Şiddetten en çok askerler korkar

Dünya Basınından
-
Aa
+
a
a
a

14 Ağustos 2006Radikal Gazetesi

NEDEN? Levent Küey Şiddetin, savaşların belki de yüzlerce yıldan beri hiç sona ermediği bir bölgede yaşıyoruz. Savaşların biri bitiyor, biri başlıyor. Savaş olmazsa, bölgesel çatışmalar çıkıyor. İnsanlar birbirlerini vahşi yöntemlerle, kafalarını keserek, bebeklerini bombalayarak öldürüyor. Böylesine yoğun bir şiddetin bulunduğu bu bölgede yaşayan insanlar, bu yaşadıklarından nasıl etkileniyorlar? Bu topraklardan nasıl bu kadar vahşet fışkırıyor? İnsanlar nasıl bu kadar kolay öldürüyorlar? Öldürünce ne hissediyorlar? Bu şiddetin sonuçları, hem uygulayanda hem uygulananda nasıl izler bırakıyor? Savaşa katılan bir asker birini öldürdüğünde, bu, onun hayatına nasıl yansıyor? Bunları psikiyatrist Levent Küey'le konuştuk. Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi de olan Doç. Küey, 2 bin 500 ruhbilimciyle geçen ay İstanbul'da toplanan Dünya Psikiyatri Birliği'nin yönetiminde. Küey, kongrede 'şiddet ve ruh sağlığı' panelini yönetti. Ortadoğu'da kıyamet kopuyor... Binlerce insan değişik nedenlerle, değişik yerlerde birbirini öldürüyor. Öldürmenin her türüne rastlıyoruz. Bombayla, füzeyle, mayınla, pusuyla, baskınla, çatışmayla birbirlerini yok ediyor insanlar. Peki bu kadar çok ölüm, bu bölgede yaşayan insanları nasıl etkiliyor? Çatışmanın neresinde yer alırsa alsın, bu kadar çok ölüm her şeyden önce insanların vicdanını sızlatıyor. Ölüm, kitlesel kıyım, savaş pek çok kişide utanç duygusu yaratıyor. Bazı kişilerde ise saldırganlık, vahşet duygularını körüklüyor. Gerçekte şiddet hem uygulayanın, hem uygulananın, hem de şiddete tanık olanın ruh sağlığını yaralar. Savaş ve şiddetten de aslında önce askerler, onu uygulayanlar korkuyor. Niye en çok askerler korkuyor? Bu konuda çok fotoğraf, anı ve gözlem var. Şiddet ve savaş önce askerleri korkutuyor çünkü ölümle ve şiddetle yüzleşenler onlar oluyor. Adam öldürmek o kadar kolay değil. Atom bombasını atan Amerikalı pilotun anılarında vardı. Adam ömür boyu ruhsal hasta olarak yaşadı. Sizce şiddet, ölüm, bu bölgede yaşayanlar için sıradanlaşıyor mu? Bir yönüyle sıradanlaşıyor, hayatın gerçekliğinin bir parçasıymışcasına olağanlaşıyor. Ama Ortadoğu gibi şiddetin günlük hayatın bir parçası olduğu toplumlarda bu durum, insanlarda daha çok öfke, keder, hınç ve öç almayı da besliyor. Göze göz, dişe diş deriz ya... Gandi, 'Göze göz, bütün dünyayı kör bırakır' diyor. Çünkü şiddet, sonuçta bir karşı şiddete yol açıyor. Bu karşı şiddet de ayrıca bir karşı şiddet yaratıyor ve böylece şiddetin şiddetle beslendiği bir şiddet kısır- döngüsü oluşuyor. 'İlk kurşunu kim attı?' diye sorulur hep. Bunun hiç önemi yok. Çünkü ikisi de şiddeti olağan hale getiriyor, kendi eylemini 'meşru müdafaa', düşmanınkini ise 'insana karşı eylem' olarak niteliyor. Her ikisi de şiddeti, 'Ama önce o saldırdı. Ben haklıydım' diye akla uyduruyor. Din, etnik köken, milliyetçilik, hangi ideoloji adına olursa olsun, iki taraf da sadece şiddeti besliyor. Üç büyük dinden de insanlar bu şiddetin içinde... Hıristiyanlar, Yahudiler, Müslümanlar aynı vahşetle öldürüyorlar. Bütün dinleri hatta mezhepleri aynı türden bir şiddetin içinde bütünleştiren neden ne olabilir? Bütün dinlerin çıktığı yer olan Ortadoğu'da bütün dinlerin birbiriyle böylesine vahşet içine girebilmesinin tabii ki ekonomik, politik ve sosyal sebepleri var. Ama şu da var. Eğer biz belirli bir gruba ait olmayı, bu bir dine ait olmak da olabilir, bir ırka, bir etnik kökene ait olmak da olabilir. Eğer biz bir gruba ait olmayı, insan olmanın ötesinde bir değer olarak yaşıyorsak, o zaman biz kendi grubumuza ait olmayanları da ötekileştiriyoruz yani 'onu, ötekiyi yok etmeyi istiyoruz' demektir. 'Biz ve onlar', 'Biz ve öteki' psikolojisini besleyen her türlü anlayış, uygulanan şiddeti ve vahşeti meşrulaştırmanın bir aracıdır. Öteki dediğimiz insanı düşman olarak mı görüyoruz? Evet. İnsanların bir gruba ait olma ve kendilerini çeşitli toplumsal kimliklerle tanımlama ihtiyacı var tabii ki. Ama önemli olan bu kimliklerin hiyerarşik olarak nasıl dizildiğidir, insanın en üste neyi koyduğudur. Bir dine, bir etnik gruba, bir ırka, bir milliyete ait olmak, bir futbol takımının taraftarı olmak insan olmanın sadece alt kimlikleridir. Şiddet ortamında bu altkimlikler insan olmanın önüne geçiyor ve 'temel kimlik' haline geliyor. Savaşlar, vahşetler hep bu altkimlikler kullanılarak rasyonalize ediliyor, akla uyduruluyor. Böylece şiddete mazeret bulunuyor. Din ya da milliyetçilik, kolaylıkla ekonomik, politik, toplumsal sebeplerin birer ideolojik kılıfı haline getirilebiliyor. Peki bu şiddet kültürü, şiddet kısırdöngüsü nasıl kırılabilir? Şiddet kısırdöngüsü, o veya bu gruba ait olmak değil de, insana ait olmak temel değer olarak alınırsa kırılabilir ancak. Yoğun çatışmaların olduğu Çanakkale Savaşı sırasında Anzak koyundaki cephelerde askerler karşılıklı olarak ateşi kesiyorlar, siperlerinden çıkıyorlar, birbirlerine yardım ediyor, karşılıklı çikolata, sigara veriyorlar. Bunun daha yaygın örneği gene Birinci Dünya Savaşı'nda İngiliz ve Almanların çarpıştığı Belçika'daki cephede yaşanıyor. Askerler komutanlarından habersiz mi yapıyorlar bunu? En önemli nokta bu. Evet. Neden böyle bir şeyin yaşandığı araştırıldığında, bu cephelerin komuta merkezlerinden hayli uzakta olduğu görülüyor. İki cephedeki askerler böyle bir ortamda birbirlerinin insani acılarına tanık oluyorlar, birbirlerinin seslerini duyuyorlar ve aslında düşman olmadıklarını, başka bir mekanizmanın kurbanı olduklarını fark ediyorlar. Ayrıca iki cephede de aynı saatte yemek molası veriliyor. Bu da askerlerde, 'öldürmediğimiz zaman öldürülmüyoruz' bilincini ortaya çıkarıyor. Buna bir İngiliz araştırmacı 'yaşa ve yaşat sistemi' diyor. İnsan olmak öne çıkıyor ve bu noktada şiddet kısırdöngüsü kırılıyor. Bunu fark eden komutanlar, generaller, iki cephede de bu askerlerin yerini değiştiriyorlar. Cepheye birbirini tanımayan askerleri yerleştiriyorlar ve savaş böylece devam ediyor. Ortadoğu'daki çatışmanın içinde olanlar bebek, çocuk, ihtiyar, kadın, sivil ayrımı da yapmıyorlar. Normalde bir insan bir çocuğu öldüremez ya da kadınların da arasında bulunduğu bir kalabalığa saldırmaz. Bu insanları böylesine vahşileştiren ne? Saldırganlık, insanın doğuştan getirdiği bir dürtü olsa da, saldırganlığın şiddetini ve biçimini sosyokültürel ortam belirliyor. Eğer siz bir grubu şiddet kültürü içinde yetiştirilirseniz, şiddet, sorun çözmenin tek aracı haline gelir. Şiddet ortamında yaşamak insanların değer ölçülerinin kaybolmasına mı neden oluyor? Evet. Olumlu insani değer yargılarının kaybolmasına, geriye çekilmesine yol açıyor. Bu değer yargılarının tekrar ortaya çıkarılması zor. Çünkü vahşet, şiddet, saldırganlık eylemlerinin kuşaklar arası geçişi söz konusu. Bir savaş hem kazanmış görünenlerde, hem kaybedenlerde öfke, intikam gibi insanların işbirliğini engelleyen duyguları artırıyor. Amerikalı askerler bir Iraklı kızın ırzına geçip öldürüyor, İsrailliler bebeklerin de olduğu evleri bombalıyor, Hizbullah sivil Yahudilere füze atıyor, Irak'ta intihar eylemcileri masum kalabalıkları havaya uçuruyor, bir astsubayın evini basan PKK'lılar astsubayın çocuğunu da vuruyor. Bunları yapanlar doğuştan hastalıklı insanlar mı yoksa şiddet ortamı insanları hasta mı ediyor? Şiddet ortamı insanların hastalıklı davranışlarını ön plana çıkarıyor. İnsanların, sorunları, güç kullanma yoluyla çözmesini getiriyor. Öldürmeyi, insanın önüne bir çareymiş gibi koyuyor. Yoksa hastalık olarak 'anti-sosyal' davranışlar gösteren insanların oranı bir toplumda sadece yüzde 1-3'tür. Anti-sosyaller, cinayeti önceden planlar ve çok rahat adam öldürürler, davranışlarının sorumluluğunu da vicdani olarak üstlenmezler. Suç işlemiş gibi hissetmezler. Vahşet ve şiddet ortamlarında ise anti-sosyal olmayan diğer insanlarda da geçici olarak bu anti-sosyal davranışlar çok artıyor. Sadece Auschwitz toplama kampında, Nazi rejimine karşı gelen her düşünce ve etnik gruptan dört milyon insanın öldürülmesi nasıl oldu sizce? Bu katliamı uygulayan kamptaki Nazi subayları nasıl yaşıyordu? Onlar da herhangi bir memur gibi sabah işine gidiyordu, bütün gün katliamını uyguluyordu, akşam da lojmanına dönüyor, evinde ailesiyle yemeğini yiyor, çocuklarını seviyordu. Toplama kampları bize önemli bir şey öğretti. Ne öğretti? Ötekini yok etmenin mekanizması olan o kampların, bugün sivil toplum üzerine bomba yağdırmaktan bir farkı yok. İkisi de önceden planlanan bir yok etme. Ayrıca şu da ortaya çıktı. Bu ölüm kamplarında vahşeti uygulayan herkes anti-sosyal değildi. Hepsi de insanlıktan çıkmış çılgınlar değildi. Bir otoritenin kendilerine verdiği görevi uyguluyordu bunlar. Çünkü saldırganlık bir otorite tarafından talep ediliyordu, şiddet grup davranışı olarak yüceltiliyordu ve soruna çözüm aracı olarak sunuluyordu. Böylece otoritenin istediğini yapmak, vicdani hesaplaşmanın önüne geçiyordu. Anlayacağınız, savaş ortamında şiddet uygulayan bu insanlar maalesef görevlerini yerine getiriyorlar. Her normal insan böyle bir ortamda bir katile dönüşebilir mi? Her insan demek zor ama şiddet uygulamak ve şiddet uygulandığında insani bütünlüğünü kaybetmek açısından herkesin bir kırılma noktası vardır. İnsanların çoğundaki eğilim böyle bir ortamda acımasızca şiddet uygulama yönünde. Bu, adam öldürme de, grup olarak linç etme de olabilir. Sıradan bir insanı katile dönüştüren nedir? Birinci neden, sıradan insanın, sorun çözme yolu olarak saldırganlığı ön plana çıkarmasıdır. İkincisi, güç ve otoriteye uyumun, vicdani hesaplaşmanın önüne geçmesidir. Birçok deney ve araştırma şunu gösteriyor. Otorite görev verdiğinde, insanlarda inanılmaz şiddet uygulama davranışları ortaya çıkıyor. Çünkü insanlar ruhsal olarak 'konformize' yatkınlar. Vicdani rahatsızlık duygusuyla otoriteye uyum arasında bir çatışma çıktığında, insanlar otoriteye uyumu tercih ediyor. Savaşlarda emirlere uymak, vicdani rahatsızlığın önüne böyle geçiyor işte. İnsanları öldürmeye karar veren biri, bir asker, militan, suikastçı öldürme anında ne hissediyor? Aslında şiddeti uygulayan da uygulanan kadar zedeleniyor. Eğer kişi anti-sosyal değilse, bir insanı yok etme, onda da zaman içinde ruhsal incinmeye yol açıyor. Bu insanların, sonradan vicdan azabı duyduklarına dair çok yayın var. Bunu, gazilerin savaştan sonraki yaşantılarında görebiliyoruz. Savaşta birini öldürmüş olanlar, çok yüksek oranda ruhsal yönden bozukluklar yaşıyorlar. Uyku sorunları, madde bağımlılığı, günlük hayatı sürdürememe, iş görememe, gibi davranış bozuklukları bunlar. Bir kısmı ise şiddeti sürdürüyor. Çünkü öğrenilen şey şiddet. Sinema filmlerinde Vietnam sendromu diye işlenen durum bu. Bizim ükemizin de bir bölgesinde 15 yıldan fazla süren bir savaş yaşandı. Son dönemde çatışmalar gene arttı. Bu savaşan insanlarda bir Güneydoğu sendromu yaşandı mı? Tabii ki. Çalışmalarda ve klinik gözlemlerde ortaya çıkan şey şu ki, Güneydoğu'da yaşanan aslında her türlü savaştan sonra karşılaşılandan farklı değil. Buna bazı psikiyatrlar, 'Şırnak sendromu' dediler. Yaşanan, travma sonrası stres bozukluğudur. Öldürmüş ya da ölüm tehdidi yaşamış olanların, bu tehdit geçtikten sonra da yaşadığı ruhsal bozukluklardır bunlar. Peki insanları, birilerini öldürmeye ikna eden duygu ne? Yüce bir hedefe inanmak mı, intikam mı, kendi gücünü görme isteği mi? Değişik koşullarda bütün bu duyguların hepsi devreye giriyor. Peki bu ölümlerin arasında büyüyen çocuk, büyüdüğünde ileride nasıl biri oluyor? Bu çocuk da ileride şiddet uygulayabilir. Çünkü şiddet ortamı hem öç alma duygusunu besliyor, hem de şiddeti uygulayanla özdeşim kuruluyor. Çünkü ortada bir güçlü var ve bu güçlü şiddet uyguluyor. Bu şiddet o güçlüyü her şeye hâkim kılıyor. Şu şiddete maruz kalan kişi model olarak bunu görüyor ve bir sorunla karşılaştığında aynı davranış modelini benimseyebiliyor. O da şiddet uyguluyor. Böylece şiddet kuşaktan kuşağa geçiyor. Bunca cinayetin, saldırının, savaşın ortasında insanın normal kalması, aklını ve sağduyusunu koruması mümkün mü? Bir hayli zor ve bizim yaşadığımız tam da bu şimdi. Kendisini şiddetin taraflarından birinin üyesi, savunucusu olarak hissetmeyen bir insanın vicdanı, tanık olduğu vahşetle zedeleniyor. Tanıklık ağır bir travmadır. Şiddetin uygulanışına tanık olan insan, şiddeti uygulayan ve şiddete maruz kalan kadar ruhsal yönden örseleniyor. Bir yandan merhamet ve acıma duygusu hissederken, bir yandan da vahşete karşı çaresiz ve güçsüz kalıyor. Bu çaresizlik duygusu insanda üzüntü, keder, çökkünlük duygularını uyandırıyor, depresyona yol açıyor. Din gibi insanı barışa ve huzura götürmesi gereken bir inanç Ortadoğu'da nasıl oluyor da düşmanlığa ve şiddete götürüyor? İnsan, bir dine veya etnik gruba ait olmayı insan olmaktan daha kıymetli görürse, onun adına şiddet uygulamayı çok sıradanlaştırır. Bu dünyada barışa giden yol, 'insan olmayı' en üst değer olarak kabul etmekten ve bütün altkimliklerin önünde tutmaktan geçiyor. Bu çağı düşünürler 'yeni ortaçağ' diye tanımlıyorlar. Yeni ortaçağdan çıkabilmek için bize yeni bir hümanizma gerekiyor demektir bu. Ortadoğu'da insanların yaşanan bu şiddeti unutmaları için ne kadar zaman geçmesi gerekir? Yaşananları kimse unutmayacak ama bu şiddetin ruhsal izleri en az iki, üç kuşağın şiddet dışı bir ortamda yaşamasıyla tamir edilebilir. İnsanoğlunun içindeki şiddetten bir gün tümüyle arınması mümkün olacak mı? İkinci Dünya Savaşı öncesinde Einstein Freud'a bu soruyu soruyor: İnsan bilimlerinin üstadı, doğa bilimlerinin üstadına çok da iyimser cevap vermiyor ama açık kapı bırakıyor. Freud, 'İnsanlık uyguladığı vahşetin sonuçlarını görürse ve bunlarla yüzleşebilirse bir ümit vardır' diyor. Şiddetten arınmak için geçmişteki vahşet içeren ayıplarınızla toplum olarak yüzleşmeniz ve bu ayıpları tamir etmeniz gerekiyor. Bir toplumda şiddet dışı kültür ancak yüzleşmeyle yerleşebilir. Ama bizim postmodern çağımızda çok yüceltilen 'carpe diem-anı yakala' diye bir psikolojik mekanizma var. Anı yakalamanın sizce ne mahsuru var? Anı yaşama çağımızda çok yüceltildi ve ütopik bir kült haline dönüştü. Hiç sorgulanmıyor. Bu, aslında şiddete kapı açıyor. 'Geçmiş geçmiştir, geleceği bilmiyoruz, o zaman anı yaşayalım' diyor. Oysa anımız, geçmişten gelen yaşantılarla kurulmuştur ve geleceğe yönelik tasarıları içerir. Anı bağımsızlaştırdığınızda, geçmişle hesaplaşmıyorsunuz, ileriye dönük tasarımlar yapmıyorsunuz, tamamen dürtüsel kalıyorsunuz. Dürtüsel, sorumsuz, tarihsiz ve geleceksiz kaldığınızda da, anlık ihtiyaçlarınız, arzularınız, güç gösterileriniz öne çıkıyor. Bu da şiddeti besliyor. Bir firmanın reklamında 'Just do it' diyor. 'İçinden geldi ve yap!' Anı yaşamak öyle yüceltiliyor ki, yaşamayanlar küçük görülüyor. Bu tutum hedonizme yönelik yaşamayı besliyor. Oysa haz alma hedefli yaşadığınız zaman, hedonizminizi engelleyecek en küçük bir engel karşısında vahşileşirsiniz. O zaman da en primitif saldırganlık dürtünüz en insancıllaştırılmamış haliyle ortaya çıkar. Anı yaşamayı sorgulamalıyız.