Polis, yargı, demokrasi

-
Aa
+
a
a
a

14 Mart 2012Taraf Gazetesi

Türkiye’nin gündemine ve gidişatına, uzun zamandır polis ve adliye kaynaklı gelişmeler damga vuruyor. Operasyonlar, gözaltılar, tutuklamalar, yargılamalar vs; sadece siyasal tartışmaları ve dengeleri belirlemekle kalmıyor, günlük hayat planlarını ve geleceğe dair tasavvurları da şekillendiriyor. Hem sistem hem de günlük hayat polis ve yargı tarafından kıskaca alınmış görünüyor.

Önceki gün Oda Tv davasının duruşması vardı. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de tutuklu olarak yargılanmaları, bu davayı Ergenekon sürecinin en şaibeli ve tartışmalı ayağı haline getirmişti. Şık ve Şener’in Ergenekon’la bağlantılı bir davaya dâhil edilmeleri, Gülen Cemaati’nin polis-yargı üzerinden toplumu denetleme ve siyasal iktidara ortak olma hesapları yaptığına dair şüphelerin yaygınlaşmasına neden olmuştu.

Dün, iki tutuklu sanıkla birlikte Şık ve Şener de tahliye edildi. İç ve dış kamuoyundan gelen tepkilerin, tahliye kararı verilmesinde önemli rol oynadığı inkâr edilemez. Ancak tahliyelerin, “MİT krizi”yle oluşan “yeni dengeler”le ilişkili olmadığı da söylenemez.

Olan biteni anlamlandırmak için spekülatif argümanlara başvurmak yerine, sistemin işleyişinin mantığını irdelemek, her zamanki gibi, bana daha doğru görünüyor.

Gelişmelerin merkezinde iki kurumun yer aldığını söylüyoruz: Polis ve yargı. Aslında kurumlar iki tane olsa da, mekanizma tektir; o da “adli süreç”tir. Dolayısıyla sistemin mantığını didiklerken “yargı”yı öne çıkarmak yanlış olmayacaktır.

“Adli süreçler” bakımından en sık dile getirilen rahatsızlıkların başında, “yargının siyasallaşması” gelir. Yargının siyasallaşması, en genel ifadeyle, yargının belli siyasal hedefler için kullanılması anlamına gelir. Bu kullanımın iki önemli şekli vardır:

1) Yargıyı araçsallaştırmak: Burada yargının, muhalif veya sistem karşıtı olarak belirlenen kişi ve gruplara karşı baskı ve tasfiye amacıyla kullanılması söz konusudur.

2) Siyasal alanın yargısallaştırmak: Burada söz konusu olan ise, siyasal meseleleri yargının tasarrufuna sokmak, böylece siyasal alanı daraltmak ve sonuçta yargıyı siyasal karar mercii haline getirmektir.

Kısaca yargının siyasal muhalifleri/hasımları ve/veya siyasal alanı tasfiye etmek amacıyla kullanılması halinde yargının siyasallaştığı kabul edilir.

Otoriter ve totaliter rejimlerde yargı siyasal hâkimiyetin etkili ve doğrudan bir aracıdır; bu nedenle yargının siyasallaşması son derece olağandır. Buna karşılık, demokratik sistemlerde, yargının siyasallaştırılması açık olmaktan ziyade, örtülü ve dolaylı; kaba değil daha rafine yöntemlerle gerçekleşir. Şunu hemen belirtelim: Yargının siyasallaşması arttıkça, demokrasiden otoriterliğe doğru kayma da hızlanır!

Demokratik ülkelerde, daha çok hükümetlerin yargıyı kontrol etmek istedikleri söylenir. Belli ölçülerde bu doğrudur. Lakin hükümet dışında kalan güç odakları da, her zaman yargıyı etkileri altına almak isterler. Özellikle demokratik usullerle iktidara gelme veya iktidarı paylaşma umudu zayıf olan güç odakları, yargıyı işgal edilecek öncelikli hedef olarak belirlerler. 1961 Anayasası’yla başlayan dönemde yargının “vesayet sistemi”nin temel sütunlarından birisi olarak tasarlanması bunun en çarpıcı örneğidir. Çok partili düzene geçildikten sonra, seçimlerde çoğunluğu elde etme ihtimalinin çok zayıf olduğunu gören Kemalist kadrolar, bir askerî darbeyle sistemi bu “gerçeğe” göre yeniden şekillendirdiler. 12 Eylül darbesi ve onun ürünü olan 1982 Anayasası, bu yapıyı pekiştirdi.

Vesayet sisteminin “bu hali”, son yıllardaki gelişmeler sonucu çözüldü, daha doğrusu dönüştü. Geleneksel güçler, vesayet kurumlarındaki etkili konumlarını büyük ölçüde kaybettiler. Lakin sistemin ruhunda pek bir değişiklik olmadı. Bu ruh, vesayet arayışlarını adeta teşvik ediyor; yani kurumları ele geçirerek siyasal iktidara ortak olmak isteyenlere imkân ve zemin sunuyor. Bu yolla elde edilen iktidar, en rahat iktidardır. Zira seçimlere katılma ve topluma hesap verme gibi külfetleri yoktur.

Polis ve yargı, siyasal süreçleri belirleme potansiyelleri en yüksek kurumların başında gelirler. Polis aygıtının belli kısımları ve yargıda da özellikle özel yetkili ağır ceza mahkemeleri bu açıdan kritik konumdadırlar.

“MİT krizi”, bu iki mevzide cemaat bağlantılı örgütlenmenin varlığını ve etkisini açık hale getirdi. Bu oluşum, yargıyı iki açıdan da siyasallaştırmak için çok çaba harcadı ve sonuç da aldı.

Bir defa, Ergenekon sürecini, hasım veya rakip gördüğü kişileri tasfiye etmek amacıyla araçsallaştırdı. Böylece demokratikleşme açısından hayati önem taşıyan bu sürecin sulanmasına ve gölgelenmesine yol açtı.

İkinci olarak, KCK operasyonları üzerinden, Kürt sorununu güvenlik konsepti sınırlarına sıkıştıran politikaların egemen olmasını sağladı; böylece hem siyasal alanı çok daralttı, hem de siyasal mekanizmaları tahrip etti.

Hükümet de, hangi nedenle olursa olsun, bu iki alandaki uygulamaları bazen açıkça sahiplendi, bazen seyretmekle yetindi. “MİT krizi”, bu açıdan bir dönüm noktası olmuş gibi görünüyor.

Polis ve yargı eksenli “politikalar”, hem siyasal alana ve mekanizmalara ağır darbe indirdikleri için, hem de Türkiye toplumu ve dünya kamuoyu nezdinde kabul görmedikleri için, demokrasinin altını oyarlar. Demokratik meşruiyetin aşınmasının hesabını ilk ödeyecek olan ise hükümettir.

Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları bir dönüm noktasıydı, tahliye edilmeleri de aksi yönde bir dönüm noktası olur umarım!