Merhaba kâinat!
Bazı gazetelerin birinci sayfalarından, bazı televizyon ekranlarından fışkıran azgın milliyetçi ve şoven naralara rağmen, büyük maç gününe mührünü vuran bambaşka bir “pozitif enerji” havasıydı: Aydınlık renklerle bezenmiş bir “şenlik” havası. Genelde coşku, umut, keyifle karışık bir heyecan – ve epeyce de özgüven. Üstelik, her an “bayram”a dönüşebilecek bir şenlikti bu. Takım yenilince, ona dönüşmedi, başka. Ama, her hal-ü kârda, Dünya Kupası öncesi günleriyle kıyaslandığında göze çarpan önemli farklar vardı...
Birincisi, bütün o gürültü patırdı arasından bir yeni “bilge insan” figürü çıktı ortaya. “Yensek de yenilsek de...” diye başlayan ünlü tribün nakaratını manşetine alan Radikal, belki de farkında olmadan, bu yeni “sada”yı da vurgulamış oluyordu. Evet, yarı final maçınının sonucu ne olursa olsun, yeni bir sonuç vardı artık elimizde: Türkiye’den yerkürenin dört bir yanına ulaşan bir mesaj. Maçtan önce ve sonra resmen milyarlarca insanın gözü önünde konuşan teknik direktör Güneş, artık kaybolmaya yüz tutmuş erdem ve değerleri, kendine özgü mütevazı ama kararlı üslubu içinde etrafa “ışınlıyordu”: Dünya ülkeleriyle tanışmanın mutluluğu, yaratıcılık, futbol aşkı, yarışma keyfi...”
Türkiye’nin yenildiği maçtan sonra Güneş’e soru soran yabancı spor muhabiri de, “şimdi artık dünya sizi ve söylediklerinizi ciddiye alıyor,” derken, işin bir başka boyutuna dikkat çekiyor, “iş ve söz”ün ağırlığına da işaret ediyordu...
Güneş’in bir başka bilgece sözünü tekrarlarsak, “Milat” sayılabilecek Dünya Kupası öncesi günleri ile Kupa sonrası dönem arasındaki önemli bir “ruh farkı” da göze çarpmaktaydı. “Elde var hüzün” dizesi kesinlikle yeterli olmazdı kalırdı yenilgiden sonra yağmurlu sokaklarda hayatı sürdüren kalabalıkları anlatmak için. Hüzün? Elbette. Ezilmişlik duygusu? Asla. En çok da “vakar” gibi bir hal, galiba. Ve biraz abartma pahasına da olsa, şunu soramaz mıyız: Futbol takımımızın teknik direktörü ile birlikte toplumumuza da bir tür bilgelik mi siniyor acaba yavaş yavaş? Bir tür “sivil rüşt” halinin ipuçları? Yaşayacağız ve göreceğiz.
* * *
Bilgelikten söz ederken, aynı anda budalalıklardan söz etmemek olmaz; olamıyor maalesef: Dünyanın belki de en vahim ve en çok kanayan yaralarından birine, Ortadoğu’ya merhem olması beklenen adamdan, Bush’tan akıl, iz’an ve mantık dışı fanteziler yayılıyor. Guardian’dan Jonathan Freedland, yazısının başlığını şöyle atmış: “George W’nun Kanlı Budalalığı”. George Bush’un, Filistinlilerden, Filistin olmadan önce bir İsveç olmasını istemesinin mutlak saçmalığını yazıyor. Budalalık ve saçmalık, neyseler onlar olarak kaldıkları ve bunlara inanacak çok sayıda insan bulunmadığı sürece büyük mesele yok ortada; ama ya bunlar bir de insanlar için müthiş tehlikeliyse? O zaman?
Bush’un bu akıllara seza konuşmasını beğendiklerini söyleyen inanılmaz riyakârlıktaki Arap ülkelerini bir yana bırakalım ve hayli önemli bir tanıklığa kulak verelim. Dabya’nın nutkunu, dünya kupası maçları gibi televizyondan seyreden İsrail Dışişleri Bakanı – Nobel Barış ödüllü – Şimon Peres, bezginlik ve artan bir öfke içinde ekran başından kalkmış ve ne demiş, biliyor musunuz: “Bu konuşmadan beklenen şeyler ne kadar yüksekse, şimdi bölgenin içine düşeceği uçurum da o kadar derin olacak. Bir kan banyosu olacak!” Doğrusu, bilge bir kişi olduğunu söyleyemeyiz Peres’in. Ama adamın geri zekâlı olduğu, ya da olaylara Filistin gözlüğünden baktığı da pek söylenemeyeceğine göre, Peres’in bu dehşetengiz kehanetini olanca ciddiyeti ile ele alıyor ve bir mücrim gibi titriyoruz bölgenin istikbaline baktıkça...
Devamı yarın...