'MİT krizi'nde aktörler ve faktörler

-
Aa
+
a
a
a

15 Şubat 2012Taraf Gazetesi

Toplumsal olaylara ve siyasal gelişmelere, salt aktörler üzerinden bakma ve anlam verme alışkanlığı çok yaygındır bu memlekette. İlk akla gelen soru şu oluyor çoğunlukla: Kim, kime karşı yaptı?

MİT krizi” diye kodlanan olayda da aynı alışkanlığın etkisiyle , “ne oluyor, neden oluyor” sorusundan çok, “kim yapıyor, kime karşı yapılıyor” sorusuna ağırlık verildiğini görüyoruz.

Aktörler önemlidir elbette; ama faktörler ve dinamikler de en az onlar kadar, hatta daha da önemlidir. Mamafih olaylara bütünlüklü bir bakış için, ikisini de dikkate almak ve aralarındaki etkileşimi hep gözönünde bulundurmak en doğrusudur.

“MİT krizi”nde ne oluyor peki? Bir kere ortada bir iktidar mücadelesi var, bu doğru! Ancak demokratik ilkeler açısından bakıldığında, iki meşru güç arasında, meşru usuller içinde ve meşru araçlarla yürütülen bir mücadele değildir söz konusu olan. Burada, demokratik meşruiyete sahip hükümete karşı, Emniyet- Yargı bürokrasisinin giriştiği antidemokratik bir müdahale vardır.

Bu müdahalenin hedefi, Kürt sorununda izlenen, en azından bir dönem izlenmiş olan “müzakere politikası”dır. Müdahalenin amacı ise, bu politikayı kriminalize etmek ve yeniden canlanmasını önlemektir.

Bu açıdan baktığımızda, durum hiç de karmaşık görünmüyor: Politika belirleme yetkisi olmayan Emniyet ve Yargı, bu yetkiyi seçimle elde etmiş hükümetin tercihlerine saldırıyorlar. Bu müdahalenin arkasında hangi gücün bulunduğunu tartışmak elbette önemlidir; ama bundan daha önemlisi, arkasında kim olursa olsun, bu girişimin demokratik açıdan gayrı meşru olduğunu belirlemek ve buna karşı çıkmaktır.

Peki, bu noktaya nasıl ve neden gelindi? Bir sürü faktör sayabiliriz, bu soruya cevap olarak. Ben bunlardan üç tanesinin belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Birincisi, yerleşik siyasal kültürle ilgilidir. Bu kültürde devlet, her türlü iktidar mücadelesinin ve ikbal hesabının merkezinde yer alır. Açık ve gizli bütün aktörler, devlet içinde konumlanarak var olmak ve egemen hale gelmek isterler.

İkinci olarak; mevcut siyasal yapı, bu zihniyeti korumakta ve teşvik etmektedir. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi, devleti toplumdan bağımsız ve onun üstünde bir varlık olarak kurguladı. Vesayet dediğimiz şeyin de özü burada yatıyor zaten. Devletin bu niteliği, Cumhuriyet’in bütün anayasalarında korundu. Fakat bu kurguyu en iyi düzenleyen, en iyi koruyan sistem 1982 Anayasası’yla getirildi. Gerçi AKP hükümetleri döneminde bu sistemde gedikler açıldı; lakin sistemin ruhunu değiştirecek köklü hamleler henüz yapılmış değil.

Üçüncü olarak; AKP’nin siyaset yapma tarzı ve tercih ettiği siyasetler de, Emniyet- Yargı merkezli müdahaleye elverişli bir zemin sundu. Bu (üçüncü) faktörün, biri genel demokratikleşmeyle, diğeri Kürt sorunuyla ilgili olmak üzere iki boyutu var.

Geçen haftaki yazımda belirttiğim gibi, AKP de, “devlet eksenli siyaset tarzı”ndan kopmuş değil. Böyle olduğu için, bu siyaset anlayışını besleyen siyasal ve hukuksal düzende esaslı değişiklikler yap(a)mıyor. Hükümetin demokratikleşme konusundaki yalpalamaları ve tutarsızlıkları da, otoriterleşme yönündeki savrulmaları da büyük ölçüde buradan kaynaklanıyor.

Kürt sorununda bugüne kadar atılmış en cesur adımların sahibi olmasına rağmen AKP, demokratik barışçı çözüm çizgisini sistemli ve programlı bir politika haline getir(e)medi. Bunu neden yapamadığı konusunda (PKK’nin tutumu, devlet içindeki güçlerin direnci, toplumun bir kesiminin tepkisi gibi) bir sürü gerekçe ileri sürülebilir; ama bunların hiçbiri gelinen noktadan hükümetin siyaseten sorumlu olduğu gerçeğini değiştirmez.

Uzun zamandan beridir hükümetin önünde başlıca iki seçenek vardı. Ya demokratik siyasete güvenecek, böylece siyasal alanı genişletecek ve demokratik mekanizmaları pekiştirecekti. Ya da “güvenlikçi politikalara” sarılacaktı.

Hükümet, ilk yolu seçer gibi olduğu zamanlarda bile, demokratik reformlarda kararlı davranmadı. Kürt sorununu demokratik siyaset zemininde tutacak adımları cesurca devam ettiremeyince, önünde tek seçenek gibi duran “sert güvenlikçi politika”ya yöneldi.

Hangi politikayı öne çıkarırsanız, aktörler de ona göre belirlenir ve konumlanır. Demokratik siyaseti esas alırsanız, demokratik siyasal aktörleri güçlendiririsiniz ve oyunun demokrasinin şeffaf sahnesinde sergilenmesini teşvik edersiniz. Demokratik siyasetin egemen olduğu şartlarda, iktidar ve itibar mücadelesi toplumun gözü önünde ve meşru araçlarla yürümek zorunda kalır.

Güvenlikçi politikaları egemen kılarsanız, güvenlik bürokrasisini palazlandırırsınız ve oyunun akışı açık sahneden ziyade karanlık kulislerde şekillenir. Bu tür bir oyunun aktörleri, hemen her zaman, rollerini demokratik meşruiyete göre değil, Makyavelist mantığa göre oynamayı tercih ederler.

Hükümet, güvenlikçi politikayı seçmekle, oyunun bu şekilde oynanması için çok elverişli bir sahne sundu. Giderek kendisi de bu oyunun bir parçası haline geldi. Ama karanlıktaki dövüşte üst üste ağır darbeler aldı: Uludere katliamının altından bir türlü kalkamadı ve şimdi de –Cengiz Çandar’ın dediği gibi– bir “sivil darbe girişimi”yle karşı karşıya kaldı.

Tuttuğunuz yol, gideceğiniz yeri de belirliyor. Devlet eksenli sistem içinde güvenlikçi politikalar, arabayı son sürat duvara karşı sürmek demektir. Araba önce Uludere’de duvara çarptı, ortalığı kan gölüne çevirdi. Şimdi de MİT kavşağında şarampole yuvarlandı!

Bu yolun yol olmadığını anlamak için daha fazla beklemeye gerek var mı?..