Taraf29 Ocak 2009
"Geçmişle hesaplaşma" kitabını yazarken, pek çok vahşet hikâyesi okudum; epeyce film izledim. İnsanlık tarihinin son yetmiş yılının zulüm resimleri ve acı feryatları, geceme ve gündüzüme hükmetti bir süre. Coğrafya ve tarih kavramları darmadağın oldu beynimde.
Zulüm ve acı söz konusu olduğunda, kültür ve iklim farkı teferruattı; zaman yekpare, mekân bütündü. Şili, Arjantin, Güney Afrika, Almanya, İspanya ve diğerleri, ayrı ayrı ülkeler değillerdi. 1930'lar, 40'lar, 50'ler, 60'lar, 70'ler, 80'ler, 90'lar; tarihin değişik dönemleri olmaktan çıkıp, kuru birer rakama dönüşüyorlardı. Pinochet, Videla, Botha, Hitler, Franco ve diğerleri, aynı ailenin mensuplarıydı. Hepsi, "ortak bir dil"de birleşiyorlardı. Hepsinin yüreği taş, elleri kanlıydı. Gün gelecek, hepsi de lanetle, tiksintiyle anılacaklardı.
Hep Türkiye'yi düşündüm bunlarla uğraşırken. 1915'ten başlayarak, zulmün tarihinde ve acının coğrafyasında ne çok aynı yere düşmüştü! O dil, ne kadar da tanıdıktı! 70'lerin sonlarından itibaren görerek öğrenmiştim bir kısmını; diğerlerini de, okuyarak. 90'lar ise; mağdurları, failleri ve tanıklarıyla bugünümüzdür zaten.
Abdülkadir Aygan'ın itirafları yayınlanıyor üç gündür bu gazetede. Aygan, daha önce de anlattı bunları. Yıllardır yırtınıp duruyor sesini duyurabilmek için. Faillerin ve mağdurların isimlerini veriyor, tarih ve yer belirtiyor. Ölüm makinesinin nasıl işlediğini, en ince ayrıntılarına kadar gözler önüne seriyor.
Neşe Düzel'in yaptığı yine de çok önemli. Bir kez daha anlattırıyor ve gözler önüne sermekle kalmıyor, gözlere sokuyor bütün bunları. Kaçacak en ufak bir yer bırakmıyor böylece. Kimse duymadık, bilmiyorduk diyemez artık. Herkes, bir tavır almak zorunda; ya onay verecek bütün bunlara ya da isyan edecek. Susmak, üçüncü bir yol değildir artık; susmak onaylamaktır dibine kadar.
Ergenekon soruşturması var bir de; Aygan'ın açıklamalarında, zulüm imparatorluğunun en kanlı sütunları olarak ismi geçenlerin bir kısmı şimdi hesaba çekiliyorlar. Yıllarca ısrarla inkâr edilen kıyım şebekeleri, artık resmî kayıtlara geçiyor. Birçok insanın teninde, ruhunda ve gününün her anında bir vahşet anıtı olarak duran o aygıt, şimdi artık devletin soğuk dilinin satırlarına döküldü.
Velhasıl, hakikat artık çıplak. Bundan kaçış yolu bulamayanlar, inandırıcı olamayacaklarını bile bile, ona türlü elbiseler giydirmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de, en iyi bildikleri yere, komplo teorilerine sığınıyorlar. Ve bütün bunları "düşünce" olarak yutturmaya çalışıyorlar. Elias Canetti, yıllar önce görmüş ve isimlendirmişti onları oysa; "düşünce sahtecisi" diyordu onlara ve ekliyordu: "Ne zaman bir hakikatten korksa, bir düşüncenin arkasına saklanıyor."
Şili'de "ölüm kervanları", Arjantin'de "A.A.A." (Alianza Anticomunista Argentina) adını alan ölüm makinesi, Türkiye'de JİTEM kimliğini taşıyordu. Oralarda da varlıkları hep inkâr edildi. Ama gün geldi, devran döndü, açığa çıkarıldı bu örgütler. Bir zamanlar, ölüme ve hayata öylesine serbestçe hükmettikleri için kendilerini Tanrı'dan da güçlü sananlar, yargılandı, hapislere kondu. Ve daha sürüyor bu hesaplaşma. Kimileri, seksen yaşında dahi hesap vermek zorunda kalıyor.
Aygan'ı bir kez daha dinlerken, JİTEM'de istihdam edilen itirafçıların, Nazi toplama kamplarında "Muselmann" olarak adlandırılan tiplere benzediğini düşündüm. Bettelheim'ın anlatımıyla, bu tip, "yalnızca tüm ahlâkî değerlerden değil, duyarlık ve faal bir sinir sisteminden bile yoksun, tahayyül edilemez, akla hayale sığmaz bir biyolojik makinedir". JİTEM elemanları da, anlaşılıyor ki, işi insan öldürmek olan birer biyolojik makineye dönüştürülmüşler. Komutanlarını kime benzeteceğimiz ise, yeterince aşikâr sanırım.
Aygan'ı bir kez daha dinlerken, böyle hallerde aklıma sık düşen Paul Celan'ı da hatırladım. Nazilerin ve toplama kamplarının tarifsiz vahşetinden geçip, savaş sonrasına ulaşabilen bu büyük ozan, anlatılamaz denileni dizelere döktü; Adorno'nun "Auschwitz'ten sonra artık şiir yazılamaz" sözüne inat. O efsane şiiri "Ölüm Fügü"nde bir dize var ki, hiçbir yargılamanın, hiçbir belgenin, filmin, romanın yapamadığını yaptı; "hakikat"i kimsenin kaçamayacağı şekilde bilince ve vicdana yerleştirdi, adeta ebedileştirdi. "Ölüm Almanyalı bir ustadır" diyor Celan bu şiirinde, tekrar tekrar.
Artık görelim, "ölüm bizden bir usta" olmuş; "ölüm Türkiyeli bir usta". Bugün esas kavga, "ustası ölüm olan bir Türkiye" ile "ustası hayat olan bir Türkiye" arasındadır. Ergenekon, şimdi bu kavganın zeminidir. Kim ki, bu süreci akamete uğratmak ister; kim ki, bunu önemsizleştirmeye çalışır; kim ki, bundan küçük avantajlar türetmenin hesabını yapar; kim ki, korkudan veya başka herhangi bir nedenle Fırat'ın ötesine uzanmasından kaçar veya uzanması için üzerine düşeni yapmaz ve kim ki, bütün bunları susarak seyretmekle yetinir, tercihini "ustası ölüm olan bir Türkiye"den yana yapmış olur.
Başta saydığım toplumlar, "ölüm usta"yla hesaplaşmayı öyle ya da böyle başardılar; "hayata sığındılar"; sıra bizde.
Bu ülkelerin bir kısmındaki zulüm tanıklıklarının ve acı hikâyelerinin kitabını yazan Kate Millet diyor ki, "korkudan ve acıdan öylesine farklı, öylesine tasavvur edilemeyecek kadar başkadır ki yaşamak, bu farkı belirtmek için insan barışı, güveni, sükûneti, güzelliği, uygarlığı temsil ettiğini düşündüğü rastgele bir şeye sığınır. Zulüm politikasının yer almadığı ne varsa ona."
Zulmün ve ölümün dilinde evrensel olmayı beceren bu ülke, hayatın diline ortak olabilecek mi? Esas mesele bu! Eğer bu sefer de başaramazsak, geriye Sartre'ın sözünden başka söyleyecek bir şey kalmaz: "Hepimiz katiliz!"
Ama başarabiliriz, başarmalıyız! Uzun yıllar umutsuzluğun kara acısını benliğinde taşıyan ünlü Şilili yazar Ariel Dorfman'ın sesi, şartlar ne kadar zor olursa olsun, cesaretlendirmeli bizleri:
"Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikleri kadar kolay değildir. İnandıkları şey uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek, bu dünyada hala onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan varken bunu yapmak mümkün değildir. Bu yeter; ahlaki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha, adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter. … Bazen doğru olan imkânsızı hayal etmek, imkânsızı istemek ve imkânsız için haykırmak. Tarih bizi dinliyor olabilir. Tarih bize cevap verebilir."
Bu gazete, bu kıvılcımın bir işareti ve tarihin haykırışımıza cevap verebileceğinin bir kanıtıdır. Ben de, zaten hakikatin cesur sesi olduğu ve ahlâkî çöle benzeyen bu memlekette bir "vicdan vahası" oluşturmaya çalıştığı için Taraf'tayım. Bu gazeteyi var eden ve binbir zahmetle ayakta tutan herkese, tüm çalışanlara ve okurlara merhaba!
* Meo Voto, "kanımca", kanaatime göre" anlamına gelen Latince bir deyim. Bu deyimi sevgili Gürbüz Özaltınlı önerdi, yani köşenin isim babası odur, buradan teşekkürlerimi iletiyorum kendisine.