Merhaba Kâinat!..
Bu tefrika, başka tefrika. Zira, son tefrikanın kaleme alındığı Cuma gününden bugüne adeta başka bir sema altında, başka topraklarda yazılıyormuş gibi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Ağustos 2002 Cuma günü ve gecesi gerçek bir “maraton” oturumu sonucunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en kapsamlı reform hamlesini gerçekleştirdi ve günden geceye bütün ülkeyi tepeden tırnağa dönüşüm mihrakına soktu.
Şimdi, Avrupa Komisyonu’nun bu toplantının hemen arkasından gelen değerlendirmesinden bir terimi ödünç almanın tam sırası:
TBMM, yüzlerce yıllık tozları silkelerken tabu-kırıcı ve cesurdu!
Bakınız, özetle hangi tabular yıkılıp nelere cesaret edildi:
Demokratik Batı ülkeler camiasında – ABD dışında – çoktan tarihin çöplüğüne atılmış çağdışı ve zalimane ölüm cezasının kara gölgesi insanların tepesinden kaldırıldı, cellatların kara maskeleri çıkarıldı ve yerini aydınlığa bıraktı. Devlet-âliye kurumlarının eleştirilebilmesinin önü açıldı; insanları düşündüklerini kafalarının içinde saklayıp dışa vurmalarını “tahkir”, “tezyif” gibi ürkütücü kavramlarla cezalandıran Damokles kılıçları insanların tepesinden kaldırıldı. İnsan hak ve özgürlüklerinin en temeli olan ifade özgürlüğünün önü, Fransız ve Amerikan insan hakları bildirgelerinden yüzyıllar sonra nihayet açıldı. Türkiye’nin de dünyadaki diğer çoğulcu demokratik ülkeler gibi kültürel farklılıkları bağrında barındıran, çoğunluktan “farklı” olana saygı gösteren bir toplum olduğu kabul edildi; Türkçe dışında Kürtçe ve diğer anadillerde yayın ve eğitim yapılabilmesinin yolu açıldı. Düşünce ve ifade özgürlüğünün en doğal uzantısı olan toplantı ve gösteri özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması sağlandı ve böylece dağ başında tek başına dağa taşa karşı eteğindeki taşı döken insanların dahi derdest edilmesi gibi acıklı-gülünçlü tuhaflıklara artık son verilmesinin yolu açıldı. Gayri müslim azınlıklara “içimizdeki yabancı” gözüyle bakılmasına son verilerek, kendilerinin özgürlükleri genişletildi. Cumhuriyet’in kurucu belgesi sayılan Lozan antlaşması’na “lâfzî” ve “hamasî” bağlılık gösterilerinin dışında nihayet gerçekten saygı gösterilmesinin yolu açıldı; cemaat vakıflarının ihtiyaç duydukları gayrimenkulleri edinmelerine ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri mümkün kılındı. Çağdaş demokrasilerin temel direklerinden biri olan örgütlenme hakkının gereklerinin yerine getirilmesine giden yol – nihayet – açıldı; ülkede kurulan derneklerin doğal olarak yurtdışında da faaliyet göstermelerine ve elbette yurtdışında kurulmuş derneklerin de bu ülkede “casus” muamelesi görmeden – yani basbayağı bildiğimiz dernek gibi – çalışmalarına imkân tanındı. Vatandaşlara işkence ve kötü muamele yapıp onları insan haklarına aykırı muameleden geçirdikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden ülke aleyhine çıkan kararları da genellikle “tazminat”la (tabii onu da vergi verenlerin cebinden ödeyerek) “sıyırtma” yolu kapanırken hakkaniyetin yolu açıldı...Bütün bu “yol açıldı”lar sonucu, Avrupa yolu da açılıyor gibi görünüyor. Bir çağdaş uygarlık projesinin parçası olmak bakımından hayati önemi olduğu söylenebilir elbette AB yolunun açılıyor olmasının.
Ama, belki bundan çok daha önemli olan nokta, Türkiye toplumunun işte o “günden geceye” parlamentosu aracılığıyla gerçekleştirdiği dönüşüm hamlesi. Bunu yalnız AB için değil, belki asıl kendisi için yapmış olması, tek tek tüm vatandaşları ve toplum adına hayati bir gereksinime cevap vermesi önemli. Herhalde unutulmaması gereken, bu. TBMM Genel Kurulu’nu tarihî ve unutulmaz yapan da bu galiba. O cesaret. O tabu kırıcılık. Nihayet, bunca yıl ve bunca acıdan sonra çoğulcu demokratik bir toplum yolunu seçiyor olması...
Şimdi, bu atılımın birçok eksiği gediği bağrında barındırdığı, yıllar yılı herkesi süründürürcesine bekletip geciktirdiği, geçmişteki deneyimlerin ışığında uygulamanın nasıl olacağına dikkatle bakmak gerektiği, ordunun siyaset üzerindeki ağırlığının azaltılması gerektiği ve ilh. düşünülebilir...
Ama, “yiğidin hakkı”nı da teslim etmeliyiz: Bütün bu tereddüt ve eleştirileri dile getirecek atmosfer de ancak şimdi, hiçbirimizin -- belki parlamenterlerimizin kendilerinin bile tam -- beklemediği bir patlamanın gerçekleştiği o “cesur” parlamento toplantısının ardından tam anlamıyla mümkün oldu. Çok yakın tarihte Susurluk’la ilk filizi başveren, 17 Ağustos’un ardından biraz ürkek ama hayli beklenmedik bir hızla göveren, tüm toplumu sarma eğilimi gösteren yolsuzluk kepazeliklerinde yaygınlık kazanan sivil başkaldırışın “dip dalgası” geldi geldi ve Ankara sahillerine vurdu sonunda.
Şimdi, derin bir nefes alıp, özgürlük ve demokrasinin iyotlu havasını içimize çekerek okyanusun engin derinliklerine uzun uzun bakabiliriz ve bu bakış, ilk adım olarak yeter de artar bile...
Devamı yarın...