Siyaset, aktörler ve Kürt sorunu

-
Aa
+
a
a
a

20 Haziran 2012Taraf Gazetesi

Bir klişeyle başlayalım: Kürt sorununda çözümün anahtarı, silahların tamamen ve kesin bir şekilde susmasıdır.

Son üç yılda iki kere bu noktaya çok yaklaştık. Bu büyük imkânlardan ilki Habur’da, ikincisi Silvan’da heba oldu.

Silvan’dan sonra, Kürt sorunu yüksek gerilim hattına bağlandı. Söylem ve eylem dünyası şiddetin hâkimiyetine girdi. Barışçıl çözüm umutları giderek azaldı.

Karamsarlık bulutları iyice koyulaşmışken, birden iyimserlik rüzgârları esmeye başladı. Bu sefer rüzgârlar, sürpriz bir yönden esiyordu. CHP, Kürt sorununun siyasal zeminde demokratik usullerle çözülmesini öngören bir teklifle ortaya çıktı. AKP’nin bu teklife prensipte olumlu yaklaşması, tıkanmış görünen siyasal kanalların yeniden açılmasına yönelik umutları canlandırdı.

CHP’nin hamlesi, her şeyden önce hazır bir çözüm reçetesine değil, bir yöntem önerisine dayandığı için çok önemliydi. Zira Kürt sorununun ve PKK meselesinin çözümüne dair çabaların bugüne kadar sonuçsuz kalmasına yol açan en hayati faktörlerden biri, bütünlüklü bir yöntemin yokluğuydu. CHP; hükümete, parlamentoya ve kamuoyuna bu eksikliği giderecek bir çalışma başlatma çağrısında bulunuyordu.

Öte yandan, CHP bu girişimiyle, sorunun baş aktörleri olan AKP ile BDP arasında iplerin neredeyse koptuğu, toplumda kutuplaşmanın bir hayli keskinleştiği bir zamanda, taraflara bir çıkış yolu sunmuş oldu. Hükümet, Uludere’yle iyice köşeye sıkışmış, sıkıştıkça sertleşmiş, sertleştikçe demokratik siyaset mecrasını neredeyse tamamen terk etmiş, terk ettikçe güvenlik konseptinin karanlık dehlizlerinde boğulmaya başlamıştı. BDP ise, hükümete yüklenme anlamında negatif siyasete gömülmüş, somut çözümler üretmek anlamında pozitif siyasetten iyice uzaklaşmıştı. Geçmişte negatif siyasetin ustası olarak temayüz etmiş olan CHP, şimdi pozitif siyasete dönüşü savunan güçlü bir öneriyle sahne alarak, hem kendisinin hem de ülkenin önünü açmış oldu.

Negatif siyaset, bir bakıma anti-siyasettir, siyasetin reddi ve inkârıdır. Negatif siyasetin, siyasetin başlıca aktörlerinin temel tercihi haline gelmesi, demokratik siyasal alanın hızla büzülmesi, giderek çökmesi sonucunu doğurur. Otoriterlik ve şiddet, bu gidişin neredeyse mecburi istikametidir.

CHP’nin kendisi açısından siyasete dönüş atağı; ülke açısından da siyasete dönüş daveti anlamına gelen girişimi, bu gidişi durdurma yönünde bir etki yarattı. Lakin tek başına gidişatı tersine çevirmeye yeterli değildi; bunun için başka müdahalelere ihtiyaç vardı. İşte Leyla Zana’nın Hürriyet’te yayımlanan röportajı, tam da bu işlevi görecek bir olaydı.

Leyla Zana’nın açıklamalarının, son zamanlarda yaşanan gelişmelerle, yani Barzani ve Talabani’nin inisiyatif almalarıyla bağlantılı olduğu şeklindeki yorumlarda herhâlde gerçek payı vardır. Öyle olmasında da hiçbir sakınca yoktur; tam tersine böyle bir ilişki veya en azından etkileşim çözüm şansını güçlendirir.

Tüm bunların ötesinde, Zana’nın çıkışının nesnel anlamını tesbit etmeye çalışmak bana daha önemli geliyor. Bu anlamın özünü ise, genel olarak siyasete, özel olarak da pozitif siyasete dönüş hamlesi olarak görüyorum.

Zana, bir yandan çözüm konusunda Başbakan’a ve hükümete önemli sorumluluk düştüğünü belirterek, hükümeti göreve çağırmış oldu. Diğer yandan, Başbakan’a ve hükümete inancını yitirmediğini söyleyerek, BDP’nin izlediği negatif siyaset hattının yanlışlığını vurguladı. Böylece her iki aktöre de, açıkça pozitif siyaseti işaret etti.

Zana’nın açıklamalarının önemli olduğu şüphesizdir. Fakat bu açıklamaları Leyla Zana’nın yapmış olması, en az o kadar, hatta daha da önemlidir. Taşıdığı haklı itibar, doğru zamanda söylenen doğru sözlerin normalde sahip olabileceği ağırlığı kat kat arttırıyor.

Nitekim Başbakan ve hükümet sözcüleri, Zana’nın çağrısını duymazlıktan gelmediler, aksine çekinceli de olsa desteklediler; aslında bundan farklı davranmaları da pek kolay değildi.

BDP ve PKK çevreleri ise, başlarda Zana’nın hamlesinden sıkıntı duyduklarını saklamadılar. Ancak bu huzursuzluğu, Zana’yı dışlama veya açıklamalarını reddetme aşamasına getirmediler, aslında getirmeleri de hiç kolay değildi.

Siyasete dönüş, barışçıl çözüme yönelişi hızlandırdı; kara bulutlar dağılmaya başladı. Avni Özgürel’in Murat Karayılan’la gerçekleştirdiği uzun ve önemli röportajın bu ortamda yayımlanması da buna katkı yaptı. Karayılan’ın söylediklerinin genel havasından ve toplamından çıkan mesajların, Zana’nın tavrını destekler nitelikte olduğunu düşünüyorum

Her şey iyi gidiyordu. Lakin yıllardır yaşadığımız tecrübeler, “her şeyin iyi gidiyor görünmesi” hâlinden tedirgin olmamız gerektiğini öğretmişti. Ben de pek çok kişi gibi tedirgindim ve maalesef bunun temelsiz olmadığını bir kez daha acıyla yaşadık.

PKK’nın Dağlıca saldırısı, yeniden canlanmaya yüz tutan barış sürecine ağır bir darbedir; barış ihtimaline karşı kanlı bir provokasyondur. Ancak bunu boşa çıkarmak mümkündür ve gereklidir.

Ayrıntıları bir sonraki yazıya bırakarak şimdilik şu kadarını söylemekle yetineyim: Bu saldırıyla birlikte ve Bahoz Erdal ile Murat Karayılan’ın açıklamaları arasındaki farklılık dikkate alındığında, PKK içindeki ayrışma artık açık hâle gelmiştir. Bunun hem dağda hem de ovada çok önemli sonuçları olacaktır.

Her hâlükârda yapılması gerekene şey; açılmış olan demokratik siyaset yolunu kesinlikle terk etmemek, aksine mümkün olduğunca genişletmek ve pekiştirmektir. Her türlü provokasyona karşı en etkili çare budur...