No.224 - Gazetecilik dersleri

-
Aa
+
a
a
a

Merhaba kâinat!..

Gün, biz gazetecilerin günü: Ülkenin emperyalist Batı ülkelerine karşı giriştiği bağımsızlık savaşının sonunda kazandığı zaferin 79. yıldönümünde, günümüz Batı ülkelerinden mesaj var! ABD yönetiminin sözcü ve akıl hocalarından olduğu söylenen -- ve hâlâ gazeteci diye de nitelendirilen! -- William Safire’dan “ultimatom” gibi bir “köşe yazısı”. Vatan gazetesinin manşetten bildirdiğine göre, bu “sözcü-gazeteci”, ABD adına, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin komşusu Irak’la savaşa girmesini talep ediyor:

“Türkiye güçlü ordusu ile savaşa girerse, uzun süredir hak iddia ettiği Kerkük petrollerinden pay alarak onurlandırılacak.” Safire, harekâta karşı çıkan ülkelere de “sonucuna katlanırlar” diye gözdağı vermiş. Talep, emir, güç, ordu, savaş, ödül, onur ve ceza! Safire’ın, gazetecilik yanı sıra bir de “dilbilimcilik” iddiası olduğuna ve hatta bir de “dil köşesi” bulunduğuna göre, onun seçtiği kelimeleri tartışacak halimiz yok. İnsanları öldür, petrolü kap, onurlan! Bugüne kadar onur kelimesini yanlış kullanmışız!

Logosunun altında “basılmaya uygun her türlü haber yayımlanır” düsturu yazılı meşhur New York Times gazetesi, bu safir değerindeki yazının yanında bir başka meslektaşımızın (Ian Fischer) yazısını basmış:

“Türk Başbakanı her gün Türkiye’nin savaşa karşı olduğunu açıklıyor. Ama Türkiye’nin ağabeyi ve patronu ABD’nin sözünü dinleyerek savaşa gireceğinden kimsenin şüphesi yok.” Ağbi, patron, kimse, şüphe... Kelimelerimizi seçerken bundan böyle pek şüpheye kapılmamalıyız belki de; ne düşüneceğimize de, bu düşünceleri nasıl bir dille ifade edeceğimizi de meslektaşlarımız bize bildiriyorlar nasıl olsa.

Neyse ki, tüm meslektaşlarımız böyle değil: 60 yıllık kariyeri boyunca yeryüzünde olup biten tüm önemli olayların muhabirliğini yapan duayen gazeteci Walter Cronkite, Teksas Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada yukarıdakilerden hayli farklı şeyler söylerek “bazılarımızda” şüpheye yol açmış:

“ABD, BM’den destek almadan savaşa girerse, Üçüncü Dünya Savaşı çıkabilir!” (Bryan-College Station Eagle).

Türkiye gibi ülkelere “ultimatom” veren “gazeteciler”in aksine, dünyaya “uyarı” getirmiş ihtiyar kurt:“Asıl tehdit, Irak’a her halükârda bodoslama dalmak isteyen Beyaz Saray’dan geliyor.”

Cronkite, Amerikan halkının, kendi hükûmetlerinin yaptıklarından gitgide daha az haberdar olduğunu ve işin kötü tarafı bunu hiç takmadıklarını da söylemiş. Halkın dörtte biri tarafından seçilmiş bir yönetime demokrasi değil, olgarşi denebileceğini; bu feci durumdan medyanın sorumlu olduğunu, medyanın sahiplerinin talimatına uygun olarak, somut haber yerine magazin ve eğlence programlarına yer verdiğini belirtmiş. Bir ülkenin vatandaşlarının gerçekten hür olabilmesi ve hükûmetlerinin de gerçekten hesap sorulabilir olması için, tüm haber ve bilgileri ileten hür basının şart olduğunu ifade etmiş. Ve, alternatif durum için, tanık olduğu ilginç bir örneği vermiş: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Nazi toplama kampı kurbanlarının kurtarılmasının ardından, komşu kasabaların sâkinleri, hayatları mahvedilen Yahudileri görünce ağlamaya başlamışlar. Kamp duvarlarının ardında neler olup bittiğini hiç bilmediklerini söylemişler gazetecilere. Cronkite, muhtemelen doğru söylediklerini; ama bunun onların sorumluluklarını hiç de azaltmadığını belirtiyor: “Hitler bağımsız gazete ve radyo istasyonlarını kapatıp, onlara yalnızca kendi propagandasını verirken alkışlayıp durmuşlardı. Ayağa kalkıp ‘Bize hür basınımızı verin’ demedikleri için de, aynı derecede suçlu duruma düştüler.”

Günün içinden iki gazetecimiz daha var: Dünyanın en büyük beşinci demokrasisi sayılan Brezilya’nın, geçen Pazar günü, demokrasi tarihinde ilk kez bir demokratik sosyalist siyasetçiyi başkan seçmesi olayını anlatırken, son satırında “Viva o Presidente Lula!” nidasıyla hiç de “tarafsız” olmayan bir haber yazan Judy Rebick. Bu sonucun yalnız “Latin” Amerika için değil, bütün dünya için taşıdığı büyük önemi anlatan yazısında, insanların karşı karşıya bulunduğu yol ayrımını da olanca objektivitesi içinde ortaya koyuyor:

“Lula’nın zaferinin simgesel önemi büyük. İşçi sınıfından gelen ilk Başkan’ın seçilmesi, yoksul, topraksız ve marjinalleşmiş halk kesimlerine büyük güç verecektir... Sosyal adalete geniş çaplı bir dönüşümün başlangıcı... [Ama] Brezilya’nın korkunç ekonomik eşitsizlikleriyle baş etmek, Lula için muazzam bir meydan okuma getirecek. Neo liberalizm Brezilya ekonomisini fena vurdu. Zengin-yoksul farkı dünyanın en büyüklerinden biri. İşsizlik, 2000 başından bu yana en yüksek düzeyde ve 260 milyar dolarlık bir borç var. Ayrıca, üçlü bir tehdit altında olan ekonomiyi dönüştürme meselesi: sermaye kaçışı, IMF yaptırımları ve olası bir ABD müdahalesi... Üstelik, Lula’nın Partisi, Meclis’te hakim olmaktan çok uzak.” İnternet gazetecisi Rubick’in, NYT köşe yazarı Safire gibi bir “dil uzmanı” olup olmadığını bilmiyoruz; ama “olası ABD müdahalesi”nin ne anlama geldiğini hisseder gibiyiz. Sanki.

Yine Brezilya seçimlerinin hepimize getirdiği yeni soruları anlatan gazeteci George Monbiot (Guardian), ilginç bir dil oyunu ile başlıyor yazısına:

“Pazar gecesi Brezilya’da demokrasi hem kazandı, hem kaybetti. Kazandı, çünkü tarihinde ilk defa ülke mütevazı kökeni ve radikal fikirleri olan bir adamı başkanlığa seçti. Kaybetti, çünkü bu adamın radikal olmasına izin yok şimdi. Sermaye piyasalarının ve IMF’nin dayattığı sınırlamalar, onun ekonomiye müdahale etmesini ya da yoksulların şiddetle ihtiyaç duyduğu yeni sosyal harcamalar yapmasını engelliyor. Onların yerine Lula, bütün hükûmetlerin bağlı kalması gereken ekonomik modeli izlemek zorunda: Demokrasiyi serbest piyasaya tâbî kılan bir modeli.”

Gördüğün gibi ey okur, gazeteci var, gazeteci var. Hangisini okuyup olup bitenlerden haberdar olacağına yalnız sen karar vereceksin.

Cumhuriyet bayramınız kutlu olsun.

Devamı yarın...