68 milyonluk bir millet seçimlere gidiyor. Usulüne uygun bir serbest seçim yapılıyor. Olaysız, gürültüsüz-patırtısız bir seçim oluyor. Diğer Müslüman ülkeler bir yana, dünyanın hayli az köşesinde gerçekleştirilebilecek “model” bir seçim. Şablon gibi. Kamuoyu araştırmalarında neredeyse milimi milimine gösterilmiş sonuçlar “tecelli ediyor.” Oylar büyük bir hızla sayılıyor, büyük bir dakiklikle bildiriliyor, herşey sandıkların açılmasından birkaç saat sonra belli oluyor ve "presto!" Guardian yazarlarından Peter Preston’ın “Avrupa’nın Kara Kalbine Bakın” başlıklı yazısında belirttiği gibi, “eski iktidar koalisyonundan tek bir milletvekili bile meclis’te kalamıyor. Giden Başbakan’ın partisi son seçimde % 22 oranında oy almışken, şimdi yüzde 1 alıyor. Hem yeni iktidar partisi, hem de yeni muhalefet, parlamentoda yeni. Çatlayın patlayın..."
Neler oluyor kuzum?
Seçimleri kazanan partinin genel başkanı 13 Kasım’da İtalya’ya gidiyor ve bir zamanlar meyvalarını kasalarıyla birlikte ateşe verdiğimiz bu ülkenin Başbakanı “en büyük dostlarınızdan biri biziz, bizim dostluğumuza güvenin” mealinde sözler söylüyor. Müslüman dininin medeniyetin “öbür” yanını temsil ettiğine dair sözleri daha yenilerde, 11 Eylül ve terörle bağlantılı olarak söylemiş kişi ile aynı insan bu. Derken, seçimleri kazanan partinin başında ve fakat Başbakan olamayan genel başkan 15 Kasım’da KKTC’ye gidiyor; 40 yıldır çözülemeyen Kıbrıs sorunun çözülebileceğine dair işaretler veriyor.
18 Kasım’da seçimleri kazanan Partinin genel başkan yardımcısı Başbakan oluyor, kendi teknokrat ve uzlaşmacı, yumuşak ve fakat kararlı kimliğinin birçok yönünü yansıtan kabinesini, uzlaşarak Cumhurbaşkanı’na onaylattğı anda genel başkanı Yunanistan’da başbakan töreni ile karşılanıp "demokrasinin doğduğu, Eflatun’un, Sokrates’in gelip geçtiği bu şehirde Atina’da bulunmaktan doğduğu memnuniyeti” ifade ettikten sonra Yunanistan’ı en yakın komşu ve “yarınların strateji ortağı” olarak lanse ediyor. Müslüman demokrat iktidarın Türkiyesi’nin çağdaş değerler sistemi temelinde Avrupa ile bütünleşmesinin, başka ülkelerin Avrupa’ya bakışını değiştireceğini anlatıyor.
Konuşmanın ardından uçağa atlayıp İspanya başbakanınca başbakan gibi karşılandıktan sonra İspanya’dan dünyaya “medeniyetler çatışması değil, medeniyetler işbirliği ve uzlaşması” öneriyor.” Gazetecilere soruların gerisini uçakta konuşuruz” dedikten sonra uçağa atlayıp dönüyor ve ertesi sabah partisinin meclis grubunda parlemanterlere, hükümete, bürokrasiye, medyaya ve halka çağrıda bulunuyor: Bir dakika vakit kaybedilemeyeceğini, gelişmiş bireylerden oluşan insanların grup dayanışması içinde ortak akıl oluşturarak yasakçı zihniyetin tamamen ortadan kaldırmaları suretiyle hukukun üstünlüğüne ve tam demokrasiye geçiş koşusunda hem nefes nefese koşulmasını, hem bu hıza yetişilmesini, hem de bu koşuda her adımda hesap verilebilir olunmasını “vaaz” ediyor. Konuşmasının sonunda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma koşusunda işbaşı çağrısını tekrarlayıp "Allah utandırmasın" diyerek Atatürk’le İslami inancının sentezini yapıyor.
Bunu yaptığı gibi, uçağa atlayıp Almanya’ya koşuyor sonra, ardından Britanya, İrlanda ve Avrupa Parlamentosu’nun merkezi Strasbourg’a doğru uçuşa geçiyor. Aynı anda, bir yanda, Başta Başbakan olmak üzere yeni kabinenin yeni kadroları hızlı ve yumuşak bir devir teslim töreninde usulüne uygun bir kadirbilirlik sergileyerek işbaşı yaparlarken, öte yanda, iktidara gelen partinin üçüncü adamı, “kendisi gibi başkan” olacağını söyleyip, inancından, kıyafetinden ve özel hayatından dolayı kimsenin ayrıma tabi tutulamayacağını; bunu düşünenler varsa onlara inat Meclis Başkanlığı’na aday olacağını söylüyor. Bireysel hakların, inanç hakkının bu savunusunu yaparken, bir yandan da Başkan adayı olduğu Meclis’in “Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştiren Meclis gibi, Gazi Meclisi gibi” çalışması hedefini koyarak Müslüman ve Kemalist bir bireşimin bir başka ipucunu ortaya koyuyor ve Meclis’te ilk turda bu başkanlığa seçiliyor...
Kuzum neler oluyor?
Devamı yarın...