gelecek kuşakların ihtiyaçlarını da düşünmeliyiz şeklinde tanımlayabiliriz. Doğal kaynakların sanayileşme sürecinde tükenmesi, doğal dengelerin bozulması konusunda önlem alınmasını öneren bir kavram. Bir takım tutarsız yönleri de var, Dünyada doğal dengesizliği, kirlenmeyi yaratan sanayileşme 18. yüzyılda başlıyor. 20. yüzyılda Batı ülkeleri ve ABD çok ciddi bir şekilde sanayileşiyor, doğal olarak bugünkü kirliliği yaratan da onlar oluyor. Şimdi, bugünlere geldiğimizde, her şey bittikten sonra ve bu ülkelerin kişi başına gelirleri yaklaşık 25 bin dolarlara vardıktan sonra, "hadi bakalım sürdürülebilir kalkınmayı tartışalım ve sanayileşmek, gelişmek isteyen ülkelere de bir takım sınırlar getirelim" derseniz, o zaman soru işaretleri oluşuyor.
1992'de Dünya Zirvesi'nde bu konu tartışıldı ve dendi ki, "kalkınmakta olan ülkeler, sanayileşmek isteyen geri kalmış ülkeler bu sürdürülebilir kalkınma modeline uygun olarak, sanayilerinde bir takım doğa ile uyumlu ve tabii ki daha pahalı yatırımları yapmak zorundadırlar." Bunun gibi kısıtlamalar getirme gayretinde oldular. O zaman "madem öyle, siz zenginler, yani toplam 12 ülke, dünyanın geri kalan ve göreceli olarak yoksul olan ülkelerine bu konuda yardımda bulunun" denildi.
ÖM: Rio Zirvesi'nde değil mi?
BS: Evet. Alınan karar şuydu; gelişmiş ülkeler, zengin ülkeler GSMH'larının % 0.7'si oranında bir yardım aktaracaklardı sadece bunun için, sürdürülebilir kalkınma bağlamında çevreyle uyumlu sanayi yatırımlarına gitmek için, ki kaynak sıkıntısı içinde olan geri kalmış ülkelerin bu yardıma ihtiyacı var. Zira yatırım yapmak için bile kaynağı olmayan bu geri kalmış ülkelerin böyle bir yeni teknoloji ile yatırım yapması ancak ek kaynakla mümkündü. 12 sene geçti aradan, bu süre sonunda bakıyoruz bu yardımların hiçbirisi gerçekleşmedi. Sürdürülebilir kalkınma diye, kalkınmakta olan ülkelere bastırıldı ve söz verilen yardımların hiçbirisi gelmedi. Bu bağlamda bu "sürdürülebilir kalkınma kimin için?" diye bir soruyla geri döndürmek istiyorum. Gelişmiş ülkeler korkunç tüketimlerine, korkunç harcamalarına sınır getirsinler, bu konuda bir itirazım yok, fakat gelişmekte olan ülkelere kişi başına milli geliri 2000 Dolar ve altında olan, nüfusunun çoğunluğu aç olan ve hemen hemen zengin ülkelerin 1/10'u oranında gelire sahip olan ülkelere dönüp de "sürdürülebilir kalkınma modeline uygun sanayileşin" ya da "zaten kaynağınız yok, daha da pahalı bir sanayileşme modeline gidin" demelerini çok adil bulmuyorum doğrusu.
ÖM: Bu söz verilen yardımlar neden yapılamadı? Dünya Bankası'nın yoksulluk hesaplarına bakıldığı zaman hata yapmış oldukları da gözüküyor. Daha da vahimi Sanjay Reddy and Thomas Pogge'nin (??) daha önceki eski tarihli bir araştırmayı yenileyerek yaptıkları son derece ciddi iki araştırmada ortaya çıkıyor. Bazı yanlış kriterler kullanılmış, sonuç olarak bugün yeryüzünde yaklaşık 2 milyar insan "mutlak yoksulluk" sınırında yaşıyor; bu da dünya nüfusunun 1/3'ü demek.
BS: Maalesef günlük 1 Dolar gelirin altında ve açlık sınırında yaşayan, temel ihtiyaçlar dediğimiz harcamaları -Maslow'un Hierarchy of Needs'de, piramitin en altında yer alan ve insan olmanın gereği diye tanımlayabileceğimiz harcamalar olarak tanımladığı harcamaları- yapamayan insanlar şu anda dünyanın 1/3'ü.
Bu inanılmaz bir rakam, 2 milyar insan dünyada aç şu anda, barınma imkânları sınırlı. Bu bağlamda küreselleşmeyi tartışmakta fayda var. Ben sürdürülebilir kalkınmadan daha çok küreselleşme ve sorunlarını tartışmak, bununla birlikte kalkınmadan bahsetmek istiyorum. Zira iki kutuplu dünyada, yani 1980 öncesinde, Sovyetler Birliği ve ABD varken koşullar şöyleydi; kapitalist ülkeler, Sovyetler Birliği'nin hakça bölüşüm ve herkesin gelirden nispeten daha dengeli bir pay aldığı sisteminden ürkerek, Keynesyen ekonomik uygulamalar dediğimiz, yani sosyal devlet dediğimiz sistem kapsamında, bedava sağlık, bedava eğitim, doğum izinleri, doğum yardımları, vs. gibi insanı insan yapan, sosyal hizmetleri son derece arttırdı. 1980 öncesinde dünyanın o dönemdeki dengesinden ötürü böyle bir sistem vardı. İkinci bir iktisadi teori, üretilen artı değerin sermayedarın elinde toplanması sonucunda ortaya çıkan gelir eşitsizliğini, devletin müdahalesi ile bir miktar daha eşit hale getirmek, vergilerle, sosyal devlet hizmetleri ile mümkündü. Peki 80'den sonra ne oldu?
ÖM: Şimdi bu ortadan kalktı değil mi?
BS: Evet, 80'den sonra Sovyetler Birliği dağıldı, tek kutuplu bir dünyaya geldik ve ABD dünyanın kesin lideri olduğunu her alanda ortaya koymaya başladı; kaba gücüyle, ekonomik teorilerdeki baskısı ile, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü'nde, karar mekanizmasındaki baskın davranışlarıyla dünyanın lideri olduğunu ortaya koydu. 1980'lerde gündeme gelen küresel model, gelişmekte olan ülkeleri zenginleştirmeyi, daha iyi, gelirin daha adilce paylaşıldığı, daha mutlu bir dünya vaat etti bize. Regülasyon kuruluşları olarak da Dünya Bankası ve IMF'yi getirdi. 1980'den sonra bu 25 yılda geldiğimiz nokta şu; kalkınmakta olan ülkelerin borç oranı GSMH'larına 1985'lerde %32 iken bugün %45'e geldi ortalama, dünyanın büyümesi %6.6 ortalamadan %4.4'e indi. Büyüme hesaplarında zaten tartışma çok fazla, Türkiye'de özellikle ilan edilen büyüme hesaplarında çok ciddi hatalar var, teknik bir konu olduğu için şu anda girmek istemiyorum. Büyümeden, herkesin eşitçe pay aldığı bir büyüme kastedilmeli. Yani insanların eşit olarak zenginliği paylaştığı bir dünya vaat ediyordu. Halbuki, 1980'de dünyada gelir dağılımı bugünkünden çok daha adildi, bugün dünyada gelir çok daha az adil bir biçimde dağıtılıyor. Yani zengin ülkeler daha zengin oldu, zengin ülkeler içindeki sermaye sınıfı daha zengin oldu, geri kalmış ülkeler daha yoksullaştı.
ÖM: Onların gelir dağılımı da bozulma var.
BS: Evet, sebebi de şu; 1980'den önce ulus devlet modelinde bile sermaye lehine bozulan gelir dağılımını bir nebze dengeleyecek bir devlet vardı bir biçimde, yani sosyal devlet hizmetlerini yerine getiren, sosyal devlet harcamalarını yapan bir devlet vardı.Bu arada Türkiye'de bir tartışma var, o da "sosyal sigorta kurumlarına bütçeden çok fazla pay aktarılıyor, aktarmamamız lazım" tartışması. Bu bir yalandır, çünkü gelişmiş batı Avrupa ülkelerinde, sosyal sigorta kurumları halen bütçeden büyük pay alırlar. Bütçeden sosyal sigorta hizmetine, insanların hizmetine elbette ki pay ayıracaksınız. Halbuki Türkiye'de iç borç faizi bütçenin %36'sını almaktadır. Siz "ben SSK'ya bütçenin %6'sını vermek istemiyorum, onun yerine iç borç faizine %36'sını vermek istiyorum" derseniz bu çok sorgulanması gereken bir düşünce tarzıdır.
1980 öncesinde sermaye lehine bozulan gelir dağılımını devlet dengeliyordu. 1980'den sonra ulus devletler bitti, dünya artık küresel bir dünya ve küresel güçleri var. Peki bu güçler kimin? Çokuluslu şirketler ne yapıyor? Bunlar dünyanın her yerinde yatırıma gidiyorlar. Tabii dünyanın her yerine gitmiyorlar, daha çok kâr elde edebilecekleri yerlere gidiyorlar. 1980'den itibaren çokuluslu şirketler devasa biçimde büyüdüler ve bunların yarattığı gelir adaletsizliğini dengeleyecek bir kurum kalmadı. 1980'den önce devlet bunu sosyal devlet hizmetiyle bir miktar yapma gayretindeydi, küresel dünyada kim yapacak bunu? Siz daha küçük küçük devletler içinde bu yıkımı dengeleyemezken, dünya üzerinde bu yıkımı dengelemeniz mümkün değildir. İşte bu yüzden dünyada açlık, bu yüzden dünyada gelir dağılımında adaletsizlik daha arttı ve artacak. Çünkü bugün dünyayı regüle edenler çokuluslu firmalar.
ÖM: Bir şekilde de asıl regülasyon mekanizmaları olarak IMF ya da Dünya Bankası gibi kuruluşlar da farklı şekilde hizmet görmeye başladılar, başlangıçtaki tarifleri gibi değiller.
BS: Görünen odur, 1980'den sonra küreselleşme ile birlikte biz de, Türkiye'nin küreselleşmeye eklenmesini birebir gördük. Bütün gelişmekte olan ülkeler dünya pazarlarına entegre olduğunda müthiş bir tüketim harcaması başlıyor. Türkiye de bunu gördü. Ne oluyor o zaman? 1980'lerden bir sene önce "Başbakan 5 Cent'e muhtacız." dedi, hakikaten de doğruydu. Çünkü Hazine'de, Merkez Bankası'nda 5 Cent bile yoktu. Bu küreselleşme ile birlikte dış ticarete entegre olan bütün gelişmiş ülkelerde ithal mallarına müthiş bir ilgi başladı; ancak 5 Cent'e muhtaç olan bir ülke nasıl alacak bunu? O zaman dediler ki "Finansal serbesti de var, dış borç mu istiyorsunuz? Buyrun dış borç, tabii faiziyle". O zaman 1980'lerde 10 milyar Dolar civarında olan küçücük dış borç, bugün 200 milyor Dolar. 1980'lerde kişi başı 1900 Dolar olan milli gelir ise yalnızca 2500'lere yükselebildi şu anda Türkiye'de. Bütün gelişmekte olan ülkelerdeki model de bu. 1989'da Türkiye artık bir ithal cenneti oldu, müthiş bir dış borçlanmaya gidildi. O zamanlarda memur maaşlarına yapılan zamlarla, ülkeye giren paradan herkes pay aldı, nemalandı. Peki sonra? Dış borcun geri ödemesi başladı. İşte o zaman devreye giren ikinci kuruluş var, o da IMF. Yani sistem şu; "mal mı almak istiyorsun? Peki al dış borç." Dış borç veriliyor, siz o dış borçla ithalat yapmaya başlıyorsunuz, bir müddet sonra dış borcu geri ödemeniz gerektiğinde, Dünya Bankası ve IMF geliyor ve diyorlar ki "sen dış borcunu ödemek mi istiyorsun? O zaman bir kredi veririm sana, bu kredinin çoğunluğu ile dış borcunu ödersin." Ancak yapısal uyum reformu diye dayatılan bu model, bir şablondur ve her ülke için aynıdır, Dünya Bankası'nın web sitesinde vardır. Özelleştireceksin. Neyi? Her şeyi, sağlık, içme suyu, vs. Durun bir saniye, hani 1980'den önceki sosyal hizmet, hani bu benim insanlık hakkımdı? "Yok artık insanlık hakkın, sen borcunu ödeyeceksin! Sağlık için ayrılan pay indirilecek! Eğitim için ayrılan pay indirilecek! Maaşlar indirilecek!" Yani bütçedeki harcama kalemlerinin hepsi indirilecek. Onun yerine dış borç ödenecek! Sistem böyle işliyor, fevkalade enteresan bir sistem. 1990'dan sonra sistemin kaydığı bir nokta daha var, bir süre sonra size baskı unsuru oluşturabilmek için, "rating agency" denen, Standart&Poors gibi kurumlar geliyor "Türkiye'nin notu B- oldu" diyorlar. Eyvah! Bu demektir ki sen borcunu ödemek için, alacağın borcu alamayacaksın ya da yüksek faizle alacaksın. Çünkü "risk premium" denilen şey de, size verilen faizin üstüne ekleniyor ve siz artık yüksek faizle borçlanıyorsunuz. Yani siz her taraftan kontrol altındasınız. Bu değerlendirme kuruluşlarından iyi notlar almak, Dünya Bankası'nın söylediği her şeyi yerine getirmek, ancak bunları yaptığınız takdirde borç almak durumunda olan ülkelersiniz. Peki kalkınma ne oldu? O yok, çünkü ticaretle kalkınmak mümkün değildir. 18. yüzyılda sanayileşen ülkeler yüksek teknoloji üreten ülkeler, araştırma geliştirmeye ağırlık veren ülkeler, yüksek eğitim düzeyini yakalamış ülkeler bugünün zengin ülkeleridir. Sanayileşmenin tek yolu budur, zengin olmanın tek yolu budur.
ÖM: Tümünün de patent haklarını çaldıklarını bugün biliyoruz.
BS: Onun için bu küresel sistemin birinci bacağı olan mal ticaretinde serbestisinin, yani malların dünyanın her tarafına girmesinin, çıkmasından doğan, müthiş rekabetin galibinin yüksek teknoloji ile mal üretebilen zengin olması kaçınılmaz bir sondur. Sizin satabileceğiniz ancak kakaodur, tekstildir, kahvedir, bunlar da para etmez, siz bunlarla "ben zengin bir ülke oldum" diyemezsiniz. Bu arada küreselleşmenin ikinci bacağı da finansal serbestidir, ki bu 1990'a kadar dış borç olarak gitmiştir ve görülmektedir ki, Dünya Bankası da daha çok verdiği yardımlarla değil de verdiği faizli borçlarla ön plana gelmiştir. 1990'dan sonra finansal akımlar, yatırım için uzun vadeli değil, daha çok kısa vadeli ve ülkenin o çarpık ekonomik sisteminden faydalanan akımlar olarak gerçekleşmiştir. Bu da ülkelere giren, çok hızlı bir biçimde kâr elde eden ve en ufak bir tehlike gördüğünde ülkeyi bir anda terk eden ve 1998 Asya, 1999 Rusya, Arjantin, 2001'de Türkiye'deki krizleri yaratan akımlardır.
ÖM: Yani küreselleşme ve kalkınma meseleleri, sürdürülebilir kalkınma meseleleri, ağızdan birden kolaylıkla çıkabiliyor ama o kadar kolay değil. Mesela bunu uluslararası düzeyde halletmek için bir çeşit müdahale olarak öngörülen, Nobel Ödül'ü kazanmış olan Tobin'in önerdiği, Tobin Vergisi de pek uygulanamıyor hiç bir zaman. Ya da benzeri bir şey de uygulanmıyor.
BS: Tobin Vergisi çok mühim, çünkü "kısa vadeli her işlemde ülkeye para girişinde ya da çıkışında paranın miktarının % 0.1 oranında bir vergi alınsın ki bu, bu kadar hızlı hareket edip yasalarda derin sarsıntılar yaratmasın" diyor. Özelleştirmeleri bütün dünyaya dayatan Dünya Bankası ve IMF bu konuda hiçbir adım atmıyor. Neden atmıyor? Çünkü çokuluslu şirketlerin dünyaya hakim olan para spekülatörü insanların işine gelmiyor. Dünyayı yöneten çok uluslu firmalar ve finansal olarak spekülatif amaçlı para sahibi 3-5 tane insan. Onun için Tobin Vergisi de tartışılıyor fakat bir türlü uygulanamıyor.
ÖM: Son olarak şunu da ekleyeyim, hem Nobel iktisat ödülünü iki sene önce kazanan Stiglitz'in, hem bu seneki Nobel iktisat ödülünü bir Norveçli ile paylaşan Prescott'un "IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar gerçek işlevlerini görmediği için lav edilmeli" diye bir sözü var. Başka bir şey olması gerek.
BS: Eğer küresel dünyada yaşayacaksak, gelişmekte olan, geri kalmış ülkeler bu sistemle kalkınamaz. 25 sene öncesinde söylendi, bugün geldiğimiz nokta ortada. Eğer bu sistem böyle giderse 25 sene sonra da göreceksiniz hiçbir şey olmayacak. Dünyanın lideri olduğunu, dünyanın başına geçtiğini savunan ABD, şu anda fevkalade haksız, fevkalade insanlık dışı bir harptedir ve bu harp tamamen petrol için yürütülüyor. Şu anda Irak'ta insanlar, çocuklar petrol için öldürülüyor ve bunu yapan ülke dünyanın liderliğine soyunuyorsa eyvah ki eyvah!
(25 Kasım 2004 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır)