6 Ağustos 2006Mustafa Alp Dağıstanlı (E-mektup | Arşivi)
Dünya belki de hep bir yarı kıyamet durumundaydı, ama şu son üç, beş yıl neredeyse hergün 500 yıl önce yapılmış bir resmi gözümün önünde tutuyor: Pieter Bruegel'in (1525-1569) "Ölümün Zaferi" tablosunu. Flaman ressam Bruegel, derin bir sezişle, şeytani bir görüşle, keskin bir zekayla, merhametsiz bir dürüstlükle, lekesiz bir vicdanla ve ilahi bir yaratıcılıkla neredeyse bütün zamanların manzarasını resmetmiş. Resimde, bir iskelet ordusu, insanlığa kıyma işine girişmiştir. Sol üst köşeye doğru, ölümün kızılca karanlığının iyice çöktüğü bölümde bir iskelet büyükçe bir çan çalmaktadır; ölümün zaferini ilan eden çanı. En sağda, insanlar büyük bir ölüm kapanına tıkılmakta, insan olarak girdikleri bu kapandan, öldürme görevine amade iskeletler olarak çıkmaktadırlar. Gerilerdeki denizde gemiler yanarak batmaktadır. İskeletler, tüyler ürpertici bir soğukkanlılıkla ve adanmışlıkla ırk, din, sınıf, cinsiyet ve yaş ayrımı gözetmeksizin insanları türlü şekillerde boğazlamaktadır. Bu arada birileri, hâlâ hiçbir şey olmuyormuş gibi, etraflarını saran, en yakınlarındakileri bile katleden bu ölüm ordusuna aldırış etmeksizin, gaflet içinde aşka ve meşke devam etmektedir.
Kapitalist cennet
İşte her fırsatta, yani neredeyse her gün, gözümün önüne gelen resim bu. Afrika'da, Asya'da, Avrupa'da, dünyanın dört bir yanında biteviye devam eden irili ufaklı çatışmalar; ırk için, din için, mezhep için, kabile için, milli menfaat ve jeopolitik çıkar ve stratejik derinlik için her yıl onbinlerce, bazen yüzbinlerce insanın öldüğü savaşlar, katliamlar. Uluslararası kapitalizmin bir yandan eşitsizlik, açlık, adaletsizlik kapanına tıkıştırdığı, bir yandan da rekabet kamçısıyla azgınlaştırdığı milyonlarca insanın, Bruegel'in iskeletleri gibi, öldürüldüğü ve ölüm orduları haline getirildiği bir dünya. Böyle bir dünyadan hiçbir "musibet" çıkmaması beklenebilir miydi? Hayır. Ama bunu bekledik; asıl olarak Batı bekledi, çünkü Soğuk Savaş'tan zaferle çıkmışlardı ve son kitabıyla nedamet getiren Francis Fukuyama'nın ağzından tarihin sonunun geldiği ve artık kapitalizmin hegemonyasındaki bir cennete adım attığımız ilan edilmişti. Zafer sarhoşluğuna kapılmış politikacıların, ideologların, televizyon ve gazetelerin, iş dünyasının, para sayma makinelerinin gürültüsü o kadar baskındı ki, Ruanda'daki soykırımdan, Bosna'daki katliamdan, Afrika'daki açlıktan yükselen çığlıklar vardığımız yerin hiç de cennet olmadığının idrak edilmesine yetmedi. İdrak edenlerin inandırıcılığı ve seslerini duyurabilecekleri kürsüleri kalmamıştı. Batılılaşma yolundaki Türkiye gibi ülkeler de Batı'nın beklediğinden başka bir şey beklemedi.
El Kaide, mesela, işte o beklemediğimiz ve mevcudiyet şartlarını hiç düşünmediğimiz "musibet"ti. Beklemediğimiz şeyin mukadder olduğu, Batının ve kapitalizmin kalbi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kuleleri 11 Eylül 2001'de "uçaklandığında" inkâr edilemez bir gerçek olarak ortaya çıktı. Ama bu olay, Bruegel'in resmindeki dünyada yaşadığımızın ve bu tablodan çıkmamız gerektiğinin idrak edilmesini sağlayacağına, fanatik dini öğretilerle bezeli, imparatorluk heveslisi Bush yönetiminin liderliğindeki ABD (Demokratlar da çok farklı bir pozisyon önermiyor), daha etkili ölüm kapanları kurdu: Afganistan ve Irak.
Irak, özellikle, Bruegel'in ölüm kapanının neredeyse aynısı: Yalanlara dayalı, vahşice ölüm saçan bir işgale direnişi söndüreceğim diye çoluk çocuk, haklı haksız gözetmeksizin şehirleri, evleri bombalayarak, yakaladığı insanlara hafsalanın almadığı işkenceler ederek ülkeyi cehenneme, katledilenlerin yakınlarını da karşıt ölüm ordularına çevirdi.
Tabii, son 60 yılın en önemli, en zehirli ölüm kapanını unutmamalıyız: Filistin sorunu, yani İsrail. ABD'nin ve yardakçısı Britanya Başbakanı Tony Blair'in, elini serbest tutması için yol verdiği bu ölüm kapanı-İsrail'in Lübnan'daki icraatları, ölümün nihai zaferini ilan etmiş, Kana katliamı da çanını çalmış oldu.
Bu çan, kıyasladığımızda, o kadim barbar çağların daha mertçe ve insanca kaldığı cehennemi, bir uygarlık aşamasına eriştiğimizi de haber veriyor. Bu mertlik ve insancıllık sadece savaşanlar bakımından değil, vahşete katılmayanlar bakımından da geçerli.
O eski zamanlarda barbarlığa şahit olanlar, o şahit oldukları şeyi yaşardı aynı zamanda, çünkü o zamanlar, seyretmek bir yaşama biçimi değildi henüz. "Seyretmek" tanık olmak demekti ve olayın göbeğinde değilse de içinde olmak demekti. Biz bu uygarlık çağında seyrediyoruz; yaşamanın yerini seyir aldı. Artık, insan, seyreden hayvandır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasındaki haliyle övünülen o "demokratik yapıların", o "demokrasi kültürünün" kıstırdığı öfkeli veya vurdumduymaz veya çaresiz veya hem suçlu hem güçlü insanlar olarak seyrediyoruz. O "demokratik" mekanizmaları dönüştürme, dört yılda bir yapılan seçimleri saymazsak kendisinin ve insanlığın kaderini tayin eden konularda bu mekanizmalara katılma veya bunları akamete uğratma, sarsma gücünden yoksun ve fakat bu "demokrasi kültürünün" yarattığı, tarihin en kuvvetli ve sayısı fazla bireyleriyiz; yani, teorik olarak, kaderini ve iradesini elinde tutan, kalabalık olmaktan sıyrılmış insanlar! Kapitalizmin gelişmesi bireyleşmenin tarihi olarak da sunuldu bize.
Her şey sahte
İsrail'in Lübnan'da çaldığı bu çan, işte bu uygarlık düzeyinin, "demokratik kültürün", bunun ürünü olan uluslararası hukukun, ahlaki değerlerimizin, Allah sevgisinin veya korkusunun sahte olduğunun da işareti oldu. Ölen 54 kişinin yarısından fazlası çocuk olan Kana katliamından sonra Beyrut'ta BM Merkezi'nin büyük bir öfkeyle ve kinle tahrip edilmesi, bu kurumun da eşkıyaların borusunu öttürmesini sağlayan bir araç olmaktan öteye gidememiş olduğunun ibret verici bir deliliydi. Kerli ferli akil adamlar Türkiye'de de, dünyada da konferansların, birçok ülkenin katıldığı toplantıların Lübnan vahşetine son veremeyeceğini, sadece ABD'nin bunu başarabileceğini yazdı ve bunu temenni etti. Yapabileceğimiz tek şey temenni etmek mi? Bu "demokratik" yapılar ve teamüller o kadar kanıksanmış ki ve elimizi ve beynimizi öylesine bağlamış ki, ancak temenni edilebiliyor. Peki kimden?
Bu petrol zengini bölgeyi hakimiyeti altında tutabilmek amacıyla yıllar yılı İsrail'i bir ölüm kapanı haline getirmek için (Fransa ve Britanya ile birlikte) her tür şeytani dolabı çeviren, nükleer silah sahibi olması için her tür desteği veren, her tür savaş teknolojisini ve bu teknolojiyi geliştirmesi için ve ölüm makinesini daha etkili kılması için milyarlarca dolar bahşeden ABD'den! Daha yeni Lübnan'ı yerle bir ederek fütursuzca sivilleri öldüren, dehşet içinde kaçmaya çalışan insanları yollarda arabalarının içinde füzeleyerek katleden İsrail'e bu işini daha iyi ve kesintisiz sürdürebilsin diye son teknoloji silah ve bomba tedarik eden ABD'den!
Hakkında çıkarılan 150 kadar BM Güvenlik Konseyi kararının neredeyse yarısını ihlal eden, Cenevre Sözleşmesi'ne göre yıllardır sayısız savaş suçu işleyen İsrail'e bu ihlallere ve suçlara devam etmesi için kol kanat geren, bırakın yaptırım öngörmesini, İsrail'i kınayan onlarca BM kararını veto eden ABD'den! (BM'yi yok sayma konusunda İsrail ve ABD ile yarışabilecek başka ülke yok.) Yine savaş suçları işlediği şu son Lübnan katliamında da Blair ile birlikte İsrail'e "elin serbest, devam et" diyen ABD'den! (Blair, BM Güvenlik Konseyi'nden derhal ateşkes kararı çıkarılması yönündeki talepleri Bush'tan daha ateşli bir şekilde reddetmişti. Kana katliamından sonra ise şunları söyledi: "Şimdi önemli olan, hem düşmanlıklara tamamen son verecek hem de bunu sürdürülebilir bir temelde yapmamızı sağlayacak bir BM Güvenlik Konseyi kararı çıkartmak için gerçek bir şansa sahip olduğumuzdur." Harekete geçmek için kaçıncı katliamı bekliyordu acaba?) II. Dünya Savaşı sonrasında, Hiroşima ve Nagazaki'ye attığı atom bombalarının mantar bulutları gölgesinde oluşturulan, şimdi artık anakronik hale gelmiş BM'nin ve bütün öbür uluslararası kurumların ve kuralların reforme edilmesine engel olmakla kalmayıp daha da adaletsiz bir yapı kazandırmak için debelenen ABD'den!
Anlaşılıyor ki ve hepimiz görüyoruz ki, iki gerçek ve güçlü "haydut devlet" dünyayı esir almış durumda. Filistin meselesinde, dolayısıyla İsrail'in dünyanın başına musallat edilmesinde (Guardian'da Timothy Garton Ash'in yazdığı gibi, pogromlarıyla, holocaust'uyla, her tür yabancı düşmanlığıyla, Jean Baudrillard'ın bir sohbetimizde söylediği gibi "dışlayıcılığıyla", Balfour Deklarasyonu'yla, Filistinlileri kendi topraklarından söküp atan siyonist teröre zemin hazırlaması ve teşvik etmesiyle, İsrail'in şımarık arsızlığına chutzpah müsamaha göstermesiyle, kendi işlediği insanlık cürümlerinin verdiği suçluluk duygusu yüzünden İsrail'in işlediği insanlık suçlarına ses çıkaramama ezikliğiyle) birinci dereceden suçlu olan ve aynı zamanda demokrasinin beşiği olmakla övünen ve şimdi de bir global aktör olma şişinmesiyle kendini avutan AB de, yakın bir vadede ABD'ye haddini bildireceği umulan Konfiçyüs'ün torunu müstakbel süpergüç Çin de, Sovyetler Birliği artığı, ama hâlâ dünyanın en büyük ikinci askeri gücü ve petrol-doğalgaz cenneti Rusya da, Türkiye gibi milliyetçilik, kimlik, ulusal onur nutukları atarken mangalda kül bırakmayan bir sürü devlet de... ("Bir Türk dünyaya bedeldir" bu arada.) Hepsi esir, çünkü hepsi artık sürdürülemezliği apaçık ortada olan ekonomik mantık içinde, dünyanın kaynaklarını tahrip eden bir rekabetle ve yüz milyonlarca insanın sefaleti pahasına refahlarını ve kârlarını artırma peşindeler. (Küresel ısınma, yok olan hayvan ve bitki türleri, dünyayı tam bir kıyamete ve insanlığı tam bir yok oluşa götürmeye yetenden kat be kat fazla nükleer silahlar hep bu mantığın ürünü.) Yapılacak başka bir şeyler olmalı ve var, ama bu başka şeylerin bir bedeli de var. Biz hiçbir bedel ödemeden her şeyin düzelmesini istiyor ve bekliyoruz. Aynı şekilde yaşamayı sürdürelim ama yerküre ısınmasın, bir şey yapmayalım ve bedel ödemeyelim ama İsrail Lübnan'ı vurmaktan vazgeçsin, Filistin meselesi de en adil bir biçimde çözülsün, bir şey yapmayalım ama ABD haydutluğu bıraksın, çalmaya devam edelim ama en iyi Müslüman veya Hıristiyan veya Budist biz kalalım, Allah'ın sevgili kulu biz olalım, üretmeyelim ama arsızca tüketmeye devam edelim... Her tür sosyal, siyasal ve ekonomik bozukluk bizim rahatımız yerinde diye hakim olsun ama mesela El Kaide, Hizbullah, Hamas, PKK gibi gruplar ve kendini bomba yapıp patlatan militanlar çıkmasın...
İsrail'e ambargo uygulamaktan başka çare yok. Ancak o zaman ABD'yi de terbiye edebiliriz ve ancak o zaman ABD payandasıyla ayakta sürünen, çoktan tarihin çöplüğüne layık Ortadoğu rejimlerini alaşağı edebiliriz.
Ne yapmalı?
Tüketmiş olduğu zenginliğini diline pelesenk eden meczuplar misali demokrasinin beşiği olmakla övünmekten başka pek bir şey beceremeyen AB'yi beklemeye hacet yok. Türkiye, ilk iş olarak, İsrail'le yaptığı askeri anlaşmaları (bu "stratejik işbirliği" anlaşmasının en azından bazı maddeleri gizlidir, ne dolaplar çevrildiğini bilmiyoruz) derhal iptal etmelidir.
Evet, bunun için bedel ödetebilirler bize, hazır olmalıyız. Ama ne AKP hükümeti yapar bunu, ne CHP, DYP, ANAP... (Dindar olma palavralarına karnım tok benim. Yoksa sizinki tok değil mi? Zaten bu adımı atmak için dindar olmak değil, insan olmak gerekiyor.) Dolayısıyla önce kendi ülkemizde bir rejim değişikliği için bedel ödemeye hazır olmalıyız. AKP hükümetine bu adımı atması için bastırmalıyız. İngilizler Blair hükümetine, Fransızlar Chirac'a, Ruslar Putin'e ... bastırabilir. Sokaklara çıkıp sadece İsrail'i ve ABD'yi kınamak hiçbir sonuç vermez. Peki ama kendi rejimlerinden işe başlayacak, palavralara karnı tok, bedel ödemeye hazır insanlar var mı? Galiba yok ya da çok az var. Ödemek istemediğimiz bedelleri katledilerek ödeyen insanları seyretmeye ayarlıyız biz.
Ve evet, her ülkeyi içerden kuşatan, dünyayı da kapana tıkıştıran o büyük yapılar (devletler falan) karşısında çaresiziz. Ama ne yapıp edip içinde bulunduğumuz çaresizliği yenmeliyiz ve aslında çaresizlik içimizdedir.
İşte bu yüzden mesela Lübnan'da katliama uğrayan insanların çaresizliğinden farklı bizim çaresizliğimiz. Onlar dünyanın en güçlü silahlarının, füzelerinin, akıllı bombalarının saldırısı altında çaresizler. Acıları ve öfkeleri de saldırı altında. Bizim ise öfkemiz ödlek, çaresizliğimiz aşağılık ve acılarımız da alçakça. Bu alçakça saldırıya karşı bir şey yapmadığımız için, ölüm kol gezerken saz çalıp meşk eden Bruegel'in resmindeki müstakbel kurbanlar gibi davrandığımız için.
Bu alçaklıktan kurtulmanın bir yolu mutlaka olmalı. Eylemler, gösteriler, protestolar İsrail'i ve ABD'yi değil, bu haydutlarla tehlikeli ilişkileri devam ettiren kendi hükümetimizi ve devletimizi hedef almalı. Sokaklara bunun için dökülmeli, bunun için hükümeti mesela e-posta yağmuruna tutmalı, Cuma çıkışlarında bunun için bağırmalıyız. Alçaklıktan kurtulmanın başka yolu yok; önce kendi yakınımızdaki alçakları alaşağı etmeye odaklanmalıyız.