Medya Konuşmaları XXX: Medya ve Savaş

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün tecrübeli savaş muhabiri, yazar ve NTV Haber Müdürü, gazeteci Mete Çubukçu ile beraberiz. Hoş geldin.

 

Mete Çubukçu: Merhaba, hoş bulduk.

 

ÖM: Özellikle bugünlerde çok güncel ve gündemde olan, “Türkiye Lübnan barış gücüne asker yollasın mı yollamasın mı?” tartışmalarının olduğu bir sırada, medyanın savaş sırasındaki tavrı konusunda konuşmak istiyoruz bugün. Medyanın, savaş sırasında nasıl bir tutum izlemeli, hangi fotoğrafları yayınlayabilir, neyin ne kadar detayına girebilir gibi konularda kendisini çok ciddi bir şekilde sorgulamasının zamanı. Senin de tam bunun üzerinde yazılmış bir yazın 3 Eylül’de Radikal 2’de yayımlanmışken, bunun üzerinde bir etraflı tartışma yapalım dedik. Medya savaşı nedir?

 

MÇ: “Medya Savaşı” ya da “Savaştaki Medya” tartışması, Lübnan’daki saldırı ile başlamış değil. Özellikle son yıllarda, Afganistan saldırısı, Irak’ın işgali ve en taze örneği Lübnan ile yoğunlaştı. Filistin’de yıllardır devam eden savaşı da buna ekleyebiliriz. Medyanın bu  “neyi ne kadar, nereye kadar göstermeliyiz”temelindeki varoluşsal sorusunu 2. Dünya Savaşı’na, Vietnam Savaşı’na, Falkland Savaşı’na kadar götürebiliriz. Çünkü oralardan gelen bir takım dersler, tecrübeler var, hem medya, hem hükümetler hem ordular ve kamuoyları açısından. Bütün bunlar üst üste konularak bugünkü tartışmalara kadar geliniyor. Bugünkü tartışmaların ana eksenini ne oluşturuyor? Üniversitelerde iletişim üzerine çalışanların, gazetelerin televizyonların mutfaklarındaki editörlerin, alandaki muhabir, foto muhabiri ve kameramanların sordukları soru hep aynı: “Özellikle fotoğraf ve video görüntüsü temelinde savaşlarda neyi ne kadar göstereceğiz? Acaba gösterdiklerimiz gerçekten o anı, o olayı yansıtıyor mu, yoksa bir dezenformasyonla mı karşıya karşıya kalacağız? Bu yayınladığımız fotoğraflar okuyucuyu rahatsız eder mi? Çocuklar nasıl etkilenir?”

 

Diğer tarafta, “medyanın gerçekliği” ile “hakiki gerçek” arasında fark var tabii ki. Savaşta olanla, medya mutfaklarında o olayın yansıtılış biçimi farklı oluyor. Kullanılan fotoğraf, haber dili, habare atılan manşet burada çok önem kazanıyor. Hep sözü edilen hakiki gerçeklikle, medya gerçekliği arasındaki gidiş geliş her zaman var. Bir de hükümetler ve ordu bazındaki propaganda boyutu ve medyanın maniple edilmesi de bunlara eklenebilir. Savaşlar medyanın en zor sınavlarıdır. Dezenformasyona en açık, maniple edilmeye müsait, ordular ve hükümetler tarafından kullanılabilen durumlardır savaşlar. Savaş koşulları, medya için en önemli turnusol kâğıdıdır diyebiliriz. Herkes medyayı kullanmak ister, medya da bilinçli ya da bilinçsiz olarak buna alet olabilir. Kamuoyu boyutuna gelince; zaten tüm bu tartışmalar haberin ulaşacağı insanlar adına yapılır ki, en kötüsü de budur. Çünkü onlar adına karar vermek durumundasınızdır. Bunun için başvurulması gereken temel nokta gazeteciliğin olmazsa olmaz kurallarıdır. Yani objektiflik ve gerçeği iletme. Ya da gerçeğe en yakınını iletmek. Çünkü gazeteciliğin miti objektiflik de son yıllarda tartışılmaya başlandı

 

ÖM: Özellikle İsrail’in bu konuda geniş bir tecrübesi olduğu ve başarılı bir şekilde medyayı kullandığı açık, ama bunun bütün ABD başta olmak üzere dünyada yaygın olduğu söylenebilir. Biz de bu Lübnan meselesi sırasında, radyo yayıncısı olmamıza rağmen, sadece bu fotoğrafların tasviri konusunda dahi kendimizi sorguladık. Mesela Robert Fisk, Lübnan’daki saldırılarda, BM memurlarıyla görüşmesinin hemen arkasından kendisine olay yerini, bir bombalama mahallini gezdiren insanların, bir süre sonra bombalanarak öldürülüşünü çok ayrıntılı tasvir eden etti. “Biz bunları ne ölçüde yansıtmalıyız?” tartışmasını da yaptık. Senin de yazında sözünü ettiğin gibi, Radikal gazetesi birinci sayfadan verdi, Independent da ölmüş bir bebeğin, bir bez bebek gibi duran fotoğrafını, “biz bununla ilgili bir şeyden bahsediyoruz ve yardım kampanyasını da örgütlüyoruz” diye birinci sayfasından yayımladı. Nerede ve nasıl durmalıyız?

 

MÇ: Lübnan saldırısını baz alacak olursak, ben bu fotoğrafların en azından “gösterilebilir” olanlarını göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. Eğer bir insan, bir bebek, bir sivil bombalanan binanın altında kaldıysa, savaşın gerçeği buysa neyi saklayacağız ki? Bu insanların Kana’daki binaya Hizbullah tarafından yerleştirip yerleştirilmediği tartışması yapıldı. Hizbullah bunu daha sonraki aşamada propaganda malzemesi yapmak için mi planladı? Bunlar aslında içinden çıkılması zor sorular. Ben Kana katliamının propaganda malzemesi olarak kullanılmak için planlandığını düşünmüyorum. Çünkü o süreçte Lübnan-İsrail sınırındaydım. Askeri istihbaratın televizyonlara verdiği görüntüleri seyrettim. Askeri istihbarat, çok karanlık, siyah-beyaz bir görüntüde bir binanın arkasından ateşlenen Katyuşa füzelerini ve rampalarını gösteriyordu ve şu söylendi: “Bu bina o bina olabilir ama kesin karar vermek zor.” Eğer İsrail bir konuyu konfirme ettiyse ve garantilediyse bunu ısrarla sürdürür. “Bu bina Kana’daki binadır” der, ama denmedi, hep soru işareti bırakıldı. O insanların neden orada olduğunu biliyoruz. Kana’daki olaydan öte, yüzlerce bina bombalandı ve insan öldü. Yani sadece oraya sıkışıp kalırsak, diğerlerini de göstermemek gerekir ki bu da olmaz. Geçmişte de yaşandı benzer örnekler. Bosna savaşının en kanlı günlerinde Saraybosna’da Pazar katliamı yaşandı. Giderseniz izlerini hâlâ görebilirsiniz. Yine kalabalık bir su kuyruğundaki insanlar katledildi. Daha sonra bu iki saldırıyı da Boşnak kuvvetlerin dünyanın dikkatini çekmek ve Sırpları suçlamak için planladığı iddia edildi. Büyük bir yalandı. Saraybosna çevresindeki mevzilerin açısına, Sırpların konuşlandığı yerlere baktığınızda gerçeği anlayabiliyordunuz. Daha sonra bu iddiadan hiç söz edilmedi. Ama kafa karıştırmak için yapıldı bunlar. Toparlayacak olursak medya bunları göstermek zorundadır. Tabii ki bu görüntülerin de sınırı var. Yani, durumu yeterince göstermek ve “savaş bu” demek gerekiyor. Yoksa parçalanmış cesetlerin gösterilmesinden söz etmiyorum. Ama, görmediğimiz gösteremediğimiz o kadar çok şey var ki. Örneğin, 2. İntifada sırasında Cenin saldırısı vardır, mülteci kampı yerle bir edildi. Bazıları katliam dedi, İsrail ise ölü sayısının o kadar olmadığını ve propaganda için sayının abartıldığını öne sürdü. Katliam olması için kaç kişinin ölmesi gerekir bilmiyorum. Yüzlerce kişi ölmemişti ama Cenin’deki kamp yerle bir olmuştu, deprem geçirmiş gibiydi. Zaten haritadan silindi. Sonuçta kelimeleri dikkatli seçerek görüntüleri esirgememek gerekir. Cenin’deki görüntüler söze yer bırakmadan ne olup bittiğini açıklıkla ortaya koyuyordu.

 

Körfez Savaşı’nda Bağdat’ta Ameria katliamı vardır. Amerikan güçleri sığınağı vurmuştu. Oranın sığınak olduğu Amerikalılar dahil herkes tarafından biliniyordu. Yüzlerce insan öldü. Onun da propaganda olduğunu söylediler. Orayı gördüm, daha sonra fotoğraflara baktım. İnsanların yanmış cesetleri duvarlara yapışmış durumdaydı. Gerçekten dört dörtlük bir sığınaktı. Özellikle havalandırma deliğine atılmıştı füze. Daha sonra insanların buraya kasıtlı olarak yerleştirildiği ve Saddam yönetiminin propaganda için burayı sığınak gibi gösterdiği söylendi.

 

Dolayısıyla bu tür olayların bilinçli bir propaganda malzemesi olduğunu,  savaş anında ve o karmaşada bunlar birebir hesaplanır diye düşünmüyorum. Ama her zaman yanılma payımız ve yanıltıma ihtimalimiz de söz konusu.

Bu tartışmalar bitmez ama şunu düşünüyorum; Kana olmayabilirdi, onu bir kenara bırakabiliriz; peki bütün bu olanları, mesela Beyrut’a yönelik saldırıdaki görüntüleri ve cesetleri ne yapacağız? Yani ne kadarını saklayacağız ya da bunların ne kadarının propaganda olup olmadığını bileceğiz? Tabii ki bir takım dengeleme mekanizmaları var. Ama o anda onu düşünemezsiniz. Enkaz altında kalmış bir çocuğun bir tek eli ya da bebeklerin kameralara karşı kaldırılması, o savaşın ya da benzer savaşların gerçeğidir. Yani bunu göstermeyerek, “aslında olmadı” mı diyeceğiz.  Kim yaparsa yapsın savaşın bunlara mal olduğunu söylemek, göstermek lazım.

 

Parçalanmış cesetler, gerçekten bakılmayacak derecede insanı çok rahatsız edecek görüntülerdir. Bunlar zaten eleniyor, gösterilmiyor, ne gazetelerde ne televizyonlarda. Yani böyle bir otosansür zaten var ama savaşlar da o kadar masum değil, hep beraber gördük. Bu insanları ya da bu görüntüleri ne yapacağız? Savaşın kendi gerçekliğinin üzerini mi örteceğiz? Savaşı çıkarıp bunlara neden olanlar daha sonra yaptıklarını örtmeye çalıştıkları takdirde bizim gerçeği arayışımızın ne anlamı var ki?

 

ÖM: Burada çok önemli gibi görünen noktalardan bir tanesi de şu; Birinci Körfez Savaşı’nda medyanın herhangi bir şey göstermeme tavrı, Baudelaire’in ünlü lafında olduğu gibi “o savaş hiç olmadı” diyecek hale kadar ileri götürüldü. Buradan bakınca, bir ölçüde bir mesafe kazanmış gibi ,gözüküyoruz doğrusu. Birinci Körfez Savaşı’nda, çölde Irak askerlerinin kavrulmuş cesetlerinin fotoğraflarına da savaş bittikten çok çok sonra ve çok kısa bir an için ulaşabilmiştik. Biz o savaşı yok saymakta haklıydık bir ölçüde Baudelaire’in dediği gibi. Şimdi en azında hiç olmazsa daha bir gözümüzün önünde olan biten bir şeyi görmekte olduğumuz söylenebilir. Biz de Açık Radyo’nun internet sitesine Lübnan’dan gelen fotoğrafları aramızda tartıştıktan sonra koyduk, çünkü bu da gerçek.

 

MÇ: Aslında çok iyi bir noktayı hatırlattınız. 1. Körfez Savaşı’nda Basra tarafında kaçan Irak ordusu konvoylarının vurulması sahnesi vardır. Bu karelere çok sonraları ulaştık. Askeri aracının direksiyonunda kavrulmuş bir asker cesedidir bu. İnanılmaz bir fotoğraftı. İnsan baktığı zaman çok kötü oluyor. İşte savaşın gerçeği odur, hakiki gerçek de odur. Peki seyirci 1. Körfez Savaşı sonrasındaki savaşlarda Afganistan’da ne gördü? Uzakta bir şeyler oluyor ve bunları uzaktan seyrediyoruz. “Bu gördüğünüz savaş değil, biz savaşmıyoruz, orada kimse ölmüyor” demeye getiriyorlardı.  Ortada ne ceset ne insan ne de acı var. Bunu adını da “temiz savaş” koydular. Savaşın gerçekliğini cesetleri göstermez, uzaktan o korkunç bombalarla vurursanız kimse bir şey göremez.  Ne demek temiz savaş? Savaş dışı bir his yaratıyorlar. Bunlar bilindiği gibi uzaktan ve havadan devam eden savaşlardır, askerlerin karaya indirilmediği ve az zayiatın amaçlandığı bolca sivil hedefin vurulduğu savaşlardır. Ancak bunun bir de karşı tarafı vardır. Bizim o uzaktan baktığımız görüntülerde aslında inanılmaz ölümler vardır. Ama biz kendi zayiatımızı ve karşı tarafa verilen zararı ölümleri göstermediğimiz ya da görmediğimiz için, kamuoylarında bunlar “temiz”, “zararsız” savaşlar olarak algılanmaya başlandı. Video oyunlarına benzetildi ki, hakikaten bu savaşların simülasyonları bugün bütün bilgisayar oyunlarında mevcut. Sonuçta bu düzeye indirgediler savaşı. Dolayısıyla savaşın kendi gerçekliği ve içeriği boşaltıldı. İşte Baudelaire’in Birinci Körfez Savaşı’nı kastederek  “aslında savaş bile olmadı” dediği nokta budur.  Çünkü kimse bir şey görmedi.

Irak savaşında Bağdat’ın bombalandığı ilk gece oradaydım ve durumun hiç de ekranda görüldüğü gibi olmadığını bir kez daha anladım. Çok korkunçtu, ama savaşı devam ettirmek isteyen taraflar ve egemenler bunların görülmesini istemiyor. Neyin gösterilip gösterilmeyeceğini orduların, hükümetlerin, -bunlara sosyolog ve psikologları da ekleyebiliriz- hep birlikte karar verdiklerini düşünüyorum. Vietnam’daki My Lai katliamı sonrası kamuoyunun savaşa karşı nasıl tavır aldığını hatırlayalım. My Lai ABD’nin Vietnam’da, kamuoyu nezdinde kaybetmeye başladığı noktadır. Askerler artık bu tür görüntülerin etkisini biliyor ve görülmesini istemiyorlar, “iliştirilmiş gazetecilik” müessesesi de bu ihtiyaçtan üretildi. 

 

Irak Savaşı ile birlikte en üst noktaya varan iliştirilmiş gazetecilik de “haber kontrolü”nün bir başka ayağı. İliştirilmiş gazeteciliğe kategorik olarak karşı değilim. Bu bir tercihtir. Ancak aslolan bağımsız gazeteciliktir. Ordular, bağımsız gazeteciliği bitirmek istiyor. Irak savaşı sonrasında Budapeşte’de katıldığım bir konferansta, bir İngiliz askeri yetkili, “iliştirilmiş gazetecilik yönteminden memnun olduklarını”söylemişti. Askerler memnunsa bunda gazetecilik açısından bir problem var demektir.Çünkü ağırlık bu yönteme, iliştirilmişlere verildiği zaman, gazetecilik kendi gerçekliğinden kopuyor. Askerlerle birlikte hareket etmeyi gerektiren, onların izin verdiği oranda haber yapılabilen, onların verdiği bilgileri, bir tür askeri bültenleri haberleştiren gazetecilik anlayışı bu. Asıl bu yöntemle geçilen haberleri daha iyi kontrol etmek, daha iyi okumak ve dikkat etmek gerekiyor. Eğer, savaşın tüm cephelerinde ekipleriniz varsa, bağımsız hareket eden ekiplere de sahipseniz, savaşı her cepheden izleyebilirsiniz. Medya kuruluşlarının özellikle savaşlarda bağımsız gazetecilik için mücadele etmesi gerekir. Irak savaşı sonrasında bu yönde tartışmalar başladı. İliştirilmiş gazetecilik, hem askeri kayıpları hem de karşı taraftaki sivil kayıpları göstermemek, olabildiğince sansür etmek üzerine kuruludur.Yapılan, tanklarla ilerleyip, uzun süredir birlikte olduğunuz ve duygusal olarak da bağ kurduğunuz askeri birliklerin içinden haber yollamaktır. Bu da “haber” anlamında zordur. Irak savaşında iliştirilmişlerden hangi haber ve görüntüleri hatırlıyoruz ki? Ben bu yönteme “asker gazeteciler” diyorum, Ragıp Duran da “askeri yatılılar” diyor yanılmıyorsam. Bundan sonraki savaşlarda bu yöntemi daha da abartacaklar gibime geliyor. Bu siyasi ve askeri taktik medyaya da yansıyor. Ortada siyasi bir karar var ve bu siyasi kararı uygulayanların medya etiği gibi dertleri yok. Savaş gibi etik dışı bir durumu sürdürenlerin, medya etiği tartışmasına girmeye hakları yoktur, yani, “şunu gösterin bunu göstermeyin insanlara zarar veriyorsunuz” demeye hiç hakları yoktur.

 

Medya etiği boyutunda, medyanın “alet” olup olmaması boyutunda tartışmamız lazım. Tabii ki medyanın etik anlamda belli sınırları var, daha dikkatli, daha soğukkanlı olmak lazım.

 

Avi Haligua: Medyaya nasıl yansıyor? Bunun bir mekanizması olması lazım herhalde, ya askeri ya da hükümet kesiminden birilerinin bununla ilgili genel kurallar belirliyor olması ya da bunun kendiliğinden biliniyor olması lazım ki medya da buna göre hareket ediyor olabilsin.

 

MÇ: Medya taraf olabiliyor, hatta bizzat taraf olabiliyor. Irak savaşında olduğu gibi bazı medya organları savaşı bizzat desteklediklerini açıklamışlardı. Böyle bir durumda medyaya etik dersi vermeleri ironik oluyor. Evet, medya bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak taraf olabiliyor. Dikkatsizlik, zamana karşı yarış da bunda etkili olabiliyor.

 

Irak işgalinde gördüğümüz gibi, medya bizzat taraf oldu, “evet işgal etmeliyiz, savaşmalıyız” diyenler vardı. Bu ne demek? “Öldürmeliyiz, yani bu savaşı devam ettirmeliyiz.” Ceset görüntüleri vermek istemeyenler hatırlayacak olursak Bağdat’a atılacak binlerce tonluk bombaların fotoğraflarına gurur duyarak ve hiçbir eleştirel yaklaşım olmadan sayfalarında yer verdiler. Yani katliam aracını öveceksin ama katliamı saklayacaksın.Bu yüzden İsrail’in saldırısını, jetlerin 1500’e yakın sortide bıraktığı bombaların verdiği zararı ve ölümleri saklamamak gerekir.  Zaman zaman yanılabiliriz. hepimizin başına gelebilir aslında, yani hem savaş alanlarında hem de gazetenin televizyonun mutfağında çalışan editörlerin, çünkü savaş koşulları gerçekten normal gazetecilik akışının biraz daha dışında gelişiyor, yani bire bir kontrol etmek, konfirme etmek, haberi bekletip vermek gibi bir şans çok da olmayabiliyor. Dolayısıyla yanılma ve yanlış yapma riski artıyor.

 

Bazı medya kuruluşları bizzat karar verip savaşı destekliyor, gerçek görüntüleri göstermiyor, görünmemesini sağlıyor, ona da medya etiği çerçevesinde ‘kılıflar’ bulunabiliyor. Benim hiç unutamadığım bir örnek vardır; CNN International’ın yönetim kurulu üyelerinden biri Irak’ın işgali sırasında yine aynı tartışmayı yapıyordu, “Ortadoğu ve Arap televizyonları cesetleri çok fazla gösteriyor, biz bunları göstermekten kaçınıyoruz, çünkü bizim seyircimiz buna alışkın değildir ama onlar buna alışkın” demişti.

 

ÖM: Açıkça ırkçı bir ifade var.

 

MÇ: Tabii, ayırımcılık, ırkçılık ve aşağılama söz konusu. Yani “sizler hayatınızın her alanında vahşetle iç içesiniz, savaşı destekliyorsunuz, şiddet sizin hayatınıza içkin” denmek isteniyor. Sonra çıkıp “bizim kültürümüz bunu kaldırmaz, biz daha rafine bir seyirciye sahibiz” diyebiliyorsunuz. Tabii ki hep sınırlar var, ama bu “rafine” anlayış bir medya anlayışı değil, bu kültürel ayrımcılığı gösteriyor. Dolayısıyla, bugün Amerika’daki bir sürü sıradan insan, hâlâ “biz Irak’a insanlara yardım için, demokrasi götürmek için, barış sağlamak için, vs. gittik ama onlar bizim askerlerimizi öldürüyor” diyebiliyor. Haberleri yok, ilgisizler. Bunda medyanın göstermemesinin ya da gerektiği kadar göstermesinin payı var. Çünkü insanların rahatsız olmaması, vicdanlarının sızlamaması, haberlerinin olmaması isteniyor. Ancak savaş böyle bir şey değil ki. Ben bu görüşte olanların medya ahlakı üzerine konuşmaya hakları olmadığını düşünüyorum.

 

AH: Irak’ta kitle imha silahlarının olduğuna inananların sayısı, hâlâ %51’in üzerindeydi 1-2 ay önceki araştırmada.

 

MÇ: Siz bu kadar gerçeklik dışı bir steril ortam görüntüsü yaratırsanız sonuçta sizin okurunuz ve seyirciniz, -ortalamadan bahsediyorum, çünkü başka kanallardan araştıran bir çok insan var- savaşı çok temiz, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi, ölülerin, yaralıların ya da yıkıntıların, felaketlerin olmadığı bir ortam gibi algılıyor. Daha sonra bu tartışma çıkıyor, acaba kim yanlış yapıyor? Cesetler belli oranda gösterilmeli mi, gösterilmemeli mi tartışmasına neden oluyor.

 

ÖM: Şurası aşikâr ki, bu bebekleri, vs. görmeseydik yine ötekiler gibi, 1991’deki gibi, hiçbir şey olmadığı izlenimini edinecektik. Bize bu kadar yakın olan, coğrafi olarak da yakın, kültürel olarak da yakın bir ülkede olup bitenleri kavramakta bir hayli güçlük çekebilecektik. 2003’te Irak’ın istilasına gidilen günlerde, o çok hareketli ve dayanılmaz günlerde, bazı büyük gazetelerde, sipere yatmış takım halindeki Amerikan askerlerinin yanında, teleobjektifi ile sipere yatmış büyük gazete muhabirlerinden birinin Rambovari pozlarıyla, “işte böyle bir savaşa giriliyor” havasını, savaşı, bu savaşkan ruhu, militer ruhu, -emperyal tarafını bir yana bırakıyorum- öven altyazılarla beslenmiş fotoğrafları hatırlamak yeterli.

 

MÇ: Amerika’da ve Türkiye’de bizzat savaş çığırtkanlığı, savaş destekçiliği yapıldı. Biraz tuhaf gelecek ama, siperdeki Amerikan askerinin silahıyla, o gazetecinin objektifi aslında aynı işlevi görüyor diye düşünüyorum. Yani herhangi bir kuruluş savaşı destekliyorsa, o objektifler kameralar hatta haberler silah olarak kullanılabilir. Eğer bir yayın kuruluşu ya savaşı destekliyorsa onun için askerin silahıyla o gazetecinin objektifi aynı amaca hizmet ediyor olabilir. Çünkü öyle görmek istiyorlar o savaşı. Daha güçlü, karşı tarafı alt edecek, alt etmesi gereken güce destek olmak açısından bakıyor objektifinden. Karşı taraf çok önemsenmiyor. “Savaş gazeteciliği” ile “savaşçı gazetecilik” ayrımı burada ortaya çıkıyor. Yani savaşçı gazetecilik ya da yayıncılık yapanların, “şu haber, şu görüntü medya etiğine uymuyor” demeye  hakkı yok. Bu farklı bir tezi savunanların tartışması. Savaşın kendi gerçekliğini, tarafları, kayıpları, güçlüyü, güçsüzü, gerekçeleri ortaya koymak gerek. Gazeteci taraf olmaz denir. Hayır gazeteciler savaşta taraf olurlar. Neye taraftır? “Savaşa karşı taraftır”. Bu cümle çok klişedir belki ama çok önemlidir. Gazetecilerin uyması gereken tek taraflılık kuralı vardır savaşlarda, o da savaşa karşı olmak ki, ondan sonra biz oturup bu etik kuralları tartışabilelim.

 

Avi Haligua: Jonathan Cook’un geçen haftalarda yazdığı bir makale vardı, Gazze’de çalışan Fox muhabirleri üzerine, savaş esiri olmaları gerektiğini öne sürüyordu Cook, “bu adamlar objektiflerini silah olarak kullanıyorlar, o halde esir tutulduklarında da muhabir olarak değil, savaş esiri olarak muamele görmeleri normal sayılabilir” demişti. Gerçi şu anda serbest bırakıldı bu iki kişi, ama bu benim aklımda kaldı, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

MÇ: O kanalın haber tarzını eleştiriyor olabilir. Ama ben gazeteci bazında bu tür olaylara karşıyım. Fox ya da başka bir kanal fark etmez. Fox’cuların nasıl bir haber yaptığı, Gazze’ye ne tür bir haber için gittiği, gerçekten olanı biteni mi yoksa daha dezenformasyon ağırlıklı bir yaklaşım mı takındıklarını bilemiyorum. Her zaman gazetecilerin kaçırılmasına, öldürülmesine, rehin alınmasına karşıyım. Filistin bölgesinde yeni başlayan bir eğilim olarak gördüğüm bu durum, Filistin için en büyük tehlikelerden birisi. Hiçbir koşul ve gerekçeyle gazeteciler kaçırılmamalı, öldürülmemeli, rehin alınmamalı, oysaIrak’la birlikte bunu çok yaşar olduk. Çünkü savaş durumlarında da bir takım kurallar vardı. Bunlar Cenevre Konvansiyonu veya benzeri metinlerde yer alırlar. Bir kısmı da yazılmamış kurallardır. Gazeteciler sivil unsurlar içinde sayılırlar, askeri unsur gibi algılanamazlar. Eğer esir alınacaksa, bu ancak bir savaş durumunda orduyla hareket ediyorsanız geçerli olabilir. Son dönem savaşlarında gazeteciler hem devletler hem de farklı gruplar tarafından düşman olarak görülmeye başlandı. Irak’ta gazeteciler, bırakın çalışmayı, hayatta kalamıyorlar. Bu iki taraf için de çok zararlı bir şey. Ve biz orada ne olduğunu gerçekten bilemiyoruz. Bize Bağdat’tan verilen bazı haberlerin doğruluğuna inanmıyorum, çünkü orada “teras gazeteciliği” ya da “otel gazeteciliği” yapılıyor. Muhabirler havaalanından zırhlı araçla otellere bırakılıyor, yüksek duvarların arkasında ve olağanüstü koruma önemleri altında yaşamaya çalışıyorlar. Şirketler koruma ekiplerine kendi çalışanlarından daha fazla bütçe ayırmak zorunda kalıyorlar. ABD karargâhından haber topluyor, askeri bültenler alınıyor ve haber diye veriliyor. Bunu zaten ajanslardan alıyoruz, orada kalmaya gerek yok. Yani gazetecilik bu hale getirildi. Bunun nedeni ilk başta Amerika’nın basına karşı politikaları, daha sonra da oradaki grupların gazetecileri kaçırmaları ve öldürmeleri. Irak’ta nereli olursa olsun, tek bir gazetecinin bile kaçırılıp öldürülmesine kesinlikle karşıyım, hiçbir zaman destekleyemem. Filistin’in de buna ayak uydurmaması gerekiyor. Bazıları Filistin’i Iraklaştırmaya çalışıyor ki, Filistin toplumu ya da Filistin böyle bir yer değil. Özellikle gazetecilere karşı, gazetecilerin en rahat çalıştığı yerlerden birisi hâlâ.

 

ÖM: Zaten kaçırılan Fox kameramanı da “bizim kaçırılmamız, kesinlikle dünyadaki diğer gazetecilere kötü örnek olmamalı, Filistinlilerin korkunç dramına, hatta trajedisine tanık olmaktan vazgeçtiğimiz anda bunun çok daha feci sonuçları olur.” dedi. Bu sözler çok önemli geldi bana.

 

MÇ:  Gazze’de otorite kaybı olduğu için, kimin, hangi çıkar grubunun, hangi aşiretin, hangi siyasi grubun, hangi mafya grubunun ne yaptığı belli olmuyor. Gazeteciler, zaman zaman, siyasi gruplar olduğu kadar, hükümetle çelişkisi olan aşiretler ya da aileler tarafından kaçırılabiliyor. Temelde böyle bir anlayışın yaygınlaşması ya da orada fazlalaşması bana çok tehlikeli geliyor. Ben gazetecinin milliyetinin olmadığına inanırım. Yapılan iş tabii ki tehlikeli, riski her zaman yüksek, ama kaçırma, öldürme, yaralama, sonuçta bu işi yapan bütün grupların aleyhine dönecek bir süreç diye düşünüyorum. İşte Irak’ta tam da bunu görüyoruz. Her iki taraf da karanlıkta savaşmayı tercih ediyor. Ortalık karardığı zamanda kimin ne yaptığı belli olmaz. Belki iki taraf da bunu istiyor.

 

ÖM: Sistematik olarak gazetecilik yapılıp, ‘hakiki gerçeğin’ öğrenilmesini önlemek için de bazı şeyler yapılıyor mu? Mesela El Cezire gibi, Irak’tan ve Ortadoğu’dan oldukça objektif gibi görünen haberler veren bir kanalın uzaklaştırılması, bir tek onun Irak’tan çıkartılması gibi ve bir daha da geri alınmaması gibi bir durumla karşı karşıya kaldık. Acaba bu gazeteciliğe karşı sistematik bir tavrın bir parçası mı? Bu çağın, çok fazla sayıda sivilin yoğun şekilde ölümüne yol açan bu savaşı sürdürmek isteyenler, acaba medyanın dışarıda kalmasını mı istiyorlar? Benim aklıma tamamen spekülatif olarak gelen bir soru bu, ama El Cezire gibi oldukça başarılı yayın yapan bir televizyonun Ortadoğu’dan ve Irak’tan uzaklaştırılmasının ardında böyle bir amaç yatıyor mu? Üstelik El Cezire bombalandı ve bir muhabiri de öldürüldü.

 

MÇ: Lübnan saldırısı sırasında bir aya yakın Lübnan-İsrail sınırında kaldım. El Cezire’nin iki muhabiri bir olay nedeniyle gözaltına alındı. Gerekçesi Hizbullah’ın attığı füzelerin düştüğü yerleri canlı yayında göstermekti.  Çünkü özellikle Hayfa’da herkesin kamerası çok hakim bir tepedeydi, füzelerin düştüğü yerler görülüyordu. Bir tek El Cezire’ninki bildiğim kadarıyla gözaltına alındı, sonra serbest bırakıldı. Daha sonra ordu bir bildiri yayınladı, “canlı yayında bombaların düştüğü yerler gösterilmeyecek” diye.  Irak’a dönecek olursak; biliyorsunuz işgal yönetimi ve Irak otoriteleri El Cezire’yi ülkeden çıkardı, geçenlerde de El Arabiya’nın çalışması da 1 ay süre ile yasaklandı. ABD’nin amacı, tabii ki haberleri engellemekti. Etnik bölünmeyi körükleyen yayınların yapıldığı iddia edildi, asıl gerekçe ise ayrıksı ot istememeleriydi; çünkü Amerikalılar, Irak’ta olanlar çok fazla görülmesin istiyorlar. El Cezire hem dünya çapında hem de Irak’taki örgütlenme anlamında en güçlü televizyondu. Yani olanı yerel muhabirleri ve örgütlenmesiyle bütün dünyaya anında duyurabiliyordu. Bu telefon bağlantısı ile olabiliyordu, bir iki gün sonra görüntüyle de olabiliyordu. Suriye sınırında bir köy bombalandı hatırlarsınız.

 

ÖM: Evet, köylüler öldürüldü.

 

MÇ: Köylüler öldürüldü, taciz ateşi olduğu söylendi, “teröristler” dendi. Daha sonra biz El Cezire’den şunu öğrendik; Aslında orada bir düğün yapılıyordu ve havaya ateş açılıyordu düğünde. Bizim Türkiye’de çok sık olduğu gibi o coğrafyada da böyle bir alışkanlık var. O köy bombalandı ve düğün kutlaması yapan insanlar öldürüldü. Bu, uzun bir süre El Kaide unsurları ya da yabancı savaşçılar olarak bize duyuruldu. El Cezire’nin görüntüsü işin aslını ortaya çıkarttı. Bunun örnekleri çok. Tabii ki El Cezire’nin etkisini de unutmamak gerekir. Özellikle Afganistan savaşından sonra, insanlar artık 10 yıl önce olduğu gibi sadece CNN ve BBC’yi takip etmiyorlar. Seyrediyorlar ama artık onlar için haberi alacakları ilk kanal CNN ve BBC değil. Arapça olmasının da etkisi var tabii ki, insanlar kendilerine daha yakın, daha dürüst buluyorlar EL Cezire’yi, El Arabiya’yı.  O bölgede insanların ‘alternatif’ ya da farklı bir kanaldan, sadece CNN, BBC’ye bağlı kalmadan haber alabilecekleri kanalları var. El Cezire zaman zaman bazı görüntüleri abartsa da önemli bir ses.

 

ÖM: Özellikle Rumsfeld’in El Cezire’nin uzaklaştırılması için verdiği temel gerekçe, El Kaide’nin mesajlarını, ses kayıtlarını ya da görüntüleri yayınlaması idi, ama bu da pek geçerli bir sebep olarak sayılamaz herhalde, inandırıcı gelmiyor.MÇ: Çünkü kendi de yayınlıyor.

 

ÖM: Peki son İsrail-Lübnan savaşında, İsrail’in içindeki medya nasıl yansıtıyordu görüntüleri, ne ölçüde veriyordu ya da vermiyordu? Farklı iki görüntü oluyor muydu? Lübnan’da çok büyük bir yıkım yaşandı, bu görülüyor muydu İsrail’de?

 

MÇ: Sadece Lübnan değil Filistin meselesi de var. İsrail medyası, bir kaçı dışında, Ha’aretz’i, Herald Tribune ekini ve bir iki başka gazete dışında, Filistin meselesini görmez, fotoğraflara yer vermez. Yani 93’ten beri bölgeye gidip geliyorum, görüyorum ki, İsrail halkı Filistin meselesini gerçek anlamda bilmiyor ve görmüyor. Geçenlerde Amira Haas yazdı. Amira Haas biliyorsunuz ilk intifada sırasında Gazze’de, şimdi ise Ramallah’ta yaşayan bir İsrailli Yahudi, iyi bir gazetecidir ve kendi insanlarına Ha’aretz’de şöyle yazdı: “Doktorlar, mühendisler, gazeteciler; görmüyor musunuz? Bunların yaşandığını bilmiyor musunuz, suç ortağıyız.” Bu suç ortaklığında medyanın da payı var, çünkü medya gerçekten bunları göstermiyor, haberleri vermiyor. “Gazze’de 15 kişi öldürüldü, bunun 10’u Hamas üyesi, teröristti” vs. diye haberler çıkıyor, bakıyorsunuz böyle değil aslında, iki tane militanı vurmak için 22 tane insan çok rahat öldürülebiliyor. Ya da, o insanlar orada hangi koşullarda yaşıyor, o korkunç duvarın arkasında nasıl bir hayat var, insanlar kontrol noktalarında nasıl aşağılanıyor, bunları bilmiyorlar. Hepsinden öte “işgal” kelimesini hiçbir gazete göremezsiniz. “şgal toprağı” diye bir söz kesinlikle yoktur. Kısa süre önce ‘Batı Şeria’ demeyi de bıraktılar, Tevra’ta dönerek Judeha ve Samaria olarak yazılmaya başlandı. Dolayısıyla Gideon Levy’nin dediği gibi, “belki bunlar görülseydi bu yaşananların, işgalin Gazze’nin farkına varılacaktı ve bu iş buraya kadar gelemeyecekti, ya da daha vicdanlı olacaktı insanlar.”

 

ÖM: Bu çok önemli bir mesele, gerçek dünyada olup bitenleri, objektif olarak kamuya bilgi verme sorumluluğu taşıyan bir medya olmadığı için de olabilir. Ben Gideon Levy’e kesinlikle katılıyorum bu anlamda.

 

MÇ: Mesela Gazze’yi düşünelim, Gazze’nin hemen dışında yerleşimler var, yarım saat uzağında  Aşekelon gibi modern kentler var. Gazze ile o kentler arasında en fazla 45 dakikalık bir mesafe var, ama sanki 40 yıl öncesinden kalma gibi.

 

AH: İsrail içindeki Arap mahallelerinde bile bu ayrımı görmek mümkün zaten.

 

MÇ: İnsanların sahiden bu kadar vicdansız ve bilinçsiz olduğunu da sanmıyorum, ama üstü o kadar kapatılıyor ki. Tabii ki olanların farkında olan, işgal topraklarında savaşmayı reddeden, barış yanlıları, İsrail politikalarını eleştirenler de var İsrail’de, ama özellikle son yıllarda, genel çoğunluk medyanın örtbas etmesinden dolayı görmüyor gerçekleri. Yan yana yaşayan insanlar bile böyle bir adaletsizliği göremeyebiliyor. Bu meseleyi sadece medyanın göstermemesi ile açıklayamayız tabii ki. Sorumluğu biraz da insanlara yüklemek gerekiyor. Bu görmeme durumunu, İsrail toplumunun histerisi, travması ve bu taramayı, kendine uygulanan yöntemlerin benzerlerini uygulayarak aşmak olarak da değerlendirebiliriz.

 

Lübnan’a, “Hizbullah çocuk cesetlerini gösterdi, İsrail medyası göstermedi” meselesine dönecek olursak; İsrail medyası zaten kendi tarafında olanları çok fazla göstermez, mesela intihar saldırılarını, parçalanan cesetleri göremeyiz. Bence doğru bir yaklaşım. Bu genel bir kuraldır. Birincisi, toplumun moral açıdan etkilememesi, ikincisi, vurulma psikolojisini yaşatmamak. Yani “biz vurulmayız, biz öldürülmeyiz, biz daha güçlüyüz” demek için. 11 Eylül’den sonra Amerika’da yükselen anlayış gibi. Bu noktada, medya etiği mi, yoksa toplumsal anlayış mı, devlet politikası mı devreye giriyor, o tartışılır.

Lübnan Savaşı’na baktığımız zaman bir sürü gazete orada olanları, yıkık binaları, vs. veriyordu. “İsrail ordusu şurayı vurdu, burayı vurdu” vs. Ama Kana olayı, İsrail medyasında, bir kaç İsrail gazetesi dışında, bildiğimiz fotoğraflarla yayımlanmadı. Evet, Hizbullah epey kök söktürdü bizim de İsrail’de bulunduğumuz bölgeye. Çok sayıda Katyuşa füzeleri attı, ama yıkım arasında neredeyse bire on fark vardı. Bir yerde 10-15 katlı binalar ters çevrilip yıkılırken, bir yerde daha cüzi zarar vardı. Tabii ki İsrail’de de insanlar öldü. Bu tartışmalarda, hafif oryantalist bir anlayış da hissedilmiyor değil.

 

ÖM: Noam Chomsky yazmıştı, sonradan John Berger’la beraber ortak olarak4 kişinin yayımladığı bildirisinde de bu vardı. İsrail askerlerinin öldürülmesi ve kaçırılması ile ilgili olarak, Cenevre Sözleşmesi’ne, uluslararası hukuka, vicdana aykırı deniliyor, tabii doğru, ama uluslararası hukuk açısından ondan daha da vahim olanı, sivillerin kaçırılmasıydı ve ilk olarak Gazze’de El Muammer soyadlı bir doktorla kardeşini kaçırdı İsrail askerleri. Bu ne İsrail basınında, ne Türkiye’de konu olmadı medyada. Tesadüfen BBC’de, Chomsky’nin yazısını okuyunca dikkatimizi çekti ve bir başka kanalda da, yanılmıyorsam Reuters’da da yer aldığını gördük bunun. Ama bunların da üzerinde hiç düşünülmediği zaman İsrail haklı gösterilebiliyor, “tabii askerleri kaçırılmış, vurulmuş, provoke edilmiş.”

 

MÇ: Gazze’deki durum Lübnan’dan farksız. Tabii ki birisi daha büyük bir ülke, Gazze ise küçük bir hapishane. Benzetme yapacak olursak büyük bir Guantanamo. Son dönemde verilen zararı orantılarsak, coğrafi ve insani olarak aslında Lübnan’dakinden farksız, yerle bir edilmiş durumda.

 

ÖM: Bunları hiç görmüyoruz.

 

MÇ: Bunlar görülmüyor. Biraz da Lübnan saldırısı dikkatleri oraya çevirdi. Hana Aşrawi ve Gazze’deki insanlar “bizi unuttunuz” diye sitem etmişlerdi. Orada sivillerin kaçırılması artık haber olmaktan çıkmış durumda, sanki normalmiş gibi algılanıyor. Mesela ajanslar Irak’ta bir Amerikan askeri öldürüldüğü zaman bunu flash haber olarak verir, ama, sivillerin en az 10-15 kişi olması gerekir. Gazze’deki olayda ise İsrail bir sivili kaçırmayı kendine hak olarak görebiliyor. Ama onların tek bir askerini bile kaçıramazsınız. İşte bu gerçekliği doğru olarak kabul ettiğiniz zaman, habere de o gözlükle bakmanız gerekiyor.

 

ÖM: Bu örneği sadece şu açıdan önemli bulduğum için vurgulamak istedim, İsrail tarafı için de bir sürü ölüme, çoğunluğu asker olan, 150 küsur kişinin ölümüne, pek çok evin de yıkılmasına yol açan, ama Lübnan’da tartışmasız bir yıkıma yol açan bütün olayları İsrail sanki meşru bir misillime gibi başlattı. “Yıkım orantılı mı, orantısız mı?” tartışmasına hiç girmiyorum, orantısız olduğu aşikâr tabii, ama unutulan ve hiç konuşulmayan bir şey daha var ki, bu olaydan önce İsrail’in Gazze’de böyle bir misillemeye fazlasıyla yol açabilecek bir davranışta bulunmuş olmaları ve bunun üzerinde hiç birimizin durmamış olmamız. O kaçırılan sivillerin akıbetini bile bilmiyoruz.

 

MÇ: Bazı insanların hayatları daha değerli sanırım. Zaten hayatı değersiz olanların başlarına gelenlere alıştırıldığımız bir dünyada yaşıyoruz. Herkes güç üzerinden politika yapıyor, medya güçlünün yanında konumlanıyor. Bunu “destekliyorum” anlamında söylemiyorum, ama medya üzerinde ne kadar etkiniz varsa bütün dünyada o kadar etkiniz var. Ama istisnalar yok değil ve giderek artıyor. İnsanlar farklı kanallardan haber alıyor ve buna ihtiyaç artıyor. Birileri çaba gösteriyor.

 

Sizin verdiğiniz örnekte Chomsky, Berger dışında kimse İsrail’e sormuyor ya da yazmıyor. Vaka-i adiye gibi bir şey. Bu olaylar gündelik bir hal almış durumda. İki asker için Lübnan’ı yerle bir ediyorsunuz, ama Gazze’de her gün sivilleri öldürebiliyorsunuz. Çok adaletsiz bir dünya. İsrail ya da ABD kendisine bunu hak olarak görüyor, fakat kendisine karşı yapıldığı zaman, karşımıza bu tür felaketler çıkarabiliyor. Bunu nasıl kıracağız? Yazarak, göstererek, gücümüzün yettiği kadar tartışarak, gündeme getirerek.  Belki de medyada o çok sözü edilen ama herkesin işine geldiği gibi algıladığı “objektiflik” kavramını yeniden gündeme getirip yanına da vicdanı koymamız gerekecek.

 

ÖM: Medyanın, “güçlüdür haklıdır” anlayışını kabul etmemesi lazım.

 

MÇ: Tabii, hem siyasi, hem askeri, hem hukuksal, hem insani açıdan, hem de medya açısından söylediğiniz çok doğru. Bu tartışmanın bir kısmı medya etiğini ilgilendirirken bir kısmı da “biz nerede konumlanacağız?” sorusunda yatıyor. Medya olarak güçlünün yanında mı yoksa kamuoyunu bilgilendirmek için gerçeğin peşinde mi olacağız? Çünkü bizlerin kamuoylarını doğru bilgilendirmek gibi bir görevimiz de var. Tabii ki ikincisi. Medya tarihinde unutulmayan isimler hep ikincilerden çıkmıştır. Diğerlerini kimse hatırlamaz bile.

 

Gazze’de plaj katliamı vardı biliyorsunuz. İsrail savaş gemileri Gazze sahilini yıllardır abluka altında tutarlar. Gazze’de balıkçılar ancak 3 mil açılabilir.  Hâlâ öyledir, kimse oradan çıkamaz, oraya kimse yanaşamaz. Gazze sahilinde bir aileye İsrail donanması tarafından ateş açıldı. 7 kişilik bir ailenin 6 üyesi öldürüldü. Çok dramatikti. Bunları göstermemiz lazım, tartışmaya bile gerek yok. Daha sonra şöyle bir haber geldi: “Aslında savaş gemisinden ateş açılmamış, Hamas sahili mayınlamış ve insanlar bu mayından dolayı ölmüş.” Hamas’ın sahili mayınlamayacağı bilinir. Mayınlanan yerler vardır. Oraları İsrail ordusu da bilir, Filistinliler de bilir ve oradan uzak durulur. Gece mayınlanır, gündüz toplanır. Böyle bir iddia atıldı ortaya, bunu bir kaç kanal yayınladı, bir çok kanal ise görmedi. Çünkü İsrail’in bu konulardaki sicili pek iyi değildir. Daha sonra Human Rights Watch örgütü bir açıklama yaparak, şarapnel parçalarının, İsrail ordusunun top mermilerine ait olduğunu söyledi. İsrail dezenfomasyon yapmıştı. Ama birileri araştırdı ve buldu, tıpkı İkinci İntifada’nın simgesi olan Muhammed Durra gibi. Durra babası ile birlikte öldürülmüş ve çapraz ateşte kaldığı söylenmişti. Gidip görünce o bölgede çapraz ateşin mümkün olmadığını görmüştük.

 

AH: Her halükârda muğlak kalmaya mahkum aslında bu tip haberler, çünkü bu şarapnel örneğinden gördüğümüz gibi, İsrail ordusu başka bir şey açıklayacak, aslında gerçeklik başka türlü olacak, birileri bunu haber yaptığı sürece de sonuçta ortaya çıkacak olan malzeme muğlak olmak durumunda.

 

MÇ: Burada ilk başta bahsettiğim risk var ve hep olacak. Alandaki muhabirden haber editörüne kadar bu tür kararsızlıklar, muğlâklık savaşlarda ve çatışmalarda hep olacak. Yani “gerçek bu mu, gerçekten doğrusu ne?” gibi soruları hep kendimize soracağız. Onun için çok, hassas ve dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü savaş şartlarında bunu konfirme etmeniz, bire bir doğrulatmanız zor. Onun için daha itinalı olmak gerekiyor, ama bu “bunu göstermeyelim” demek de değil.

Medyadaki bir takım savaşkan insanlara ya da hep savaşı savunan insanlara savaşı gerçekten yaşatmak lazım, yani bir kaç bombanın yanından geçmesi lazım bazı insanların. Bu tür çatışmaların bir gerçekliği var, orada insanların öldüğünü, küçük çocukların ellerinin enkazlardan sahiden çıktığının bilinmesi gerekir. Bu tabii ki  sürekli parçalanmış cesetleri göstermek ya da ekrana kan sıçratmak demek değil. Şöyle de bir teori de var, bunları çok gösterdiğiniz zaman insanlarda yabancılaşma başlıyor, alışılıyor.  O da başka bir tartışma.

 

ÖM: Ben radyodan, senin bir kocaman Apaçi helikopterinin düşmekte olduğu, savrularak üzerinize gelmekte olduğunu anlatışını dinlerken dehşete kapıldım. Hakikaten bambaşka bir olay, kameramana “bırak her şeyi kaç!” diyordun.

 

MÇ: Bugüne kadar bir sürü şey yaşadım, ama o çok tuhaftı. Koca bir kütle üzerimize geliyordu. Ben bir anda kilitlendim, artık orada haber, görüntü, vs. düşünemiyorsunuz. Sadece kendinizi kurtarmaya bakıyorsunuz. Ben de kameraman arkadaşıma “her şeyi bırak ve kaç” dedim, kendimizi yamaçtan aşağıya attık. Ve helikopter 70-80 metre yakınımıza düştü orada patladı. Ardından üstündeki cephane patlamaya başladı, pilotlar öldü. Ama o görüntü hâlâ gözümün önünde.

 

ÖM: İsrail o helikopterlerin düşmesini ne gösteriyorlar, ne de açıklıyorlar.

 

MÇ: Açıklamıyorlar, bir tane daha düşmüştü, biz tesadüfen görmüştük sınırda dolaşırken.

“Helikopter!” dedik birden, tabii bizi arabadan indirmediler, çektirtmediler onu. Bir kaç gün sonra yansıdı medyaya tabii, ilk günde haber olmuyor. Ama şunu da teslim edelim İsrail medyası kendi kayıplarını geç de olsa açıklıyor, gizlemiyor. 

 

AH: Az önce söz ettiğiniz yabancılaşmanın yaşanması nasıl gösterildiği gibi başka etmenlerle de bağlantılı herhalde  Çünkü bazen film gibi de görebiliyoruz bu görüntüleri.

 

MÇ: Tabii, maalesef bizim kanallarımızın bir çoğu, bir savaşı, film, bir aksiyon filmi havasında yansıttılar. Kullanılan efektler, arka plandaki müziklerle, savaşı kendi gerçekliğinden çıkaran bir film havasında verdi. Dünyada da bunu yapan kanallar var, bu da olayı kendi içeriğinden kopartıyor, bir film havasına sokuyor, izleyeni duruma yabancılaştırıyor.

 

ÖM: Medyanın ağır sorumluluğu burada bence çok belirgin, yani ne olup bittiğini kavramadan bu sorumluluğu paylaşmaya imkân yok.

 

MÇ: Tabii ki. Bu yüzden işimiz zor.

 

ÖM: Medya savaşın gerçekliğini vermezse, “bunlar bizim demokrasimizi, özgürlüğümüzü ve zenginliğimizi kıskanıyorlar, Hizbullah da böyle, Iraklılar da böyle, El Kaide de böyle” diyerek, gerçek dünya ile ilişkimizi tamamen kopartmamıza yardımcı oluyor diye düşünüyorum.

 

MÇ: Tabii ki. “Hakiki gerçek”le medya gerçekliği arasında zaten fark var. Şöyle bir algılamaya zorlanıyor insanlar: “İnsanların bir kısmı farklı bir dünyada, daha steril, daha rahat, daha ‘medeni’ bir dünyada yaşarken, diğer kısmında bir takım ‘kötüler’, ‘vahşiler’, ‘teröristler’ var.” Burada da medyanın dikkatli olması gerekiyor. Bu ayırımcı anlayışı normalleştirmemesi gerekiyor. Bazı şeyler yazılmayarak, ya da farklı yazılarak, gösterilmeyerek bu algılayış güçlendiriliyor. Medyanın hem gerçekleri göstermesi, hem anlatması hem de dünyanın neden bu hale getirildiğini düşündürmesi gerekiyor, yani insanları biraz rahatsız etmesi gerekiyor. Belki her şey bu kadar karmaşık değil. Gazeteciği kamuyu bilgilendirmek için yaparsak yeter sanırım.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz.

 

(5 Eylül 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)