Merhaba kâinat!
Züğürt tefrikacılarınız kendilerini çene yormakta serbest hissediyorlar: Dünyanın en zengin adamlarından biri (Forbes dergisine göre 2000’de dünyanın en zengin 29uncu, 2002’de de 87inci insanı, dolayısıyla da Türkiye’nin en zengin adamı) olan Mehmet Emin Karamehmet’in tüm malvarlığına el kondu. Böylece, Karamehmet birdenbire dünyanın ve Türkiye’nin en yoksul insanlarından biri haline geldi mi, bunu bilmiyoruz. Dünyanın en büyük borsası olan New York borsasında – hani o şirin maskotlu kasketlerin havalara atılmasıyla taçlanan bir törenle – kote olan Türkiye’nin en büyük telekomünikasyon firması Turkcell’in hisse senetlerindeki fiyat hareketlerini yerinde izlemek üzere – şimdilik – oraya gidemeyeceğini biliyoruz ama. Çünkü, yurt dışına çıkması da yasaklanmış durumda.
2 milyar dolar borçla herhalde Türkiye’nin en büyük borcuna sahip olan bankası Pamukbank’ın tümüne ve Türkiye’nin en büyük 5inci özel bankası olan Yapı Kredi’nin yönetimine devletin BDDK aracılığıyla el koyması nasıl olmuş? Bu büyük borcu çoktan beri bilen, ama nedense bir türlü harekete geçmeyen BDDK, dünyanın en büyük mali kuruluşu olarak nitelendirilebilecek IMF’in baskısı altında “âni bir baskın” yapıvermiş. BDDK’nın bu durumda dünyanın en özerk kuruluşu sayılıp sayılmayacağı sorusunu hemen unutan tefrikacılarınız, IMF’ye dünyada en çok borcu olan ülkenin Türkiye olduğunu unutmamayı başardılar nasılsa.
Devlet, Pamukbank’ın, ağabey banka Yapı Kredi ile birleşmesine izin vermeyip onu devraldı. Pamukbank’ın asıl borcu ise Türkiye’nin en büyük kooperatiflerinden Fiskobirlik’e açtığı krediler ve faizlerinden kaynaklanıyormuş. Devlet (hazine) bu borcu devralmış. Şimdi hem Pamukbank’ı, hem de Yapı Kredi’nin yönetimini devralıyor. Peki Karamehmet, borçlarını kapatamazsa, krizdeki devlet nasıl kapatacak? El koyma operasyonunun birkaç dakika ardından gönderilen niyet mektubu ile önü açıldığı belirtilen yeni IMF kredisi ile mi? Elbette hayır; onun gideceği yer çoktan belli. O zaman devletin bu borcu, konvansiyonel yöntemlerle, yani bildiğimiz vergilerle kapatacağı yazılıyor gazetelerde. Yani, aralarında züğürt tefrikacılarınızın da bulunduğu o geniş vatandaş kitlesinin, vergilendirilmiş olduğu için kutsallaşan kazançları ile. Ne yapalım, çalışır, kazanır, öderiz.
İşin adli yönüne, yani bankalarının içini “back to back” ya da “off shore” gibi İngilizce deyimlerle nitelendirilen yöntemlerle hortumladığı gerekçesi ile ayrıca resmen suçlanan Pamukbank yöneticilerinin yargılanmalarının nasıl gerçekleşeceğini bilemiyor tefrikacılarınız – hem iyi birer polisiye okuru, hem de iyi birer polis muhabiri olmadıklarından.
Ama, iyi birer falcı olduklarından, herşeyin iyiye gideceğini şimdiden müjdeleyebilirler. Tabii, itiraf etmek gerekir ki, Kemal Derviş’ten önemli bir tüyo da aldılar. Ekonomiden sorumlu bakan Türkiye bankacılık tarihinin en büyük operasyonundan ve IMF niyet mektubunu da gönderdikten sonra “Bundan sonra bu iş bitmiştir” diyerek, artık herşeyin çok güzel olacağını ima etti.
IMF memnun, Dünya Bankası’nın eski ikinci başkanı Derviş memnun, BDDK memnun, küçük kayıplarla işi atlatan borsanın, dövizin ve faizin inmesiyle birlikte piyasaların da memnun olduğu varsayılabilir. Pamukbank ve Yapı Kredi yöneticileri -- ve bir de, "felakete gidiyoruz!" diyen TÜSİAD -- dışında dünya âlem memnun yani. Bu durumda, dünyanın en büyük mutluluk dağıtıcısı olan kuruluşun BDDK olduğu ortaya çıkıyor. Herhalde, BDDK’cılar da bunu bilseydi, bu kadar bekletmez, daha önce yaparlardı operasyonu. Dünyanın en memnun kitlesi olmamız için de çok az kaldı aslında. Önce Senegal, ve arkasından iki maç daha...
ABD Başkanı Bush, Ortadoğu ile ilgili açıklamalar yapmaya hazırlanırken intihar saldırıları da artmaya başladı. Kudüs’te meydana gelen büyük intihar saldırısının ardından aynı kentte bir yenisi daha geldi. Bu sefer 7 kişi hayatını kaybetti, ölenlerlerden biri 2 yaşında bir bebekti ve 37 kişi de yaralandı. Kudüs’ün kuzeyinde, Fransız Tepesi tesmiye edilen bir alanda, bir otomobilden atlayan bir militan kalabalık bir otobüs durağına daldığı gibi uçurdu kendini havaya.
İntihar saldırılarının biraz da Bush’un barış planına yönelik olduğu yüksek sesle ifade ediliyor artık. Nitekim, dış politika hakkında genel konulara değinmeyi planladığı konuşmayı erteledi Başkan Bush. Bu konuşmasında bir Filistin devleti kurulmasının koşullarından ve takviminden bahsetmesi bekleniyordu. Konuşmanın ertelenmesinin ardından Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın ziyaretinin de iptal edilmesi, barış çabalarının dağılıp gittiğine delalet ediyor.
Gün içinde Yaser Arafat’tan intihar komandolarına yönelik bir mesaj geldi. İntihar saldırılarının, Filistin topraklarının yeniden işgali için mazeret yerine geçtiğini ve bunlara bir son verilmesi gerektiğini söylüyordu Arafat.
Bu arada, Batı Şeria’da İsrail yığınağının arttığı haberleri geliyordu. İsrail bir süredir, uzun süreli işgaller yerine nokta operasyonlarıyla Filistin şehirlerindeki varlığını sürdürüyordu zaten.
Arafat’ın çağrısının yanı sıra Çarşamba günü (19 Haziran) Filistin’in önde gelen günlük gazetelerinden El-Kuds’da, 50’den fazla Filistinli’nin imzasını taşıyan, tam sayfa bir ilan yayınlandığını da belirtelim. İlanda, intihar saldırılarının ardında bulunan militan gruplara çağrıda bulunuluyor ve “gençlerimizin böyle saldırılara girişmelerine izin vermeyelim” deniyordu. İntihar saldırılarının kamuoyu önünde ilk defa bu kadar büyük çapta kınandığı ilanda şu ifadeye de yer verilmişti: “Bu tip saldırıların, iki halk arasında nefretin derinleşmesinden başka bir sonuç getireceğine inanmıyoruz.”
İlanı imzalayanlar arasında Filistinli sözcü Hanan Aşravi, Gazzeli insan hakları girişimcisi ve psikiyatr İyad Serraj, gazete editörü Hana Siniora, tanınmış iktisatçı Muhammed İştaya, Arafat’ın güvenlik danışmanı Memduh Nofal gibi isimler yer alıyor.
Bütün bu çağrılar, çığlıklar salim kafayla düşünmeyi, aklın galebe çalmasını sağlayabilecek mi? Zor görünüyor. Filistinliler kendi topraklarında mülteci olmayı sürdürecekler, dünyanın günümüzdeki belki de en önemli olgularından mülteciliğin bir parçası olmaya devam edecekler.
Mültecilik ve göç... Bugünlerde bilhassa dünyanın batı yakası bu sorunlarla uğraşıyor, ama bunun topyekun bir ‘sorun’ olduğunu düşünmek konusunda fazlasıyla aceleci davranıldığını söyleyenler de var.
Avrupa Birliği liderleri, İspanya’nın Seville kentinde başlayacak zirve öncesinde yasadışı göçle mücadele konusunda planlar hazırlanırken aşırıya kaçılmamasını istemişler. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden Ruud Lubbers, AB’nin bu konuyu gündemin başına yerleştirmesinin yerinde olduğunu, ama meselenin sınır kapatmakla ya da fakir ülkeleri cezalandırmakla çözülemeyeceğini söylemiş. Bu arada, BM İnsan Hakları Komiseri Mary Robinson da Avrupa’ya yönelik iltica başvurularının azaldığını belirtmiş.
Başta Tony Blair olmak üzere Avrupa’da mülteci sorununun üzerine askeri tedbirlerle gidilmesi gibi bir eğilim mevcut, malum. Hatta Blair, ‘mültecisine sahip olamayan’ ülkenin AB yardımından mahrum edilmesini önerecek kadar kızgındı birkaç hafta önce.
Halbuki, BBC’den Sheila Barter, Avrupa kıtasının göç ihtiyacının korku ve yanlış bilgilenme sonucunda bir bulut dalgasının ardından kaldığını belirtiyor. Avrupa’ya gelenlerin, kıtanın iliğini emmeye niyetlenen avantacılar olarak görülmesinin en büyük hatalardan biri olduğunu dile getiriyor.
Göç, ilkçağlardan bugüne insanın en doğal hareketlerinden biri. Daha iyi bir hayata, daha verimli topraklara, huzura, refaha doğru sürekli hareket ediyor insanlar. Başka hiçbir nedeni olmasa bile en azından karşı tepenin arkasında ne olduğunu öğrenmek için hareket ediyor. Halbuki, bilhassa Avrupalılar’ın büyük bir bölümü göçü normal dışı bir hareketlilik olarak görüyorlar. İnsanın bütün ömrünü aynı yerde geçirmesini normal buluyorlar. Ama onlar bile, mesela şehirlerde varoşlardan merkeze doğru geliyorlar. Şimdi, küresel köyde olan da farklı değil; insanlar kürenin varoşlarından merkeze doğru geliyorlar. Avrupa kıtasının içinde de var bu varoş-merkez ayrımı; kıta içi göçler güneyden kuzeye doğru gerçekleşiyor.
Göçten kurtulmak mümkün değil. Uzmanlar, demografik yapıların değişmesiyle beraber göçün de süreceğini söylüyorlar. Ayrıca, Avrupa rekabetçi özelliğini sürdürmek istiyorsa göçler önümüzdeki 50 – 100 yıl içinde çok yararlı olacaklar. Ama en önemlisi, fakir ülkelerden gelen göç dalgasının en önemli sebebi zengin dünyanın politikaları. AB’nın korumacalığı ve tarım politikaları fakir dünyayı gitgide daha yaşanılmaz bir hale getiriyor, diyor konuyla ilgili olanlar.
Bu arada, kamuoyu bunu duymaya henüz pek hazır değilmiş ama, genişlemiş bir AB’nin senede 3 milyon göçmeni rahatlıkla kaldırabileceği de belirtiliyor.
“Barbarları beklerken" söyleyelim dedik...
Devamı yarın...