Corporate Europe Observatory (Tekelci Avrupa Gözlemevi) örgütünden ve Alter-EU “ağı”nın örgütleyicilerinden Erik Wesselius ile şirketlerin tekelindeki Avrupa ve Avrupa Birliği ile bu sürecin manivelası olan lobicilik mekanizmasını konuştuk.
9-10 Ekim tarihleri arasında Brüksel’de düzenlenen Alter-EU, “Sirketlere Tanınan İmtiyazları ve Gizli Lobiciliği Nihayetlendirme: Gelecek İçin Strateji ve Kampanyalar” adlı konferans vesilesiyle görüştük.
Sizi tanıyarak başlayalım, hem sizi hem örgütünüzü?
Hollandalıyım. 42 yaşındayım. Amsterdam merkezli, araştırma, izleme ve kampanya örgütü olan Corporate Europe Observatory’nin (CEO) kurucusu ve üyesiyim. Öncelikli amacımız; büyük şirketlerin ve tekellerin, karar verme süreçleri üzerindeki politik etki ve güçlerini izleyip, raporlarımızı kamuoyu ile paylaşmak ve bu konuda kampanyalar düzenlemek.
Sadece Avrupa Birliği sınırları içerisinde mi faaliyet gösteriyorsunuz?
Hayır. Şirketlerin hem üstlendikleri ülkelerdeki hem de diğer bölgelerdeki çalışmalarını da izliyoruz. Mesela, bütün bu şirketlerin Birleşmiş Milletler gündemi üzerindeki etkilerini ve bunun küresel sonuçlarını izliyor ve bu konuda kampanyalar örgütlüyoruz. Bunun yanında Birleşmiş Milletler kurumlarının şirketlerle ilişkilerini de izliyoruz. Küresel ısınmada büyük şirketlerin rolü ve ‘Su Adaleti’ kampanyası da üzerinde dikkatle durduğumuz konulardan biri.
CEO ne zaman kuruldu?
1997’de. Kurulmasına neden olan süreç ise, Amsterdam’da düzenlenen AB zirvesi ve bunun sonucunda varılan Amsterdam Antlaşması'ydı. O süreçte yaklaşık 1500 örgütün dahil olduğu karşı-zirve’ye katılmıştık. Zirve sırasından düzenlenen büyük gösteri ise bir nevi, Avrupa’nın birçok köşesinde düzenlenen yürüyüşlerin son adımıydı. Biri Helsinki’den, diğeri Sarayevo’dan, öteki Fas’tandı. Amsterdam’da birleşen bu grupların düzenledikleri yürüyüşte “İşsizliğe, yoksulluğa ve dışlanmaya” karşı güçlü bir ses çıkarılması hedeflenmişti. Final gösterisi çok büyük oldu. Biz organizatörler olarak 10 bin kişilik bir kalabalık beklerken, 150 bini aşkın insanın eyleme katılması ise büyük bir sürpriz oldu. Benim tanık olduğum en büyük alternatif- küreselleşme eylemlerinden biriydi. Bu eylem MAI (Çok taraflı Yatırım Anlaşması) karşıtı kampanya öncesinde ve Dünya Ticaret Örgütü karşıtı, Seattle eyleminden de önce düzenlenen bir eylemdi. Yani, ilk büyük, alternatif kürselleşme eylemiydi. Öncesinde, 1994’te IMF’nin 50. yıldönümü nedeniyle İspanya’nın Madrid kentinde büyük bir karşı-zirve düzenlenmişti, bir yıl sonra yine Madrid’te AB zirvesi sırasında karşı bir zirve düzenlenmişti “Sermayenin Avrupası’na karşı’ zirve başlığı ile. Bu süreçler bizim Amsterdam’da böyle bir karşı-zirve örgütlememize ilham vermişti. CEO’nun kurulması da Amsterdam sürecinin sonucudur. Dört kişi kurduk.
Peki kimdi bu dört kişi; akademisyen mi, araştırmacı mı, aktivist mi?
Aktivist diyebilirim. Daha öncesinden birbirimizi, aktif olduğumuz diğer örgütlerden biliyorduk. Bu örgütler çevre ve kalkınma ile ilgili gençlik ağlarıydı. Avrupa ve küresele ölçekte etkili uluslararası aktivist ağıydı bu. 1994’ten beri ‘A SEED- Action for Solidarity Equality Environmental and Development’ örgütünde aktiftim.
Alter-EU’ya gelirsek. Anladığım kadarıyla bu bir çatı örgütü…
Alter-EU, yani ‘Alternatif Avrupa Birliği’, sivil toplum örgütleri ve sendikaların bir ittifakı… Tüm bu örgütler bir araya gelerek bir deklarasyona imza attılar. Temel amacı; “AB’nin karar alma süreçlerindeki şirket hâkimiyetini azaltmak”. Bu amacın altını çizen birkaç başlık var.
Ne zaman kuruldu?
Haziran 2005’te. Ama, aslında süreç Kasım 2004’te, CEO’nun göreve yeni seçilen AB komisyonu başkanı Jose Manuel Barroso’ya “AB düzeyinde, şirketlere tanınan ayrıcalıklı giriş hakkının sona erdirilmesini” talep eden mektup yazmasıyla başladı. İçinde bulunduğumuz “ağ”lardaki örgütlerden, metnimize destek istedik. 60 örgüt imzaladı. Ayrıca mektubu bu alanla ilgili üç komisyon üyesine de gönderdik: Peter Mandelson Ticaret komisyon üyesi, Margot Wallström Kurumsal İlişkiler ve İletişim Stratejisinden sorumlu Komisyon Başkan Yardımcısı, Günter Verheugen Girişimcilik ve Sanayii’den sorumlu komisyonu üyesi. Tabii o zaman Siim Kallas (Personel ve İdari İşler, İç Denetim ve Sahtecilikle Mücadele’den sorumlu Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı) gibi komisyon üyesi yoktu. “Ne kadar önemli bir konuyu dillendirdiğimiz, bu konuda kesin bir şeyler yapılması gerekir” gibi klişe cevaplardan başka bir şey geçmedi elimize. 2005 Şubatı’nda Kallas kabinesi ile temasa geçtik. Bizi toplantıya davet etti. Siim Kallas, bu toplantıda, AB komisyon ve alt komisyonlarının karar-alma mekanizmalarının şeffaflaştırılması, lobiciliğin kayıt altına alınması ve profesyonel etik stadarların belirlenmesi gibi başlıklarda özetleyecek kararları kapsayan ‘Avrupa Şeffaflık İnisiyatifi’ tekfilini komisyona sundu. Mektubumuza en ciddi ve yüksek düzeyde reaksiyon oldu bu gelişme. Şu anda Alter-EU altında imzacı 150’den fazla ulusal, bölgesel örgüt, grup ve toplumsal hareket bulunuyor.
Siim Kallas diğerlerinden biraz farklı gibi gözüküyor… Peki onunla birlikte herhangi bir gelişme oldu mu?
Kallas’ın hakkını vermek lazım, gerçekten farklı birisi. Kallas, Avrupa Şeffaflık İnisiyatifi’ni duyurduktan sonra, biz çatı örgütümüzü daha da genişletip bu duyuru sonucunda komisyonu doğru yönde etkilememiz gerektiğine karar verdik. Nihayetinde Alter-EU, Haziran 2005’te, resmi düzeyde harekete geçmiş oldu. Bunu duyurmak için Brüksel’de düzenlediğimiz bir günlük etkinliğe de Kallas katılıp bir konuşma yaptı.
Şimdi, tüm bu süreçlerin nedeni olan “lobicilere” gelelim. Kim bu adamlar, niyetleri ne? Kaç kişiler?
Şu anda 15 bin lobici Avrupa Komisyonu koridorlarında faaliyet gösteriyorlar.
Bunların kaçı şirketlerle bağlantılı?
Yaklaşık 10 bin lobici şirket çıkarları için Brüksel’de lobi yapmakta.
Bu kadar lobici için herhangi bir yer var mı Komisyon binasında? Az da değiller çünkü…
Hakikaten ilginç bir hikaye. Bu insanlar, komisyon binasında dolaşmak için sürekli giriş kartına sahipler. Onbini olmasa da, iki bin şirket lobicisi, sahip oldukları sürekli giriş kartı ile komisyon binasında dolaşıyorlar. Benim şu an yakamda olan kart ise bir günlük. Yenilemek için ise öncelikle bir vekilden davetiye almam, sonra birkaç masaya gidip işlemler yaptırmam gerekiyor, ki o kart da süreli oluyor.
Ama bu adamların böyle bir derdi yok herhalde?
Hayır çünkü onlar sürekli kart sahipleri. Rahat bir şekilde giriş prosedürlerini geçebilir, kendi başlarına “resmi” olarak koridorlarda yürüyebilirler. Ama benim sahip olduğum kart nedeniyle, bir parlamenterin veya parlamenter yardımcısının bana eşlik etmesi zorunludur. Lobi kaydı için bir form doldurmak gerekiyor, ismini ve bağlı bulunduğunuz kurumu yazıyorsunuz. Brüksel’de konuşlanmanız gerekiyor. Bir örnek vereyim. Büyük bir lobi firması olan Burson-Marsteller için lobi yapan ‘namlı’ lobici David Earnshaw, akredite olduktan sonra parlamenterleri Burson-Marsteller için değil bu lobi firmasına para veren şirketler için lobi-ziyaretinde bulunuyor. Tabii ki bu şirketlerin hangileri olduğunu formda belirtmek durumunda değil. Öte yandan, davranış kurallarına (parlamenterlere rüşvet, hediye, para gibi şeylerin verilemeyeceğini belirten, yani prosedür için hazırlanmış çok temel bir metin) göre parlamenterle görüşürken ne tür çıkarları da temsil ettiklerini belirtmeleri gerekiyor. İnanıyorum ki, birçoğu bu konuda hiç şeffaf değiller. Bunun kontrolü de çok zor. Ancak parlamenter, lobicinin “gerçekte kimi temsil ettiğini” belirtmesi konusunda ısrarlı olursa, öğrenilebilecek birşey bu. Keza, kimin ne zaman davranış kurlarını ihlal ettiğini öğrenmeniz hiç kolay olmuyor.
Toplantıda konuşulanlardan anladığımız, sizin temel önermelerinizden biri, süreci “gönüllü” kayıttan “zorunlu” kayıt sistemine evrilmesi…
Evet, bizim istediğimiz farklı bir kayıt sistemi. Keza, komisyon da Avrupa Şeffaflık İnisiyatifi sürecinin bir parçası olarak yeni tarz bir kayıt sistemini öneri olarak sundu. Yani, seneye, tüm lobicileri içine alan yeni bir kayıt sistemi olacak. Ama duyduğumuz, müşterilerinin kim olduğunu söylemek ve aldıkları para hakkında bilgi vermek istemeyen bir kısım lobiciler yine bu sürecin “gönüllü” olmasını istiyorlar. İşte bizim esas olarak bilmek istediğimiz tam da bu. ABD’de, lobiciler bu tip bilgileri vermek zorundadırlar. Hepimizin bildiği üzere, Brüksel’deki lobicilik Washington’daki kadar büyük bir sektördür. Avrupa Birliği yurttaşları için, medya için ve hatta karar alma mekanizmasında olanlar için AB politikalarının “hangi çıkarlara hizmet edecek” şekilde yürüdüğünün bilinmesi son derece önemli. İşte bu yüzden, zorunlu kayıt sisteminin, AB politikasının şirketlerin çıkarları tarafından ele geçirilmesini engellemek için elzem olduğunu düşünüyoruz.
Tekrar şu lobicilerin anatomisine dönmelim. Anladığım kadarıyla iki tür lobi mekanizması var: Bir, şirketlerin kendi bünyesinde lobi yapanlar bir de şirketler için lobi yapan lobi şirketleri. Bu süreç nasıl işliyor peki, faaliyetleri, bütçeleri…
AB komisyonu yasamayla ilgili teklifler veren bir yapı. Ve AB yasama teliflerine müdahale etmek istiyorsanız, sürece çok erkenden katılmanız gerekir. AB birimleri bir yasa maddesi üzerinde çalışırken, arıyorsunuz “Şu yasa üzerinde çalıştığınızı biliyoruz, bizim de bu konu üzerine çalışan birçok uzmanımız var. İsterseniz…”
Uzman… Anahtar kelime…
Kesinlikle. Tüm hadise hep “bilgilendirme” üzerine kuruluyor zaten. Aslında çok da etkili oluyor. Bir taraftan da doğru. Mesela bir “kimya şirketi”nin elbette o konu üzerine önemli bir bilgi birikimi ve uzmanı vardır. Yeni yasa tekliflerinin de kendi iş alanlarını nasıl etkileyeceğini bildiklerini için süreç başlar başlamaz harekete geçiyorlar. Bu noktada lobicilik tamamen kötü bir şeydir diyemeyiz. Hatta en önemli artısı, bilginin bu denli dolaşıma girmesi oluyor. Sadece iş çevrelerinde de değil, çevre örgütlerinden, sendikalardan, hak örgütlerinden girdiler de sürece dahil ediliyor. Yani, teoride, tüm çıkar gruplarından, toplumsal alandan bilgi akması gereken bir süreçten bahsediyoruz. Ama pratikte olan, iş çevrelerinden akan yoğun bir bilgiye karşılık sivil toplumdan ve sendikalardan akan oldukça az miktarda bilgi. Tabii 10 bin şirket lobicisine karşı 1500 sivil toplum ve sendika lobicisinden bahsediyoruz. Bir grubun çıkarını savunan 10 kişiye karşı, toplumun çıkarın savunan bir kişi. Hiç de adil değil…
Peki nedir bu lobicilerin meşrebi?
Sanırım bir çoğu politika, hukuk, ekonomi, işletme okumuş insanlar…
Başarılılar mı peki?
Tabii ki, hem de çok. Ki bu başarının sonuçları bizim için de hiç de hayırlı değil. Bir örnek vereyim; bir araştırmamız sonrasında, sanayide kullanılan, insan sağlığına ve çevreye zararlı, flor gazlarının (F-gaz) kullanımına dair bir lobi süreci üzerine... AB’de belli tipte kimyasaların kullanımını denetleyen ve bu konuda enformasyon sağlayan bir inisiyatif vardı. Şirketlerin kurdurduğu ve kendini ‘çevre grubu’ diye lanse eden bu grup, yani Enerji ve Çevre için Avrupa Ortaklığı (EPEE) veya F-gazı Lobisi, sonradan bu maddenin üreticisi olan dört şirketin (içerisinde DuPont ve Honeywell gibi üretici-şirketler de bulunuyor) grubuna dönüştü ve bu grup son derece kurnazca AB’nin bu maddenin üretimin yasaklamasını engelledi.
Öte yandan, göstermelik olarak da son derece düşük ölçülerde üretilen bazı maddeler yasaklandı. Yani, bu endüstri için büyük bir başarıydı. Ama kamunun genel çıkarları açısından ise bir felaketti. Çünkü bu maddeler hâlâ pazarda dolaşıyor ve satılıyor. Ve bu tip hadiseler her gün oluyor. Onbin lobicinin her gün, komisyon koridorlarında böylesi faaliyetler için uğraştığını hesaba katarsak, bunun sonuçlarını da rahatlıkla tahmin edebiliriz. Özellikle çevre alanında bu süreç çok ciddi izleniyor. Mesela, ne zaman çevreyle ilgili son derece yararlı bir önerge ortaya çıksa, ‘sanayi’ buna anında müdahale ediyor, ve süreç sonunda elinizde patlak bir balon kalıyor.
Bir örnek de otomotiv sanayiinden. Malumunuz, AB komisyonu, 1990’ların ortalarından beri araçlardaki karbondioksit gazı emisyonunun sınırlanması istiyor. Akabinde, otomotiv sanayii son derece güçlü bir şekilde lobi yapmaya başlıyor. Nihayetinde, komisyonu ‘gönüllü antlaşma’ yapmaya ikna ettiler. Yani, otomotiv sanayii, bu oranı 2010’a kadar belli düzeylere çekmeye söz veriyordu. AB de her yıl, sanayinin uygulamalarını değerlendiriyordu. İki yıl önce anlaşıldı ki, 2010’da hedefe ulaşmalarının hiç şansı yok. Bunun üzerine geçen yıl, komisyon bir rapor yayınladı: Zaman çok kısalmıştı ve bu metod yürümüyordu. Daha sonra çevre komisyonu üyesi, sürecinin gönüllülük esasından zorunluluk aşamasına geçmesini, aksi takdirde hiçbir başarı elde edilemeyeceğini ifade etti. Çevre Komisyonu’ndan Stavros Dimas, Sanayii Komisyonundan Günter Verheugen, kamuoyuna açıklama yaparak bu savı desteklediler. Hemen peşinden, özellikle Alman Otomotiv sanayii, Sanayi komisyonundan (kendisi de Alman olan) Verheugen’i ve Alman devletini hedef alan devasa ölçülerde lobi ve kampanyaya başladı. Bu yılın ilk yarısı, AB dönem başkanlığı da Almanya’daydı. Nihayetinde Verheugen geri adım attı ve Dimas’tan desteğini çekti. Ocak ayından düzenlenen komisyon toplantısında yaşanan ciddi tartışmalar neticesinde, ortak bir karara varılamadığı için toplantı 2 hafta sonrasına ertelendi. İki hafta sonraki toplantıda ise, çıkan karar ‘zorunluluk’ konusunda bir uzlaşmayla sonuçladı. Ama yeni karar ilk önergeden çok daha zayıftı. İlki kilometre başına karbondioksit salınımını 2012’ye kadar kilometre başına 130 gr.’a çekilmesini öngörürken, ki aslında bunun da ilki, yani Dimas komisyonu tarafından önerilen 120 gr. iken, şirketlerin devasa lobi ve tehdit sonuçları üzerine 10 yıllık ‘gönüllü’ mutabakata varıldı. Avrupa araba başına CO2 salımı km. başına ortalama 160 gr’dır. Meseleyi, iklim değişikliği çerçevesinde değerlendirirsek, tüm dünyadaki karbondioksit salınımının 1/5’ini üreten (otomobil kaynaklı) Avrupa’da alınan bu karar vesilesiyle, AB bu konudaki hassasiyet ve samimiyet sınavını geçememiştir. Bu komisyon özelinde olandı. Parlamento da olanı biteni onaylamak zorundaydı. Ve otomotiv sanayi, şimdi parlamentoda yaptığı lobiyle hedefleri daha da sulandırmayı amaçlıyor. Bunun en önemli sonucu da, karar için belirlenmiş nihai tarihi uzatılması oldu. Adamlar adım adım orijinal önergeyi daha da beter çökertiyorlar.
Diğer önemli sektörler hangileri peki, bu sürece dahil olan...
Birçok sektör var: kimyasal sanayi, ecza sanayi, finansal hizmetler sanayi. Öte yandan, otomotiv ve kimyasal sanayi karşısında güçlü bir karşı sivil lobi de bulunuyor.
Alter-EU’nun en ‘berbat lobiciler’ kampanyasından bahsedelim biraz.
Bu yıl üçüncüsünü yapıyoruz bu yarışmanın. Konuyla ilgilnenen tüm aktivistleri de www.worstlobby.eu sitesinde oy vermeye çağırıyoruz. 15 Ekim’de seçimler başladı. 24 Kasım’da bitiyor.
Peki senin bu seneki adayın kim?
Şimdiden söyleyemem, daha karar vermedim. Ama geçen sene ExxonMobil’e oy verdim. Ve kazandılar. Bildiğiniz gibi, ExxonMobil, ABD’li bir petrol şirketi. Çok “hoş” söylemleri vardır çevre için yaptıklarına dair. Beraber çalıştıkları think-thank şirketleri (düşünce üreten şirketler) kamuoyunu, Brüksel’deki karar-alıcı mekanizmalarını etkilemek için rapor hazırlarlar, toplantılar organize ederler. Sıklıkla kullandıkları metod da şüpheli, kaynağı kuşkulu mesajlar yaymaktır. En bilinen mesajları ise; ‘ya iklim değişikliğini inkâr et ya da iklim değişikliğini kabul et ama bunun insan eliyle olduğunu inkâr et’ içerikli mesajdır.
Diğer bir önemli mevzu da, komisyon-lobiciler ve şirketler arasındaki fasit daire. Yani yeni lobici veya şirket yöneticisi eski AB komisyonu üyesi veya çalışanı. Veya bunun tersi...
Evet, biz buna ‘revolving doors’ – dönerkapı siyaseti- diyoruz. Yani adam kapıdan vekil olarak giriyor, lobici olarak çıkıyor.
Peki bunu engelleyen veya denetleyen bir yasa yok mu?
Eskiden yoktu, şimdi var. 1999’da komisyon üyesi Fransız Edith Cresson’un da isminin karıştığı bir skandal olmuştu. Cresson’un o zaman ki danışmanına, vereceği hizmetlere karşılık yüksek paralar ödenmişti. Ama o da hiçbir şey yapmamış. Bu yolsuzluk tüm komisyonun düşmesine (Santer Komisyonu)ve vekillerin istifasına neden oldu. Avrupa’da yaşanmış büyük skandallardan biriydi. Bu olaydan sonra, komisyonun bir sonraki başkanı olan Romano Prodi, bu hadiseyi öner çıkararak, komisyonun ahlaki standartlara ihtiyacı olduğunu belirtti. Uygulamaya koyduğu kurallardan biri de, AB parlamenterlerinin emekli olduktan sonra, bir yıl içinde, komisyon üyesi olarak çalıştıkları alanda aktif bir özel şirkette çalışamayacaklarına dair olan yasaydı. Jacques Santer komisyonunda görev almış bazı vekiller, komisyonun dağılmasından sonra hiç zaman kaybetmeden şirketlere geçmişti. Misal, Telekom politikalarından sorumlu Alman vekil Martin Bangemann daha komisyonun çökmesinden, İspanya telekomünikasyon firması Telefonica şirketine danışman olduğunu duyurdu. Bu büyük bir rezaletti haliyle… Bangemann’ın emekli maaşını almasını engellemek için metod geliştirmeye çalıştılar. Bangemann, bu komisyon ve kamuoyu tepkisi üzerine ‘şirkette bir yıl sonra çalışmaya başlayacağına’ dair bir antlaşma imzaladı.
Diğer bir hadise de, yine Santer komisyonunda ticaret vekili olan Leon Brittan’ın İngiliz yatırım bankası UBS’e geçmesiyle patlak veren skandaldı. Biz de bu konuda birçok makale yayınladık. İngiltere’deki finansal hizmetler sanayi lobisinin önemli ayaklarından biri olan ‘Londra uluslar arası finansal hizmetler’ lobisine dahil oldu. O zaman, kendisinden sonra yerini alan halefi ticaretten sorumlu vekil Pascal Lamy’e (DTÖ’nün şimdiki başkanı) lobi yapıyordu. Yani, eski vekil, şimdiki vekile lobi yapıyor. Lakin, yeni yasa mekanizmayı birazcık daha zorlaştırıldı. Tabii, biz Alter-EU olarak çok daha sert yasa ve önlemler talep ediyoruz. Çünkü bütün yapılan düzenlemeler sadece vekillere uygulanıyor. Hâlbuki komisyonda daha başka bir sürü çalışan var. Bu çalışanlar kimyasal sanayi federasyonuna veya diğer iş çevrelerine geçiyorlar. Bunun tam tersi de oluyor, misal kimyasal sanayii’de çalışan biri de komisyonun idare heyetinde anahtar pozisyonlara gelebiliyor. Velhasıl bu ‘dönerkapı siyaseti’ hadisesi pek mühim.
Peki, genelde hangi ülkenin vekilleri veya politikaları sizin önerilerinize daha yakın…
Şu anki komisyonda, böyle bir tahlil yapmak zor. Ama önceden de söylediğim gibi, bu konuda inisiyatif öneren Siim Kallas’ın şeffaflığı geliştirmek konusunda oldukça istekli ve iyi niyetli olduğunu görüyoruz. Keza, komisyon üyesi Wallström de resmi olarak bu süreci destekliyor gözüküyor. Ama pratikte ne yapacağı konusunda emin değiliz. Öte yandan, karşıtlarımızın sayısı oldukça fazla. Mesela, endüstri vekili Verheugen, rekabet vekili Neelie Kroes, iç pazar vekili Charlie McCreevy gibi vekillerin yanında, katı ekonomistler bizim önerilerimize sürekli ve heyecanlı bir şekilde karşı çıkıyorlar.
Hiç nedamet getiren bir şirket var mı? Yani, daha çevreci, etik değerleri önemseyen, daha şeffaf olmaya karar veren şirketler…
Şeffaflık açısından birkaç örnek olsa da, temelde değişen birşey yok. O değişenlerde bile değişen sadece daha fazla bilgi edinme hakkı. Yoksa, bu şirketlerin doğasının değiştiği anlamına gelmiyor. Ama haklarında daha çok bilgi sahibi olmak da pozisyonumuzu güçlendiriyor. Bunu da söylemek lazım.
Malum Türkiye’nin adaylığı ve (artık ne zaman olacaksa) üyeliği söz konusu… Şimdiki siyasi pozisyonlarına bakılırsa, komisyondaki olası Türkiyeli vekiller lobiciler için iyi bir lokma olacak. Olur ya, bu konuda farklı tavır almak istiyen parlamenterlere önerileriniz neler olur?
Parlamenter, herhangi bir lobiciyle görüşürken öncelikle, bu lobicinin kimin çıkarı için faaliyet gösterdiği bilgisini almalı. Sonra, bu alanda diğer çıkar sahiplerini ciddi olarak araştırmalı, onları görüşmeye davet etmeli. Gelmezlerse bile gidip, bu çıkar sahiplerini bulup onların görüşlerini de alıp, genel yargısını bu bütünlük içersinde oluşturmalı. Keza, bu aslında her vekilin, karar alma süreçlerinde dengeyi gözetmeleri açısından dikkat etmesi gereken bir sorumluluk. Diğer bir nokta da, vekilin, yeterince şeffaf ve açık olmayan biri ile konuşmayı reddetmesi gerekir. Yani, kayıt şartını yerine getirmeyen her lobiciyle görüşmeyi reddetmelidir.
Peki, bir lobici şeffaf olduğunu nasıl ispat edebilir?
Eğer bu kişi, “Ben resmi olarak kayıt oldum. Kayıt formunda, müşterimi veya müşterilerimin kim olduğunu ve benim bu ilişkiden ne kadar para aldığımı deklare ettim” demesi bile oldukça önemli.
Bu lobi mekanizmasına dökülen para ne kadar?
Gerçek rakamı bilmek çok zor. Siim Kallas’ın 2005’teki komisyonun toplantısında bu tahmini olarak ifade ettiği rakam; yıllık 60 ile 90 milyon Euro arası. Bizim, lobicilerin sayısıyla orantılı yaptığımız hesap ise bunun çok daha üztünde, bu da tahmini tabii ki; yıllık, 750 milyonla 1 milyar euro arası. ABD’deki rakamın 2006’da 2,6 milyar dolardan fazla olduğu düşünülürse, Kallas’ın rakamları çok düşük kalıyor.
Komisyon koridorlarında hiç Türk şirketler ve/veya Türkiye hükümeti için lobi yapanlara rastladınız mı?
Evet, Brüksel’de hem Türkiye’nin üyeliği hem de Türkiye şirketleri için lobi yapan kişi ve organizasyonlar var. Öte yandan, her bir Türk şirketi de aynı zamanda, o sanayi alanın Avrupa’daki sanayiciler yuvarlak masasının parçası oluyor, otomatik olarak. Sadece AB’den şirketler de değil, Türkiye’den, İsviçre’den, Norveç’ten. Ama biz Corporate Europe Observatory olarak, Türk sanayicileri ile spesifik olarak hiç ilgilenmedik.
Alter-Eu veya CEO olarak Türkiye’den herhangi bir STK, sendika veya toplumsal hareketle ilişkiniz var mı?
Alter-EU olarak hayır. Türkiye’den hiçbir üyemiz yok. Ama, çok seviniriz tabii.
Türkiye’deki AB resmi ile Avrupa’daki AB resmi biraz farklı gibi gözüküyor. O yüzden AB tartışması da sizlerin yaptığınızdan farklı yapılıyor. Tüm şu söylediklerini, Türkiye’de söylesen, AB-karşıtı bir damga yerdin büyük bir olasılıkla. Peki, sizin durumunuz ne? AB’ye karşı mısınız?
Hayır, AB karşıtı değilim. Ama, şu anda mevcut olan AB’ye karşı ciddi eleştirilerim var. Bence, mevcut AB, şirketlerin çıkarlarına ve gündemlerine hizmet eden bir birlik… Eğer AB’nin şu anki temel politikalarına ve emellerine bakacak olursanız, asli amacın Avrupa Sanayii’ndeki rekabetçiliği artırmak olduğunu göreceksiniz, ki bu oldukça dar bir ekonomik ajanda… Bu benim kafamdaki AB’den tamamen farklı bir AB. Bu nedenle ben kendi ülkem Hollanda’da AB anayasasına karşı mücadele ettim. Anayasa, sosyal politikalara, karar alma süreçlerindeki değişime ve demokrasinin güçlendirilmesine dair bir yapı olacağına, tamamen şirketlerin yıllığı gibi bir kitap olduğu için karşı çıktım.
Peki şirketlerin çıkarlarından azade bir Avrupa mümkün mü?
Evet inanıyorum. Çok büyük değişiklikler olması gerekiyor bunun için. Biz de bunları gerçekleştirmeye çalışıyoruz zaten. Bu söyleşi ilk olarak Express dergisinin 78. sayısında yayımlanmıştır.
(Bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayımlandığı kaynağı belirtmek kaydıyla ve kâr amacı gütmemek şartı ile, kullanmak isteyene aittir...)