Merhaba kâinat!..
Avrupa Birliği’ne yönelik adımları attıktan ve seçim sath-ı mailine girdikten sonra keyfimiz pek de kaçık değildi doğrusunu isterseniz. İşlerin yavaş yavaş yoluna girmekte olduğuna dair tuhaf bir kanaatle yaşayıp gidiyor, Dünya Zirvesi’ni hararetle takip ediyor, Derviş’in söylediklerine kulak veriyor ve yaşayıp gidiyorduk. Lakin, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün yayınladığı yeni bir rapor, canımızı sıkmadı değil biraz. Efendim, 2002 yılı itibariyle hazırlanan ‘Yolsuzluk Algılama Endeksi’nde, geçen yıl en temizden kirliye doğru sıralanan 91 ülke sırasında 54’üncü sırada bulunan Türkiye, bu sene 102 ülke arasında 64’üncü sıraya yerleşmiş. Derece üzerinden okuyacak olursak Türkiye’nin geçen sene 3.6 olan derecesi bu sene 3.2’ye gerilemiş. Şayet 3’ün altına düşerse deniyor haberlerde, o ülke ‘en kirli’ ülkeler arasında kabul ediliyormuş. Türkiye, en kirli değil gördüğünüz gibi ve bu da haberimizin iyi tarafı.
En temiz 6 ülkeyi merak ediyor musunuz? Hemen takdim edelim: Finlandiya, Danimarka, Yeni Zelanda, İzlanda, Singapur ve İsveç.
Raporu basına açıklayan Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Başkanı Erciş Kurtuluş, Türkiye’de yolsuzlukların artmasının temel sebebini, kamuda saydamlığın ve denetimin yerleştirilememiş olmasına bağlamış ve şunu söylemiş: “Ülkemize gelen yabancıların karşılaştığı rüşvet olayları, bankaların hortumlanması, kredi dünyasındaki skandallar, siyasetin saydam olmaması, siyasetçilerin şeffaf davranmaması, siyasette hesap verme gereğinin duyulmaması gibi nedenler ülkemizin notunu düşürmüştür. Yakın bir geçmişte DYP lideri Tansu Çiller ile ANAP lideri Mesut Yılmaz birbirlerini aklamışlardı. AK Parti lideri Tayyip Erdoğan kendi ailesi ile ilgili olarak gündeme gelen iddialarla ilgili hesap vermek istememektedir. Kemal Derviş, dışarıdan gelen paraların nereye ve nasıl harcandığı konusunda şeffaf bilgi sunmamaktadır. Bütün bunlar bizim derecemizi olumsuz etkilemektedir.”
Türkiye’nin şeffaflık derecesinde bir azalma, umumi manzarada bir buzlucam efekti hissedilmesine rağmen gezegenemizin istikbalinin masaya yatırıldığı Johannesburg’da, Dünya Zirvesi’nde, bir iyimserlik havasının hakim ve her şeyin gün gibi ortada olduğunu öğreniyoruz ki bu çok sevindiriyor bizi. Uçsak da bu haberi Kaptan Pasefika’ya yetiştirsek, diye içimiz içimize sığmıyor, ama Tuvalu’da, sığ sularda öfkenin gazabıyla boğulmaktan korkuyoruz.
Bir kere, baştan söyleyelim de sular serpilsin yüreklere, Mandela gelmiş ve konuşmasını yapmış sonunda. Bir iki gün önce, beklendiği halde gelmemiş ve bekleyenlerini meraklandırmıştı. Meğer, bir organizasyon hatası olmuş. Herkes nasıl olsa gelir diye hesap ettiğinden gelip gelmeyeceğini teyid etmeyi akıl eden çıkmamış. Mandela, 27 yıllık hapis hayatının bütün izlerini taşıyan kırılgan bedenini, birkaç kişinin yardımıyla ve ağır adımlarla taşıdıktan sonra kürsüye, kısık bir sesle demiş ki: “Suyu gündeminizin ilk maddesi yapın! Suya ulaşabilmek ortak bir amaçtır; ülkenin, kıtanın [Afrika’nın] ve dünyanın toplumsal, ekonomik ve siyasi meselelerinin merkezindedir bu sorun. Dünyanın kalkınması için önde gelen işbirliği alanı su olmalıdır.”
Mandela’nın konuşması çok mu yüreklere dokundu, bilinmez, ama Guardian gazetesinin haberine göre AB ülkeleri, gelecek 10 yıl içinde Afrika ülkelerine suyla ilgili projeler için yüz milyonlarca dolar akıtmaya hazırlanıyorlarmış. Altı nehir havzasıyla ilgili eylem planlarının, 300 milyon kişinin temiz suya ulaşımını kolaylaştıracağı belirtiliyor. Hayırlısı...
Başkan Bush, Zirve’ye katılmayacağını kesin bir dille söylemişti hatırlayacaksınız. Yeni haberlere bakılırsa Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Johannesburg’a uğraması bekleniyormuş. Bush, birkaç gündür, Zirve için bir sürpriz hazırladığından bahsediyordu; herhalde budur. Dünyanın büyük bir bölümünü terörist tehditten ibaret gören Amerikan yönetimi ile dünyanın büyük bir bölümünü çözülmesi gereken sorunlar olarak algılayan AB arasında böyle bir ayrım da bulunuyor işte. Evet, dünyanın canına zengin ülkeler okudular, evet AB de yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ilgili 10 yıllık artışı yüzde 1’den daha büyük olarak öngöremiyor, ama bir fark var gene de...
İşte tam da bu fark kapsamında, Amerikan şahinlerinin Irak konusunda retoriğe kuvvet verdiklerini söylemek zorundayız. Diğer taraftan, Suudi Arabis’tan Çin’e kadar uzanan bir yelpaze içinde, dünya devletlerinin çeşitli tonlarda muhalefeti de devam ediyor. Aslında, işin ciddiyetini unutabilsek çok güleceğiz olup bitenlere. Kâh Bush çıkıp bir tehdit savuruyor, kâh Bush geri adım atarken Cheney ateşli bir konuşma yapıyor, kâh her ikisi de yokken Rumsfeld Saddam’ın Hitler gibi tehlikeli olduğu tespitini yapıyor. Biz faniler, bir demeçten yek diğerine bir rahatlar, bir ürperirken Başkan Bush da savaş hazırlıklarını sürdürüyor. Bu arada, her yeni demeçte, ‘şer mihveri’nin ‘karanlık’ mensupları da birer birer anılıyor. En son, İran’ı El-Kaide üyelerini barındırmakla itham eden ABD, bu kez de kitle imha silahlarını üretmek ve satmakla itham etmiş Kuzey Kore’yi. Irak, İran ve Kuzey Kore, malumunuz, ‘mihver devletler’ oluyorlar. Avutuluyormuş gibi hissetmiyor musunuz bazen?..
Arap ülkeleri bilhassa İsrail – Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu’da herhangi bir olumlu adım atılmasının mümkün olmadığını söylüyorlar, ama bu da dinleye dinleye alıştığımız ve bize bir şey ifade etmeyen cümle kalıplarından biri haline geldi. Ortadoğu’da herhangi bir olumlu adım atılması mümkün mü? Atanın yanına bırakılır mı?
İsrail tankları, Gazze Şeridi’nde Şeyh İlcin kasabasının kıyılarında gördükleri metal tüplere ateş açmışlar. Olay, İsrail’in Gazze Şeridi’nde aylardan sonra gerçekleştirdiği en büyük operasyon sırasında meydana gelmiş ve dört kişinin ölümüne neden olmuş. Operasyona neden ihtiyaç duyulmuş, diye sual edecek olursanız İsrail tarafı, Filistinliler’in deniz yoluyla silah kaçakçılığı yaptıklarından şüpheleniyormuş.
Kan revan ve ölümlerden sonra ‘Önce Gazze’ isimli barış inisiyatifinin programlı toplantısı da iptal edilmiş bir güzel.
Şimdilik geçmiş olsun.
Devamı yarın...