22 Temmuz 2008Alper Görmüş
Ahmet Taner Kışlalı cinayeti (21 Ekim 1999) üstüne, ilki cinayetten kısa bir süre sonra olmak üzere bugüne kadar tam dört yazı yazdım. Bu yazıların dördü de, cinayetin, Kışlalı'nın sağlığında "dost" bildikleri tarafından öldürülmüş olması ihtimali üzerineydi. Yazıların ilk üçünü kaleme aldığım sırada (Aktüel-1999, Medyakronik-2000 ve Yeni Şafak-2003) ortada Ergenekon soruşturması mevcut değildi; yani bugün artık Deniz Baykal'ın bile "olabilir, tarihte var benzerleri" diye teslim etmek zorunda kaldığı "kendi adamını öldürten örgütler" tartışmamız yoktu. Dördüncü yazıyı yazdığımda ise (Taraf, Ocak 2008) Ergenekon soruşturması başlamıştı.
Bu beşinci yazıyı, Sabah gazetesinin taşra baskısında gördüğüm fakat İstanbul baskısında göremediğim Zülfikâr Aydın imzalı bir haber üzerine kaleme alıyorum. Haberi okuyup bitirdiğimde, dokuz yıldır inatla sorduğum soruların ve dile getirdiğim kuşkuların ne kadar meşru olduğunu bir kez daha anladım. Ben o yazılarda, cinayetten hemen sonra Hürriyet'in manşetinde yer alan ve Kışlalı'nın "dost kuvvetler" tarafından öldürülmediğini kanıtlamaya çalışan bir haberin dezenformatif karakterini açığa çıkarmaya çalışıyor, haberde kaynak olarak gösterilen "istihbaratçılar"ın kim olduğunu sorguluyordum.
Sabah'ta okuduğum haber, işte bu soruya cevap veriyordu. Birlikte okuyalım:
"Kışlalı suikastı soruşturmasında Ergenekon izi... Kilit isimler Kışlalı suikastını birlikte soruşturmuş... Ergenekon'da gözaltına alınan (o zaman henüz tutuklanmamıştı –AG) emekli Albay Hasan Atilla Uğur'un Ahmet Taner Kışlalı suikastı soruşturmasını, Hrant Dink'in öldürüleceği yönündeki istihbarat bilgisini kasıtlı ihmal etmekle suçlanan Albay Ali Öz'le birlikte yürüttüğü ortaya çıktı.
"Gazeteci-yazar Ahmet Taner Kışlalı'nın, 21 Ekim 1999'da aracının üzerine bir poşet içinde bırakılan bomba öldürülmesi soruşturmasını yürüten ve teknik takip ve telefon dinlemelerini gerçekleştiren birimlerinin başında, Ergenekon operasyonu kapsamından Albay Hasan Atilla Uğur olduğu belirtildi. Gözaltına alınan emekli Orgeneral Şener Eruygur'un Jandarma Genel Komutanlığı yaptığı dönemde, Hasan Atilla Uğur Jandarma İstihbarat Teknik Daire Başkanlığı görevindeydi. (...)
"Aynı dönemde Ankara İl Jandarma Komutan Yardımcısı olarak görev yapan rütbesi yarbay olan Ali Öz de olay yerini inceleyen ekibin başındaydı. Öz'ün başında bulunduğu olay yeri inceleme ekibinin çalışması ve bomba konan aracın olay yerinden taşınma şekli tartışma yaratmıştı."
Taraf'ta yazdığım ve 29 Ocak 2008'de bu sayfada yayımlanan yazı, "Kışlalı cinayeti dosyası da yeniden ele alınmalı..." başlığını taşıyordu. Sızan haberler doğruysa, Ergenekon iddianamesinde bu zaten yapılmaktaymış. Bakalım, göreceğiz. Fakat ben burada asıl meslektaşlarımıza bir çağrıda bulunmak istiyorum. Diyorum ki: "Dokuz yıldır kendi kendime konuşup durdum, bana ne 'saçmalıyorsun' dediniz, ne de 'adam haklı olabilir' dediniz. Artık sizden resmen talep ediyorum: Ya saçmaladığımı gösterin ya siz de bir şey söyleyin."
Son olarak: Bu cinayete ilişkin sorularımı ve kuşkularımı içeren son yazımı (Taraf, 29 Ocak) kısaltarak tekrar sunuyorum. Bakalım sözlerim bu defa bir yerlere değecek mi?
"Kışlalı cinayeti dosyası da yeniden ele alınmalı..." (Taraf, 29 Ocak 2008)
Cumhuriyet gazetesi yazarı Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 sabahı evden çıkıp otomobiline yöneldi. Arabaya binerken, ön kaputun üstünde içi dolu bir naylon torba gördü. Kışlalı, o paketi ya da naylon torbayı eline aldığı anda, içinde bulunan bomba patladı.
İlk andaki şokun atlatılmasının ardından herkes birbirine aynı soruyu sormaya başladı: Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok cinayetlerindeki "usta işi bombacılık" neden bu örnekte görülmüyordu.
Bu kıyaslama, akla hemen şunu getiriyordu: Yoksa bombayı oraya yerleştirenlerin niyeti Kışlalı'yı öldürmek değil miydi? Amaçlanan, sadece 'İslamcı teröristler bir Atatürkçü profesörü daha katletmek istedi' propagandası mı yapmaktı?" (Bu olaydan önce, bir başka Atatürkçü profesörün imza günü düzenlediği bir odada bomba bulunmuş, patlamadan önce etkisiz hale getirilmişti.)
Bu kuşkuyu kaleme döken iki gazeteciden biri, Kışlalı'nın kuzeni Hıncal Uluç'tu. Uluç, 26 Ekim 1999'da şöyle yazdı:
"Bu küçük bombayı suikastçılar, Kışlalı mutlak görsün diye getirip şoför mahallinin önüne, ön kaputun üzerine koydu. Öyle ki, Ahmet acele ile arabaya girerken paketi görmese, oturduğunda görecek ve büyük olasılıkla polise haber verecekti. Amaç Ahmet'i ortadan kaldırmak olsa, bomba kör parmağım gözüne buraya mı konurdu, yoksa arabanın altına, ya da en azından arka kaputun üzerine mi? Bir bomba ancak bu kadar 'patlamasın' diye konabilir ..."
(...)
Hıncal Uluç'tan sonra Yeni Şafak'tan Fehmi Koru da benzer sorular sorup benzer sonuçlara vardı.
Öldürmeme kaygısını kim taşır?
Eylemi planlayanların Ahmet Taner Kışlalı'yı öldürme kastı taşımadığı bir kez kabul edildiğinde, bir sorunun sorulması da kaçınılmaz hale geliyordu: Hangi bombacı, eylemi planlarken eylem sonunda Kışlalı'nın canlı kalması kaygısını taşır? Bu sorunun mantıkî cevabı şuydu kuşkusuz: Kışlalı'yı düşman değil, dost görenler. Tartışmanın sürmesi, iki gazetecinin dile getirdiği kuşkuların kamuoyuna sirayet etmesi sonucunu doğurabilirdi.
Hürriyet'in manşeti işte tam o günlere, suikastın dördüncü gününe denk geldi. Şöyleydi manşet:
"Ölüm, üçüncü paketle geldi... Suikastçının, Kışlalı'nın otomobiline daha önce de iki kez boş kola ve bira kutusu koyduğu anlaşıldı. İstihbaratçıların 'yemleme' diye adlandırdığı yöntemle, Kışlalı, bir yandan tepkisi ölçülürken bir yandan da bombalı kutuya alıştırıldı. Kışlalı, otosundaki bombalı bira kutusunu da gayri ihtiyari şekilde aldı."
Haberin "ana fikri" belliydi. Haberi "düz" okuyanlar şöyle düşünmüştü belli ki: Demek "öldürme kastı yoktu" yaklaşımı doğru değil. Baksanıza, bombacılar işi garantiye almış!
Peki, "istihbaratçılar" nereden edinmiş olabilirdi bu bilgiyi? Mesela Kışlalı, ölümünden önce bu yönde bir başvuruda mı bulunmuştu? İyi de, böyle bir başvuru, öncelikle polise yapılmaz mıydı? Durum böyleyse, poliste neden yoktu böyle bir bilgi? Kışlalı böyle bir başvuruda bulunmamışsa, "istihbaratçılar" bilgiyi nereden almıştı?
Zaten sonraki günlerde ne polis teyit etti "yemleme"yi, ne de Kışlalı'nın ailesi... Oysa Kışlalı'nın, "daha önceki paketler"i eşine duyurmamış olması düşünülemezdi; çünkü, resmî makamlara başvurarak hakiki bomba ihtimalini öğrenmiş olması gereken Kışlalı'nın, bombanın hakikisini eşinin de arabadan alabileceğini hesaba katmaması hiç akla yakın görünmüyordu. Hem sonra, "yemleme"yi deneyimleriyle öğrenmiş Kışlalı, üçüncü paketi neden almıştı?
Her şey açıktı: Hiçbir gazetecinin itibar etmeyeceği kadar mesnetsiz bir istihbaratla karşı karşıyaydık. Ama haber, hem de manşetten yayımlanmış, görevini ifa etmişti; kamuoyunun, eylemin öldürme kastıyla hazırlanmadığına inanmasının önüne geçilmek istenmiş ve bu büyük bir gazetenin "yemlenmesi"yle büyük ölçüde başarılmıştı.
Ahmet Taner Kışlalı'nın ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı'nın suikasta ilişkin olarak söylediği iki cümle bu çerçeveden bakınca çok daha anlamlı görünüyor: "Sanıyorum, kardeşim şehit oldu" ve "Eğer cani farklı bir kesimden çıkarsa çok canım sıkılır..."
NOT. Kaynak olarak "istihbaratçılar"ın gösterildiği, dezenformasyon kokulu benzer bir haber Hablemitoğlu cinayetinden sonra da peydahlanmıştı. Haberler aynı muhabirin imzasını taşıyordu, "istihbaratçılar"ın aynı olup olmadığını şu anda bilmiyorum. Cuma günü bu haberi bir daha ele alacak (evet, bunu da defalarca yazmıştım), sonra da haberlerin muhabirinden, konu üzerinde bir daha düşünmesini isteyeceğim.