Avi Haligua: Medya Konuşmaları’nın son programında Ömer Madra yine konuğumuz, ama bu sefer çevre gazeteciliği üzerine değil, Açık Radyo modeli üzerine konuşacağız. Bağımsız bir radyo modeli olarak Açık Radyo üzerine konuşmak istedik son bölümde. Herhalde “Açık Radyo nedir?” diye sorarak başlamak iyi olur.
Ömer Madra: Medya Konuşmaları program dizisinde gazeteciliğin pek çok yönünü ve sorununu kapsamaya çalıştık: reklam hukukundan, bilgi edinme hakkına, oradan çevre ve iklim sorunlarına kadar uzanan çok geniş bir kapsam içinde sohbetler gerçekleştirdik. Ama en temel mesele olarak, “bağımsızlılık nedir, bağımsız bir medya neden gereklidir, temel hakların en doğal uzantısı olarak basın özgürlüğü neden şarttır?” konusunu ele almaya çalıştık.
Ben de oradan, bıraktığımız yerden devam ederek şunları söyleyeyim: David Edwards ile David Cromwell’in, elimizden düşürmediğimiz Guardians of Power – The Myth of the Liberal Media adlı kitaplarında (Pluto, 2006) yazdıkları “Amaç” bölümünde, “Biz neyi amaçlıyoruz?” diye soruyorlar ve bağımsız gazeteciliğin amaçlarını şöyle açıklıyorlar:
“Demokratik sürecin anlamlı olması için, halkın dürüst, kesin ve doğru bilgiye erişimi hayatidir. Oysa, ana akım içinde yer alan şirket gazeteleri ve televizyon-radyo yayıncıları, yani radyo istasyonları, TV kanalları temelden çarpıtılmış bir dünya görüşü veriyorlar. Hem paragözlükten hem de kâr maksimizasyonu uğruna çarpıtılmış bir dünya görüşü veriyorlar. Misenformasyon ya da dezenformasyon diye adlandırabileceğimiz yanlış, eksik ve/ya çarpıtılmış bilgi verme şeklinde haberler bunlar. Bu çarpık bilgi ve haber iletişiminin gerek insanların, gerek hayvanların çektikleri acılar açısından, gerekse de çevre yıkımı açısından maliyeti veya bedeli ölçülemez derecede büyüktür. Dolayısıyla, biz de bu sistemli çarpıtmaya karşı kamuoyunun bilincini yükseltmek durumundayız. Yani hem verilerin, olguların, hem de bilgilerin ve fikirlerin sürekli olarak bir filtreden geçirilip bize verildiğini göstererek yapmak istiyoruz bunu. Şirketlerin kontrolündeki bir medya sisteminin, reklam gelirlerine, başka şirketlerin faaliyetlerinden elde edilecek kâra bağımlı, zengin patronların gelir amaçlarına ve hükümetlerin haber kaynaklarına bağlı bir sistemin filtreleri... Bilgi, olgu ve fikirler işte bu filtrelerden geçiyor, bunu önlemek için de kamuoyunun bilincini yükseltmek için uğraşmalıyız...”
AH: “Demokrasinin anlamlı hale gelmesi”nden kastettikleri de bu herhalde?
ÖM: Evet. Edwards ile Cromwell de diyorlar ki: “Ortamı demokratikleşmeye çalışmalıyız, haber gündemlerinin içeriğini demokratikleşmeliyiz. Çünkü, bu haber gündemleri oldum olası yerleşik çıkarları yansıtırlar. Daha geniş açıdan bakıldığında, asıl amacımız da, daha dürüst ve vicdanlı bir toplumun gelişmesine hizmet etmek... Yani hem bu gezegenin, hem de gezegen üzerindeki insanların da kârın boyunduruğundan kurtulmuş bir şekilde yaşamını sürdürmesi...”
Ben bu amaçların geniş anlamda Açık Radyo için de geçerli olduğu düşüncesindeyim, bunu benimsiyoruz. Zaten bütün dünyadaki gazetecilik kurallarına, yayıncılık kurallarına da bu ilkelerin hakim olması gerektiğini düşünerek yürütüyoruz çalışmalarımızı. Hatta Robert F. Kennedy, Jr.’ın Crimes Against Nature adlı kitabından (Harper Collins, 2004) da bir alıntı yapayım –yine serbest bir çeviriyle: Amerikan Ulusal Basın Derneği’nin salon duvarlarına asılı bir plaketten okuyor gazetecilik amentüsünü: “Ben gazetecilik, mesleğine inanıyorum. Kamusal gazetenin kamusal bir güven meselesi olduğuna da inanıyorum” diye başlıyor amentü. “Onunla bağlantılı olan her şeyin, sorumluluk anlayışının son damlasına kadar kamunun güvenine yönelik olması gerektiğine inanıyorum. Bunun daha altında bir hizmet, bu güvene ihanet etmek anlamına gelir. Yani kamuya hizmet esastır; başka bir yerden alınmış talimat ya da başka bir çıkar ya da kâr beklentisi gösterilerek bireysel sorumluluktan kaçılamaz. Ve şuna da inanıyorum ki, bütün reklamlar, başyazılar, fikir yazıları da en iyi şekilde okurların, kamunun hizmetinde olmak zorundadır. İyi gazeteciliğin tek sınavı, kamuoyuna ne kadar hizmet ettiğidir, o kriterle ölçülür...” diyor.
AH: Anladığım kadarıyla, bu tanıma göre gazetecilik psikolojik bir alışveriş. Yani aslında, gazetecilikte temel mesele, net olarak, yalan söylemediğine dair, doğruyu söylediğine dair bir güvence yaratmak. Ve bu güvenceye gelecek her darbe, onu zedeleyecek her şey de doğrudan mesleği etkiliyor, öyle mi?
ÖM: Evet. Bu tam bir karşılıklı güven ilişkisi etik meselesi. Medya Konuşmaları program dizisine de bu sebeple etik meselesini konuşarak başlamıştık zaten, “kamu hizmeti yayıncılığı nasıl yapılabilir, günümüzün zorlayıcı şartlarında nasıl sürdürülebilir?” diye konuştuk.
AH: Açık Radyo’da kamu hizmeti yayıncılık ilkelerinin nasıl uygulandığı hakkında konuşabilir miyiz?
ÖM: Açık Radyo, 13 Kasım 1995’te, yani yaklaşık 11 yıl önce İstanbul ve çevresine yayın yapan bölgesel bir radyo istasyonu olarak hayata geçerken, kamu yayıncılığı ve bağımsız yayıncılık ilkeleri içeren bir manifesto ile başladı zaten yayınına. Açık Radyo Manifestosubunları öngörüyordu aşağı yukarı... 92 ortaklı bir anonim şirket, bir kolektif olarak kuruldu. Türkiye’deki radyo-televizyon yasasına göre tüm radyo ve televizyonların anonim şirket olmak zorunluluğu var. Açık Radyo da elbette böyle. Ama, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar gibi çalıştı hep. Daha sonra da faaliyetlerinde kâr amacı gütmeyeceği maddesi genel kurul kararıyla şirketin ana sözleşmesine de yazıldı.
AH: ‘Kolektif’ ne demek?
ÖM: Üç aşağı beş yukarı, eşit pay sahibi 92 ortaktan oluşan bir kolektif bu. Ortaklık belgesi olarak da bir taşbaskı resim veriliyor. Ressam, müteveffa Abidin Dino’nun 1’den 100’e kadar numaralanmış Tuğralar serisi litografilerinden biri. Resmin arkasında da şu ibare yazılı bu hisse senetlerinin:
“Özgür, bağımsız, demokratik, haysiyetli, duyarlı ve sıra dışı bir radyo kurma projesine 1995’te verdiğiniz desteğin Türkiye’de yeni projelere de örnek olması dileğiyle...”
Açık Radyo gibi projelerin çoğalması dileğini de ifade eden, bağımsızlığı temel şiar edinmiş olan bir radyo olarak kuruldu 11 yıl önce. Bildiğin gibi “kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine Açık Radyo!” diye de bir şiarı var. Bağımsızlık meselesine dönecek olursak; çoğulcu demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve temel insan hak ve özgürlüklerinin savunulması dışında hiçbir “ideolojisi” de yok. Yani, hem fikrî, hem maddi anlamda bağımsızlık amaçlanıyor. Hiç kimsenin payının %2’yi aşmadığı, dolayısıyla kimsenin “büyük ortak” olmadığı bir oluşum.
AH: Kimsenin patronluk yapabileceği bir durum yok.
ÖM: Evet, kimsenin kendi fikir ve çıkarlarını empoze edemeyeceği bir durum yaratılmasına çalışıldı ve 11 yıldır da böyle işliyor bu ilke. İkinci temel şart da, kültürel açıdan bakacak olursak, hiçbir ideolojiye bağlı olmaması, sadece katılımcı demokrasiye inanıyor. Hatta büyük para ve güç odaklarının sahipliği altındaki bir hayli baskıcı medya ortamında, Türkiye’nin ender bağımsız yayın organlarından biri olduğu da söylenebilir Açık Radyo’nun.
AH: Bu yapı içinde, içeriği sağlayan kadro nasıl bir ekipten oluşuyor?
ÖM: 11 yıllık yayın hayatı içinde, toplumun çeşitli kesimlerinden, meslek dallarından gelen, kimisi de işsiz olan, yaşları 10’la 75 arasında değişen toplam 756 kişi 725 program yaptı bugüne kadar Açık Radyo’da. Bir ordu yetiştirmiş olduğumuz iftiharla söylenebilir. Haftada 7 gün 24 saat yayın yapan bu radyoda da her hafta 170 programcı, 130 ayrı program yapıyor. Ayrıca her hafta en az 250 kişi ağırlıyoruz bu küçük koridor ve stüdyolarda. Yani bir curcuna doğuyor.
AH: Programcılar ne kadar ücret alıyor?
ÖM: Programcıların ortak özelliğini vurgulamak lazım; neredeyse tümü gönüllü. (Her gün düzenli yayınlanan ve büyük hazırlık gerektiren iki programın bazı programcıları hariç.) Yani herhangi bir ücret almıyorlar. Bu da dünyada benzerine çok sık rastlanan bir olgu değil bilebildiğimiz kadarıyla. Açık Radyo’da bir kişi, ölümünden sonra 6,5 yıl boyunca, ses kayıtları aracılığı ile program “yaptı”, tabii ailesinden izin alınarak. Bir kişi de doğumundan önce program “yaptı” 6 ay boyunca, kendisinden izin alınmadı tabii, annesinin karnında geliyordu stüdyoya. Bu 11 yıl içinde 11 bin civarında konuk ağırlandı; aralarında önemli düşünürler, yazarlar, çizerler ve sıradan vatandaşlar da vardı.
AH: Profesyonel kadro nasıl oluşturuluyor, Programcılar dışında teknik ekip ve diğerleri?
ÖM: Açık Radyo’nun profesyonel bir kadrosu da elbette var, bu sayı şu sırada 26, idari ve teknik işleri yürütüyor. Oldukça genç bir kadro, yaş ortalaması 33 civarında çıkıyor. Pek çok uluslararası bağı da oldu uluslararası radyolar camiasıyla; mesela Açık Radyo Avrupa’nın 4 radyosuyla Radyo Nova ile Paris’te, Multi Kulti Berlin radyosuyla, Viyana’da Mavi Tuna ile ve Varşova’dan Radyo 3’le ortak bir proje içinde, dünya müziği ve internet konularında ortak projeler yaptı. Halen de “Bir Dünya Müzik” programında olduğu gibi, Multi Kulti Berlin ve VDR Funkhause, Radio Sweden, P6 Europa Köln ve Radyo Bremen radyolarıyla ortak bir çalışma yürütüyor. Uluslararası ilişkilerden söz açmışken, Medya Konuşmaları programından da söz etmeliyiz: Medya Konuşmaları’nı Hollanda hükümetinden maddi bir destek alarak, gerçekleştirdik. Burada 38 saat boyunca program yapıldı, Türkiye’nin önde gelen gazetecilerini, akademisyenlerini, hukukçularını, sendikacılarını, meslek örgütü temsilcilerini vb. konuk ettik. Bu proje bize aynı zamanda, AC Nielsen gibi uluslararası bir araştırma kuruluşunun desteğiyle, Türkiye’de medya güvenilirliği konusunda hem kalitatif hem de kantitatif bir araştırma yapma ve bunu tartışma imkânını verdiği için de çok mutluyuz doğrusu.
AH: Kuruluş aşamasında böyle bir noktaya varacağı düşünülmüş müydü radyonun? Gelinen nokta tatmin edici mi?
ÖM: Bu kadar zorlu bir iş olacağını hayatta düşünmemiştik bir çoğumuz. Ama bu işin hayli kolay olduğunu düşünenler de var. Geçenlerde bize bir mektup geldi, zarfın içinden bir dergi çıktı – fanzin gibi bir şey: Fourth World Review adını taşıyor: aslında 40 yıldan beri fütüristik çalışmalar yapan bir kuruluşun dergisiymiş: Dördüncü Dünya Dergisi. Orada Açık Radyo’ya da ayrılmış bir kutucuk var. Şöyle yazmışlar:
“Herkes bir radyo kurabilir. Yani kafası açık, zihninde dürüstçe bir amaç bulunan ve bir de, engellerin üstesinden gelmek için biraz azimli olan herkes... Açık Radyo bunun kolay bir iş olduğunu kanıtladı. İstanbul’da karargâh kurmuş ve ticari olmayan bir kolektif olarak çalışıyor... 10 yıldan fazla bir zamandır da küresel iklim değişikliğinden savaş ve barış meselelerine, yerel yönetim meselelerinden kadın, çocuk, hayvan ve azınlık haklarına ve başka bir çok radikal meseleye dair yayın yapıyor”
Yani, radyoculuk bir bakıma o kadar kolay da sayılabilir belki, bilemiyorum...
AH: Bu yapının içinde programların içeriği, radyonun genel soundu nasıl tanımlanabilir?
ÖM: Açık Radyo’nun genel sadası haber, müzik ve kişilikten oluşuyor; böyle tanımlayabiliriz. Çok özel programlar yayınlandı 11 yıl boyunca, mesela özel aylarla ve haftalarla ilgili özel programlar ve belgeseller hazırladık. Bir kısmını hatırlatmaya çalışayım; Mesela 6-7 Eylül Olayları’nın 50. Yıldönümü, 75. Yıldönümünde Sacco ve Vanzetti’nin idamları, 20. Yıldönümünde Sabra ve Şatila Katliamı, 25. Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi, Birinci Yıldönümünde 11 Eylül, 30. Yıldönümünde 15-16 Haziran Olayları, 17 Ağustos Depremi, her yıl yıl sonu değerlendirmeleri, özel bayram programları gibi.
AH: Bunların dışında, hemen hemen hiç değişmeyen temel temaları, ısrarcı olduğu, peşini bırakmadığı ana konuları var. Bunları analım mı?
ÖM: Açık Radyo’nun temel ilgi alanları şöyle sayılabilir: Küresel iklim değişikliği, yani hayatın kaynağı olan doğaya karşı girişilen, belki en büyük tecavüz olan küresel ısınma. İklim krizine karşı uyarı çanlarını ilk günlerden beri çalmaya çalıştık. 2005 sonunda dünyadaki bütün çevre eylemcileriyle birlikte iklim değişikliği yürüyüşüne önayak olmaya çalıştık. “Karınca kararınca da olduk” diyebiliriz. Herhalde Türkiye’de alternatif enerji ile yapılan ilk radyo yayınını da biz gerçekleştirdik,. 1998’de Greenpeace’in güneş enerjisi ile çalışan kamyonundan bir yayın yapmayı başarmıştık. Bir de 2005’te Greenpeace gemisi Anna’dan naklen canlı yayın. Hatta orada garip bir tesadüf sonucu “Katrina kasırgası da yoldaymış, geliyormuş,” diye küçücük bir haber verdik. Daha o zaman 1 kuvvetindeymiş Katrina. Onu da söylemişiz. Tekrar kayıtları dinleyince fark ettik ki, daha sonra asrın en büyük facialarından birine yol açacak fırtınayı, kasırgayı da orada haber vermişiz.
AH: Çevre gazeteciliğinin yanı sıra, “barış gazeteciliği” diyebileceğimiz faaliyetleri de oldu Açık Radyo’nun.
ÖM: Savaş ve barış meseleleri, bizim için tabir caizse, iki temel “uğraşı alanı”ndan biri oldu hep. Açık Radyo yayına geçtiği gün, Bosna Hersek’teki savaş devam ediyordu, o da sözü ve müziği ile altta kalanların yanında oldu, aylarca Saraybosna’ya bağlanıp “Bosna Günlüğü”nü sürdürdü. Sonra, Irak’ın, uluslararası hukuka aykırı ve ahlâk dışı işgaline belki de dünyada ilk uyanan ve karşı çıkan mecralardan biri oldu. Savaş tamtamlarını istilanın 17 ay öncesinden “okuyup” anlamaya, anlatmaya da başladı. “Barış Bandı” programından izlendi bu gelişmeler, direnç yansıtılmaya çalışıldı. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük barış gösterilerinde 15 Şubat 2003’te Londra ve New York’la canlı yayın bağlantısı kuruldu. Türkiye Cumhuriyet tarihinin en önemli meclis kararlarından birinin alındığı, savaşa katılma tezkeresi kararının reddedildiği gün de oradaydık. Ankara’da, Meclis’ten 1,5 kilometre ötede yapılan tarihi kitle gösterisi sırasında Sıhhıye Meydanı’ndaydık. Tezkerenin reddine giden süreci naklen canlı yayınla o meydandan aktardı Açık Radyo. İstila ve işgalden sonra da günümüze kadar üç buçuk yıldır her gün sürekli olarak izliyoruz Irak’taki faciayı...
AH: Uluslararası boyutta, vicdan ve hukuk, barış ve adalet hareketlerinin takibi konusunda da epey etkinliği oldu değil mi Açık Radyo’nun?
ÖM: Irak Dünya Mahkemesi’nin İstanbul Nihai Oturumu’nda, tarihî Darphane-i Âmire binalarındaydı. Açık Radyo, tanıklıkları, suçlamaları ve Vicdan Jürisi’nin tarihi kararını 3 gün boyunca belli periyotlarla, naklen canlı yayında aktardı. Dünya barış hareketini, dünya adalet hareketini, Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle toplantısını, Cancún toplantısını, Dünya Sosyal Forumu’nu, Avrupa Sosyal Forumu’nu, Porto Alegre, Mumbai, Cenevre toplantılarını, Amerika Halklar Zirvesi’ni mümkün olduğu kadar içeriden ve gömülü medyanın dışından izlemeye çalıştı, halen de bu sessizliğin koyulaşan perdesini karınca kararınca aralamaya çalışıyor. Nükleer savaş ve silahlara karşı ünlü Russell-Einstein manifestosunun 50 yıldönümünde Hollanda Radyosu’ndan destek alıp bir belgesel yayınladı.
AH: Deprem gibi büyük doğal âfetler esnasında da yoğun haberleşme faaliyetlerinde bulunduğunu hatırlıyoruz...
ÖM: 17 Ağustos 1999’daki büyük Marmara depreminden itibaren Deprem İletişim Merkezi (ARDİM)’i kurduğunu, yoğun bir faaliyet gösterdiğini, 60 gün boyunca tüm formatını değiştirip, radyoyu kesintisiz bir telsiz çevrimine dönüştürmüş olduğunu, ihtiyaçlarla imkânları buluşturan bir köprü olmaya çalıştığını da hatırlatalım. Açık Radyo’nun deprem ve afetlere hazırlık konusundaki, “Altın Saatler” programı da 1999’dan bu yana 7 yıldır devam ediyor. Türkiye’de medyada bu konudaki tek program da bilebildiğimiz kadarıyla Açık Radyo’da... İnsanlar bu konuları pek duymak istemiyorlar herhalde ki, pek ilgi gösterilmiyor deprem ve âfet gibi meselelere...
AH: Açık Radyo’nun bir yan mecra ya da bir başka iletişim aracı olarak internet üzerinden yürüttüğü faaliyet nasıl?
ÖM: İnternet maceramız şöyle: yeryüzünde internetin daha yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir tarihte, 1997’de (yani bütün dünyada kullanıcı sayısı birkaç 10 milyon civarındayken) Açık Radyo’nun internet sitesi yayınlanmaya başladı. İnternet sitesi programlar, programcılar, yayın akışı ve radyonun genel yapısı hakkında temel bilgileri vb. içeriyordu. 11 Mayıs 2000 tarihinden bu yana, internet üzerinden canlı yayın olanağını da sağladık. Açık Radyo web sitesinin yanı sıra, 2001 Kasım’ında, internet kullanıcı sayısı henüz hâlâ 700 milyon bile değilken, biz ikinci bir web mekânını daha devreye soktuk: aciksite.com. Manifestosunda şöyle deniyor: “Dünyanın karanlık yüzüne tutulan küçücük bir el feneri olmayı amaçlıyoruz...” Yani “söz uçar yazı kalır” özdeyişine bağlı kalarak, mümkün olduğu kadar çok sayıda programın deşifre edilmiş metinlerini, dünyanın akıl ve vicdan sahibi düşünürlerinin, yazar ve çizerlerinin genel gidişata ilişkin hem orijinal, hem de çeviri metinlerine, çizim, görüntü ve linklerine de yer veriliyordu bu sitede.
Açık Site’nin oluşmasında da bir destek daha aldık: Açık Radyo dostlarının kurduğu ve Açık Radyo’nun fikren destek verdiği Açık Site, Açık Toplum Enstitüsü’nden, yani Soros Vakfı’ndan 2001’den başlayarak toplam 150 bin dolarlık bir proje finansman desteği sağladı. Bu kaynakla Açık Site kuruldu, kısa süre içinde de oldukça zengin bir içeriğe kavuşturuldu. Bir tür “sivil kütüphane” oldu doğrusu. Sonunda da 2005 yılında Açık Radyo internet sitesi ile birleşti ve tek bir site oldu; www.acikradyo.com.tr adresinde devam ediyor. Bugün 16 bin civarında yazı-çizi oluşturuyor bu sivil kütüphanemizi: programların, yayın akışının yanı sıra, dünyanın gidişatı hakkında, siyasi, sosyolojik analizler, sanat, kültür yazıları yer alıyor. Temmuz 2006 itibariyle 40 bin aylık ziyaretçisi var sitenin ve sayfa açılımı ayda 165 bin civarında. Oldukça ilgiyle izlenen, takip edilen, önemli bulduğumuz bir faaliyet de bu şekilde cereyan ediyor...
AH: Bağımsız bir radyo istasyonu kurmak ve yaşatmak amacına ulaşabilmek açısından girişilen çabalara bir bakalım mı?
ÖM: Bu konuda Dinleyici Destek Projesi’nden bahsetmemiz gerekiyor herhalde esas itibariyle. Bağımsızlığın en önemli çözüm arayışlarından birini oluşturuyor Dinleyici Destek Projesi. 2004’ten beri devam ediyor, 2006’da üçüncüsünü gerçekleştirdik. Bir bakıma Açık Radyo’nun yaşam biçimi olarak ifade ettik bunu. Bağımsızlığın “sürdürülebilir olmasını” hedefliyordu diyebiliriz. Dinleyici Destek Projesi, 2004 yılının Mart ayında “Açık Radyo Dinleyicisini Arıyor!” şiarıyla başladı. Kurucuların ve gönüllü programcılarının kolektif çabasının, dinleyici katılımı ile tamamlanmasıydı amaç, yani birkaç bin dinleyicinin her yıl tekrarlanan, sürekli maddi katkısı ve fikrî katılımıyla, sürdürülebilir, kalıcı bir mecra olma hedefine ulaşmaktı. “Sürdürülebilir bağımsızlık” diye bir tanım bile bulduk bunun için.
Bu kapsamda dinleyiciler seçtikleri bir programın bir saatine destek verebiliyorlar, birden fazla program ya da aynı programın birden fazla saati desteklenebiliyor, dinleyiciler de isterlerse taksitlendirerek, kredi kartıyla, telefondan, internet üzerinden veya banka havalesiyle destek verebiliyorlar. Seçilen program yayınlandığında destekçinin adı programın başında ve sonunda anılıyor.
AH: Amerika’da kamu hizmeti yayıncılığı yapan radyo ve televizyonlarda kullanılan bir model ama Türkiye’de pek uygulanmış bir şey değil galiba?
ÖM: Bu oldukça ilginç bir model, Türkiye’de bilebildiğimiz kadarıyla ilkti. 2004 yılında Açık Radyo’nun 2250 destekçisi oldu, bu da, Açık Radyo’nun yaklaşık 2,5 aylık giderini karşılıyordu. Bu 2,5 ay insana küçük bir miktar gibi gelebilir, ama aslında hatırı sayılır bir şey. Çok önemli, çünkü işin yüksek masrafları var: Yani kule kiraları, verici elektrik parası, RTÜK payları vb. Yani pahalı bir iş aslında radyo yayıncılığı. 2005’te 1710 destekçisi oldu Açık Radyo’nun ve yaklaşık 2 aylık giderlerin karşılanması mümkün oldu. “Çoğalıyoruz” başlığı altında yaptık o yıl destek projemizi. Üçüncüsü, 2006 yılında, bu sefer “Hep Açık Radyo” başlığı ile yaptık. 2006 Özel Yayını 11-19 Mart 2006 tarihlerinde 9 günde 99 saat boyunca sürdü ve kimi dinleyicilerle programcıların da “unutulmaz” diye nitelendirdiği oldu.
AH: Dinleyici Destek Projesi’nin bu seneki 3. ayağı, Açık Radyo’nun 10. yıldönümüne de denk geldi ve geömiş 10 yılın bir çeşit muhasebesi de yapıldı galiba?
ÖM: Tastamam öyle. Eski ve yeni yaklaşık 100 gönüllü programcımız, 10 yılda dünyanın, ülkenin, radyonun, Açık Radyo’nun sözünü, müziğini, hatta kimi zaman bizzat kendilerinin nereden gelip nereye gittiğini bu özel yayın günleri içinde derinlemesine ele aldılar. Bunlara “panel” dedik, elbette kendi ilgi ve bilgi alanları kapsamında yaptılar bu panelleri programcılarımız. Açık Radyo programcılarının bir çoğu, kendilerine özgü bilinmeyen yönlerini de, insani zaaflarıyla birlikte büyük bir alçakgönüllülükle sergilemekten çekinmedi bence. Yani böylesine ilginç tahlillerde bezeli, 40 küsur paneli 9 günlük bir özel yayın çerçevesi içine sığdırdık. Bu da Açık Radyo’ya özgü bir hoş zenginlik sayılabilir belki.
AH: Aynı zamanda bir çeşit “ünlüler resmi geçidi” de oldu, değil mi?
ÖM: Evet. Aynı günlerde de, ülkenin müzik, edebiyat, sinema, tiyatro, stand up gibi alanlarda önde gelen 25 ismi de Açık Radyo’nun “müstesna konukları” olarak özel yayına birer programla katıldı, Açık Radyo’ya destek oldu. Kimi ilk kez radyo programı yapıyordu, kimi eski radyo sihrini bir kaç saatliğine aniden geri getirdi, bazılarının da radyoculuk geçmişleri olduğunu bu vesile ile öğrendik. Böyle tanınmış isimleri, böylesine değişik kişisel performanslarla bir çatı altında toplamak da Açık Radyo’ya özgü bir performans olarak nitelendirilebilir herhalde. Dinleyici Destek Projesinde son rakam 2500’e ulaşacak gibi görünüyor bu yılın sonuna kadar. Bu yılın da 3 ayının giderini karşılaması bekleniyor. Tabii rakamların yanında dinleyicimizin “dokunsal” dediğimiz katkısının da bu yıl en yüksek noktaya ulaştığını söylememiz doğru olabilir.
AH: Yani?
ÖM: Yani bundan 11 yıl önce, daha radyo filan yokken ortada, Açık Radyo manifestosunda ‘radyo ne işe yarar?’ diye bir soru sormuş ve demiştik ki, “belli bir fikrî ve kültürel yapısı olan insanların bir arada olacağı bir tartışma platformu sağlamaya” yarar. “Çünkü bu bizim ortakprojemizdir” diye bitiyordu manifesto. 11 yıl önce, manifesto zamanında dahi düşlenmemiş bir şeyin ete kemiğe bürünmekte olduğunu da itiraf etmeliyiz, her türlü kendini beğenmişliğimizi bir kenara bırakırsak. Çocuklara, hatta torunlara miras bırakılabilecek bir değerler meselesi olduğu ortaya çıktı. Yüzlerce mektup geldi 2006’da yürüttüğümüz Dinleyici Destek Projesinde...
AH: Örnek verebilir miyiz?
ÖM: Bir ya da iki tanesini seçersek, mesela “destek olmak için çok nedenim var,” diyordu Hüseyin Kargın, “ama benim için en önemli neden şu; kızımın kendi isteği ile bir radyo kanalını seçebileceği gün, Açık Radyo’nun açık olmasını istiyorum. Bunun için yaptım.” diyordu. “Benim küçük kızım Derin henüz 16 yaşında. Hayatımızda önemli bir yer tutan Açık Radyo’nun çocuklarımıza da miras bırakabileceğimiz en önemli değerlerden biri olduğunu söyleyeyim.” diyordu Bahadır Balipaşa. Son bir örnek vereyim: “Dünyanın büyük bir aymazlıkla ve hızla kendi kendini tüketişine rağmen, insan soyunu dünya üzerinde var oldukça dilerim hep yanımızda, kulağımızda olursunuz” diyen Ferah Kutluçınar’ın da mektubunu anmak da anlamlı olabilir diye düşünüyorum.
AH: Bu örneklerden kalkarak, epey zamandır unutulmaya yüz tutmuş bir toplumsal dayanışma duygusunun bir şekilde canlanmakta olduğu söylenebilir mi?
ÖM: Evet, dinleyicilerle ve Açık Radyo dostları ile epeydir böyle bir yakın iletişim halindeyiz. Bir de bu seneye özgü bir şey yaptık: “Natürmort” adını verdiğimiz bir sergi düzenledik, ondan da bahsedeyim. “Yaşama tarzımızı değiştirmek için, kendi kendimizle mücadele edecek bir şeye ihtiyacımız var. Kendi hükümetlerimizi de, karar alıcılarımızı da bu dehşet verici büyüklükteki iklim krizi tehdidini, varoluş krizini ciddiyetle karşılamaya zorlayacak, yeni bir vatandaş hareketi yaratalım” diyoruz ya hep...Sonuç olarak, hem acıklı hem de gülünç bir kelime oyunuyla, “Natürmort” (Ölü Doğa) temalı bir sergi yapalım dedik. Aslında, birden fazla amacın gerçekleştiği harika bir olay oldu bu. Çok kültürlü, çok sesli bir toplumsal yapıyı hedefliyoruz bir yandan. Sanatçıların, yani bir anlamda toplumun öncü kesiminin manevi-maddi desteğini de hep görmüştük; geçtiğimiz yıl bunun doruk noktasına ulaştığı bir yıl oldu. 83 sanatçı ve 6 sanat galerisi, eserlerini ve mekânlarını bu işe tahsis ettiler. Sanatçılar, sergilenen eserlerinin gelirlerini Açık Radyo’ya bıraktılar. Üstelik, iklim değişikliği gibi önemli bir tema etrafında olması bu serginin çok önemliydi. Mükemmel bir dayanışma gösterisi oldu. Ayrıca Natürmort sergisine sponsorluk yapan 3 şirket de bu dayanışma zincirinin bir diğer halkasını oluşturdu diyebiliriz.
AH: Sonuçta Açık Radyo bağımsız bir mecra olarak nerede duruyor? 11 yıllık bu yayın macerasında bu amaçlarına ulaşabildi mi? Ya da, ne ölçüde ulaştı? Gerek sözlü programlarda, gerekse müzik programlarında başta düşünülen hedefler tutturulabildi mi?
ÖM: Sonucu bağlamak kolay bir iş değil tabii. Biz işin başından beri ana akım medya dışında bir yere konuşlandırmıştık kendimizi. “Alternatif bir yayın” diyebilir miyiz, bilmiyorum, ama Açık Radyo uzun yıllardan beri dinleyicinin ruhunu karartmak pahasına da olsa, sürekli bu tarzda bir yayın yapmaya çalışıyor. Katılımcı, çoğulcu demokrasinin, açık toplumun gelişmesinde hayatî olduğunu bilgisini paylaşmaya çalışıyor. Müzik de, çeşitli kültürler arasındaki alışverişin en önemli köprüsü olarak düşünülüyor radyomuzda. Yani “mesajı yaymak” gibi “misyonerce” bir rolden bahsedebiliriz, bir yurttaş hareketi yaratılmasında küçücük bir payımız olsun diye. Açık Radyo kamu hizmeti yayıncılığını bu şekilde görüyor. Bu macera içinde, bilumum çıkar ve sermaye gruplarından, devletten ve diğer her türlü güç ve servet odağından da bağımsız, dürüst ve adam gibi bir yayın çizgisini sürdürmeye azami özen gösteriyor.
AH: Bu çizgi başından beri hep böyle miydi? Yani, düz bir çizgi miydi yoksa kırıklı, kesikli, dolambaçlı bir çizgi mi?
ÖM: Bugüne kadar 11 yıl böyle gitti. Yapılmış olan sayısız hataları saymıyorum tabii. Bu bağımsız duruşla bir anlamda alternatif bir mecra sayılabilir belki Açık Radyo. Gerek kuruluşu, gerek yapısı ve işleyişi, gerekse de sözel ve müzik programlarıyla, ayrıca internet üzerindeki yayınlarıyla 3 temel şey yapmaya çalıştı diyebiliriz: Dünyanın gidişatı konusunda bir bilgi ve duygu paylaşımında bulunmak birinci amaçtı; çünkü bu bilgi ve duyguların paylaşımı olmazsa vatandaş olarak kendi kaderimizi başkalarının tayin etmesine bırakmış oluyoruz ki bu da demokrasinin serpilip gelişmesi açısından hiç iyi bir zemin olmaz. İkincisi, ciddi bir tartışma, etkileşme platformu olsun ve yalnız bununla da kalmasın, geleceğe ilişkin örgütlenmeye yönelik bir çeşit forum olsun istedik Açık Radyo. Üçüncüsü, bu ikisinden çıkan sonuç zaten: Başka bir dünyanın mümkün ve hatta zorunlu olduğunu gösterme yolunda küçük bir çaba olarak tanımlanabilir Açık Radyo’nun bütünü. 11 yıl boyunca asıl yapmaya çalıştığı bunlardan ibarettir diyebiliriz. Son olarak Noam Chomsky’ye bir atıfla bitirecek olursak: “Mesele her şeyin ötesinde bir varoluş meselesine dayanıyor. Yani biz özgür bir toplumda mı yaşamak istiyoruz, yoksa kendimize empoze ettiğimiz bir totaliter dünyada mı? Mesele, buna karar verme meselesi. Bu seçeneklerden hangisini seçeceğimiz sorusu da sizin ve benim gibi insanların cevap vermesi gereken bir soru.” Ben bu görüşleri kendi görüşlerime oldukça yakın buluyorum ve radyomuzun da çalışma tarzının da bu ilkelere, bu seçime yakın düştüğü düşüncesindeyim. Yani, bizim elimizde aslında her şey. “Mesele, doğru dürüst bir yayıncılık, gazetecilik yapacak mıyız, yoksa kendimizi bir tür totaliter anlayışa teslim edip elitlerin ve devletin paralı askerleri mi olacağız meselesi” diyor Chomsky. (Media Control: The Spectacular Achievements of Propaganda, Seven Stories, 1997) Ben de Chomsky’ye katılıyorum.