Merhaba kâinat!
Futbolun asla sadece futbol olmadığını ünlü kitabına başlık yapan Britanyalı gazeteci Simon Kuper (The Observer), günümüz dünyasına ve ülkemize böylesine kuvvetli bir ışık tutacağını kendisi bile kestiremezdi herhalde. Açlıktan kırılan dünyada yapılan ve 100’den fazla ülkenin 3 milyardan fazla insanı temsilen katıldığı açlık zirvesi, kendi ülkesinin futbol maçını izlemek isteyen evsahibinin (Berlusconi) talebi üzerine iki saat erken bitirilebiliyor... 48 milyon nüfuslu Kore Cumhuriyeti’nin insanlarının dörtte birinin, aynı renkteki formalarını giyip aynı anda sokaklara ve meydanlara dökülebilmesi için takımlarının Dünya kupasında bir tur atlaması yetiyor... Avrupa Birliği zirvesi’nde Türkiye için hayati önem taşıyan bir yemekli toplantının tam ortasında Cumhurbaşkanı Türkiye’nin “altın gol” müjdesini Alman Dışişleri bakanından alıyor ve dünyanın tüm sorunları futbol topu “tutulmasına” uğrayıp gölgede kalabiliyor.
Yarım yüzyılın ardından birden hatırlanıp tazelenen tarihi dostluklar (Türkiye-Kore), ülkemizde çok alışık olduğumuz ama “olgun ve gelişmiş” saydığımız başka ülkelerin medyasından geldiğinde bizi bile şaşırtan komplo teorileri, “i... hakem” sövgüleri, doping suçlamaları (İtalya); Avro’yu ve borsayı etkileyebilecek düzeye ulaşan ulusal travmalar (Fransa)... hepsi, o asla sadece futbol olmayan futbolla bağlantılı “gelişme”ler.
Ama, bunun da ötesine geçen bir şey daha var: Kuper gibi uzak görüşlü gazetecilerin ya da Galeano (Gölgede ve Güneşte Futbol) gibi geniş vizyonlu düşünür ve yazarların hakkını asla yemek için değil elbette, ama, futbolun büyük çaplı bir ülkenin reformasyonunda da büyük bir araç rolü oynayabileceği, onların bile aklına gelmezdi doğrusu!
Bakın, Türkiye ulusal futbol takımının, mükemmel bir oyun oynayıp tarihindeki en büyük başarıyı yakalayarak, dünyanın ilk dört takımı arasına girmesi üzerine teknik direktör Şenol Güneş ne diyor:
“Değişimin miladı olduk.”
“Tarihî zafer, sosyal ve siyasî değişimi de getirecek."
Zaman gazetesine yaptığı özel açıklamada şöyle diyor Güneş:
“Bizim bu başarımızdan sonra Türkiye’de sosyal ve siyasi yapılanmada çok önemli değişiklikler olacaktır. Bu başarı, Türkiye’de taşları yerinden oynatacaktır. Zaten bu değişim kaçınılmaz. Biz, Türk insanının neleri, hangi yöntemlerle başarabileceğini herkese gösterdik. Türkiye elbette bundan gereken dersleri çıkaracaktır. Şayet, bizim bu yaptığımız sadece sportif bir başarı olarak kalırsa – ki, ben böyle olacağına inanmıyorum – çok yazık olur."
Kuper gibi futbol-ötesi etkilerden bahsediyor Güneş. Ama oradan, onun da ötesine geçiyor şaşırtıcı bir şekilde ve büyük bir toplumsal dönüşümden bahsediyor. Siyasî dönüşümden. Yapılardan, yöntemlerden, analiz ve derslerden... Taşların yerinden oynamasından... Tabuların kırılmasından, değişimin kaçınılmazlığından, tarihî determinizmden...
İşin ilginç yönü şu: Yazar, siyaset bilimci, tarihçi, akademisyen filân olmayan, öyle bir iddiası da bulunmayan bir eski futbolcu, bir yeni teknik direktör uzun vadeli bir perspektifle ulusal çapta reform hareketini haber veriyor.
İşin daha da ilginç yönüyse, böylesine “uzak” bir konumdan ulaştırılan bu mesajın hemen kimse tarafından garipsenmemesi... Garipsenmek bir yana anlaşılması, ciddiye alınması, akla uygun gelmesi. Sağduyuya ve vicdana...
Bütün korkunçluklarıyla, canavarlarıyla, bayağılıkları ile, vahşeti ve dehşeti ile ayakta tutulması istenen iğrenç bir toplumsal ve siyasal yapının, artık mutlaka baştan başa sökülüp yenilenmesi yolunda çoğu gencecik on milyonlarca insanın içlerinden yükselen bir haykırışı bir anda küresel düzeye çıkarıveren, hem de bunu son derece yalın, sakin ve vurucu üç cümlecikle yapıveren kişi de, “karizması olmayan”, kılık kıyafetine dikkat etmeyen, Karadeniz şivesinden dilini kurtaramayan o mütevazı eski kaleci işte... “Ben bir kahraman değilim, sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum,” diyen bir adam.
Evet, futbol asla sadece futbol değildir; taş da yerinde ağırdır – özellikle yerinden oynayan taş.
* * *
Büyük dönüşüm ve reformlardan söz ederken, dünyanın en eski ve sürekli kanayan yaralarına da bir an göz atalım. Ortadoğu’dan Afganistan’a kadar ya da, başka bir ifadeyle, dünyanın en hassas iki bölgesinin kaderi Batı’nın, hatta Batı’dan da batıda ABD yönetiminin iki dudağı arasında... Bu, nice zamandır böyle de, bazen her zamankinden daha fazla görünür bir hal alıyor.
Hepimizin malumu, Ortadoğu’da umut bir süredir Başkan Bush’un ağzından çıkacak bir “geçici/ara devlet” (interim state) ifadesine bağlanmıştı. Belirli dönemlerde böyle oluyor; Amerikan yönetimi bir Filistin devleti ihtimalinden söz edecek oluyor ve herkes pek umutlanıyor. Bu ihtimalden en son bahsedildiğinde, Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Irak’a operasyon için Arap dünyasından destek bulma turuna çıkıyordu. Ancak bu sefer, ‘geçici’ olan bir devletten bahsediliyor. Robert Fisk, Independent gazetesindeki yazısında, bu ‘geçici’nin ne anlama geldiğini sormuş. Bir devlet nasıl geçici olabilir? Görevini tamamlayınca ortadan kalkacak bir devlet düşünülebilir mi? ‘Ara’ devlet. Nasıl bir devlettir bu?.. Fisk anlatıyor: “Madeleine Albright’ın sahiden şahane bir önerisi vardı; Filistinliler mutlu olmalı, diyordu, çünkü Kudüs’ün doğusunda ‘bir tür egemenlik’ elde edebilirler. Peki bu ‘geçici’ ne tür bir felaketin habercisi? Beyrut’ta yayımlanan Es-Safir gazetesinin editörü Talal Salman geçen hafta, ‘geçici’ konusunu anlatmış: ‘arı kovanları gibi bölünmüş bir bölge üzerindeki geçici bir devlet.’ Bütün kasaba ve köylerin tank konvoylarıyla bölündüğü, kontrol noktalarından geçilmeyen, her şeyin helikopter gözetiminde olduğu bir devlet. Geçici devlet, bugüne kadar kimsenin duymadığı bir buluştur. Halkı ve toprağı ile bağlantısı olmayan bir devlettir. Bütün diğer devletler kalıcıdır, ama Filistin devleti geçici olacaktır ki son kullanım tarihi geldiğinde ortadan kaldırılabilsin.”
Fisk’in bütün açıklığıyla dile getirdiği gibi, Ortadoğu sorununu ABD yönetiminin ağzından çıkacak bir vaade endekslemek ahmaklığın en büyüğü olacak herhalde... Öte yandan, tanınmış edebiyat uzmanı ve düşünür Edward Said, ABD yönetiminin yanı sıra Arafat’ın ağzından çıkacak herhangi bir söze endekslenmenin de artık zerre kadar işe yaramayacağını belirtiyor. ‘Arafat sadece kendini kurtarmakla ilgileniyor’ başlıklı yazısında, herkesin Filistin’de bir reform ve seçim gerekliliğinden bahsettiğini, ama bunların somut bir zemini olmadıkça gerçekleşmesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Bu somut zemini oluşturacak unsurların başında da Filistin halkının geldiğini söylüyor Said. Diyor ki, “Filistin toplumundaki başlıca unsurları; sendikalardan işçilere, öğretmenlere, çiftçilere, avukatlara, doktorlara ve onlara ek olarak bütün STK’lara kadar, (İsrail’in bütün müdahalelerine ve işgallerine rağmen) Filistin reformunun üzerine kurulacağı zemin olmalıdır şimdi. Arafat’ı, ya da Avrupa’yı, ya da ABD’yi,ya da Araplar’ı beklemenin bir işe yarayacağını zannetmiyorum: Bu, mutlak anlamda Filistinliler tarafından, Filistin toplumunun bütün ana unsurlarını içeren bir Kurucu Meclis yoluyla gerçekleştirilmelidir.”
Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Ortadoğu’da da o kadim taşları yerinden oynatacak bir toplumsal ve siyasal dönüşüm ihtiyacı göze çarpıyor aslında.
Devamı yarın...