Merhaba kâinat!..
Bali’deki büyük patlamanın ardından şunu yazmıştı Robert Fisk: “Artık masumiyetin kimseyi koruyamadığı yeni bir çağa girdik.”
Bir süredir, televizyon ekranlarından odalarımıza dolan, hayatımızın kanıksadığımız bir eşlikçisi gibi görünen şiddetin görüntülerine bakarken başka bir şey düşünmek neredeyse mümkün değil.
Yemen açıklarındaki Fransız tankeri, Bali’de bir gece kulübü, Kuveyt’te tatbikat yapan Amerikan askerleri, Washington’ı eve hapseden bir keskin nişancı, Moskova’da Kültür Sarayı...
Kültür Sarayı’nın içinde yüzlerce rehine ve ölecekleri yerin değil, ölmeye kararlı olduklarının daha önemli olduğunu vurgulayan Çeçen isyancılar.
İsyanın neye olduğunu biliyoruz, değil mi? 1994 yılından 1999 yılına kadar, muhtelif yoğunluklarla devam eden bir savaş sırasında Rusya’nın Çeçenya’da yaptıklarına isyan ediliyor. Başkent Grozni’nin (sözlük anlamıyla) haritadan silinmesine, Rus işgali sırasında kurulan kontrol noktalarında sürekli rüşvet ödemek zorunda kalınmasına, işkenceye, paramparça edilen bedenlerdeki organların satılmasına... Sabah gazetesinden öğreniyoruz ki tiyatroyu basanların arasında bulunan 20 kişi, savaş sırasında kocaları Çeçenistan’da öldürülen dullar.
Öte yandan, İslamcı Çeçen gerillalar çok mu seviliyorlardı Çeçen masumlar tarafından? Söylenen hep aynı: “O haydutları kimse sevmiyordu, ama Rus işgali başka seçenek bırakmadı.”
Çeçenistan’da hayatları kararan insanlar arasında da, elbette, masumlar bulunuyordu.
Martin Woollacott (Guardian), bütün açıklığıyla noktayı koymuş: “Çeçen savaşını en nihayetinde büyük bir ordu ile gerillalar arasındaki savaş olarak görmek yanıltıcı olur. Moskova’daki rehineler, savaşmaya kudreti olan, ama barışa gücü bulunmayan, zayıf ve yaralı iki toplumun kurbanlarıdır.”
Halbuki, daha bundan iki sene önce, mağrur ve mütebessim bir generalinin ağzından Çeçenya savaşının kazanıldığı müjdesini alan Vladimir Putin, Kültür Sarayı’ndaki eylemin “yabancı terörist merkezler” tarafından planlandığını söylemiş bile: “Bunlar, Çeçenya’yı son birkaç senedir dehşete boğanlarla aynı kişilerdir.”
Nerede bu yabancı merkezler? Neyin; hangi ‘bizden’ olan çekirdeğin, özün yabancısı? Çeçen isyancıların, bir taraftan, şiddet içeren her eylemin kaçınılmaz sonucu olarak ciddi bir antipati toplamaları, nefretle karşılanmaları mukadderken Putin, diğer taraftan, savaşı kazanamadığını ve barışı sağlayamadığını nasıl gizleyebilecek ki? ‘Terörle savaş’ sloganına müracaat ederek mi? Savaşıyordu zaten ‘terör’le. Putin’in iyi bildiği istihbarat ve savaş stratejileri, süratli bir askeri başarı, ayaklanmalara karşı medeni bir müdahale mekanizması, diyalog ve anlaşma ortamı getirememiş demek.
Bunları konuşurken arada hep masum insanlar... Ve bu masum insanlara namluyu çeviren hemen herkesin arkasında, bilhassa son zamanlarda daha çok duyduğumuz üzere, benzer bir hikaye.
Biliyorsunuz, duymuşsunuzdur; Washington’ı korku tüneline çeviren keskin nişancı meselesi sona ermek üzere. Polisin tutukladığı iki kişinin sahip olduğu tüfeğin, cinayetlerde kullanılan tüfek olduğu anlaşıldı. İki kişi: 41 yaşındaki John Allen Muhammed ile 17 yaşındaki John Lee Malvo.
John Allen Muhammed, geçen yıl Williams olan adını Muhammed olarak değiştirmiş, İslami düşünceye yakınlığıyla tanınıyor, eski bir asker, Körfez Savaşı gazisi ve usta bir nişancı.
Akıllara hemen başka bir Körfez Savaşı gazisi Timothy McVeigh gelmiş. Oklahoma bombacısı.
Independent gazetesinden Andrew Gumbel açıkça soruyor: “Bay Muhammed de, McVeigh gibi, muharebe deneyimleriyle gaddarlaşmış ve hükûmetçe-eğitilmiş bir ölüm makinesinden hükûmet karşıtı, Amerikan karşıtı bir radikale dönüşmüş olabilir mi?”
Ne dersiniz? Savaşlar delirtiyor mu savaşçıları?
Bu soruya evet cevabı veren Amerikalılardan belki de yüzbin kişi hafta sonunda başta Washington ve Los Angeles olmak üzere savaşa karşı büyük bir yürüyüş gerçekleştirecekler. Bu arada, ABD’de savaş karşıtlığının bilhassa son aylarda dünya basınına yansıdığından çok daha büyük ölçüde olduğunu ve Amerikalılar’ın, sadece silah düşkünü, ölüm cezası yanlısı, obur ve Bush ile Cheney ne derlerse onu yapan insanlar olarak görünmekten müşteki olduklarını da öğreniyoruz, Duncan Campbell’ın Guardian gazetesindeki haberinden.
Tefrikamızın ucunu bağlarken Türkiye’den leziz bir haberi de paylaşmadan edemeyeceğiz. Radikal gazetesinin manşetten duyurduğu habere göre, “Nuh Mete Yüksel, DGM’deki görevini, beş Alman kuruluşunun yöneticileriyle, eski İstanbul Barosu Başkanı Sayman ve Bergama’daki altın kavgasının aktörleri dahil 15 kişinin 15 yıl hapsini isteyerek bitirdi.”
Doğru okudunuz. Yani, Yüksel’in iddiasına göre Alman vakıfları casus ve amaçları da ülkeyi bölmek.
Eski Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın, “Madeni işletmek isteyen Normandy şirketinin en büyük ortağı bir Alman şirketi olan Metallgesellschaft,” demiş. Şirkete kredi açan da Alman Dresdner Bankası. Şirketin siyanür aldığı Degussa da Alman şirketi. Bergama’da çevreyi Alman asıllı çokuluslu bir şirket kirletmeye kalkışmışken bu olaya karşı çıkanları Alman casusluğuyla suçlamak abuk sabuk bir iddia.”
Bir de, elbette, şu var: Alman Başbakanı Schröder ile Dışişleri Bakanı Fischer’in AB konusunda Türkiye’den yana tavır alacaklarını ifade etmemişler miydi son günlerde? Arada istihbaratı elzem kılacak bir husumet var mı sahiden iki ülke arasında?..
Devamı haftaya...