Liberal Demokrasi Temsiliyet Krizinde

-
Aa
+
a
a
a

“Beytüllahim’de Hz. İsa’nın doğduğuna inanılan yerde bulunan kutsal Doğuş Kilisesi’nde yüzlerce Filistinlinin direnişi 20. gününe girerken içerideki durumun ölümcül boyutlara ulaştığı belirtildi.”

“Devrimlerin ve 5. Cumhuriyetin Fransası, Ulusal Cephe’nin aşırı sağcı lideri Jean-Marie Le Pen’in cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda kazandığı zaferle neye uğradığını şaşırdı.”

“Soruna barışçı çözüm için bölgeye giden Anglikan Kilisesi temsilcisi Andrew White ‘İçeride yiyecek kalmadı. Sağlık koşulları korkunç durumda!’ diye konuştu.”

“Sokaklar protestolarla sarsılırken Le Pen, sonucun kendisi için sürpriz olmadığını belirterek 5 Mayıs’taki ikinci turda ‘tüm yurtseverler ve gerçek Cumhuriyetçileri’ teknokrat AB’ye karşı kendisine oy vermeye çağırdı.”

“Beş gün önce açlıktan kilisenin bahçesine ot toplamaya çıktığı sırada bacağından vurulan ve Beytüllahim Hastanesi’nde elleri kelepçeli olarak tedavi gören Tahir Manasra, içeridekilerin vurulmak korkusuyla dışarı çıkamadığını söyledi.”

“Seçimin diğer ırkçı adayı Bruno Megret’nin yüzde 2.4’üyle birlikte aşırı sağın oy oranının yüzde 20’yi bulması, Fransızları Haziran’daki genel seçim öncesi kara kara düşündürüyor.”

“İsrail ordusu, kilisenin duvarlarından içeriye ‘İyi düşünün ve hayattan yana karar verin!’ yazılı bildiriler atıyor, silah sesleri ve sürekli anonslarla psikolojik baskı uyguluyor.”

“Seçime katılım beklendiği gibi rekor oranda düşük oldu. Fransızların yaklaşık yüzde 30’u sandığa gitmedi.”

“Filistinli çocuklar hayal kuramıyor. Çünkü iki saat sonra ne olacağını bilemiyor’ demişti intifada çocuklarının psikolojik sorunlarıyla ilgilenen Dr. Cairo Arafat: ‘Çünkü iki saat sonra yollarının bir tankla mı kesileceğini, bir çatışmanın ortasına mı düşeceklerini ya da eve gittiklerinde aileden birinin ölüsüyle mi karşılaşacaklarını bilmiyorlar.”

“Chirac ikinci turda demokrasiyi savunmak için Le Pen’e karşı birlik çağrısı yaparken ‘Artık Fransa’nın geleceği ve derin insani geleneğe sahip hoşgörü ve saygı değerleri söz konusudur’ dedi.”

“İntifadada ölenlerin dörtte biri çocuk. Hemen her sınıfta o okuldan ölen bir çocuğun resmi var duvarda.”

“Le Pen, Chirac ve Jospin’in suç oranının düşürülmesi ile ilgili vaatleriyle dalga geçip ‘Kampanyalar lepenize oldu’ diyordu.”

“İsrailli çocuklar da etkileniyor bu şiddetten. Anneleri aspirin yerine anti-depresan haplar alırken bazılarının babaları yedek asker olarak göreve çağrılıyor.” “Savaş başladığından beri anne-babasının görevi nedeniyle burada bulunan yabancı çocuklar da evlerine gönderildi çoktan. Kutsal topraklar ‘çocuk yiyor.”

“Libération, ‘Hayır!’, Le Parisien, ‘Şok!’, Le Figaro, ‘Deprem!’, L’ Humanité, ‘Olamaz!’, France Soir, ‘Le Pen Bombası!’, Le Monde ‘Yara!’ manşetlerini attılar.” (1)

 

Salon solcuları

 

1980’lerle birlikte Anglosakson dünyada ve Kıta Avrupası’nda önüne geleni silip süpüren neo-liberalizm kasırgası, tüm bireysel ve toplumsal ilişkilerin, düşünme ve eyleme biçimlerinin ancak kâr maksimizasyonu tapınaklarında onlara tanınan statü uyarınca anlamlı ve değerli olabildiği yeni bir hayat vaat ediyordu. Fiziksel, entellektüel ve moral tüm yaşam aktivitelerinin bu yeni hayatın ölçütleri gereğince düzenlendiği, bu üretim ve tüketim cinnetine aykırı davranış, istek ve gereksinimlerin çağdışı ilan edildiği, ille de para, statü ve güç demeyenlerin anormal olmakla suçlandığı bir mevsimdi bu. 1990’larla birlikte merkez sol partilerin birçok Avrupa ülkesinde iktidara gelmesiyle bu kasırga mevsiminin geçmekte olduğuna karar kılındı. Oysa kısa süre içinde anlaşıldı ki sosyalist, sosyal demokrat ya da yeşiller damgalı bu partilerin büyük El Nino’nun karşısında durmaya ne mecalleri ne de istekleri vardı. Yukarıda uzlaşmalar çoktan yapılmış, barış, insan hakları, sosyal haklar adı verilen küçük cılız bulutçuklarla havanın idare edilmesine karar verilmişti. Yıllar ilerledikçe bu merkez sol iktidarların pek demokrat ve uygar Batı’da kopacak daha güçlü fırtınalar öncesindeki aldatıcı sessizliğe tekabül ettiği iyice anlaşıldı. Zira bu güçlü kasırganın pelerinlerinden tutup kendilerini büyük balo’nun dışına atacağını hesaplayamayan bu salon ve makyaj solcuları, ne akınına uğradıkları Batı dışı dünyadaki açlığın ve yoksulluğun katmerlenmemesi için bir önlem almışlar, ne de ülkelerindeki ırkçılığın artış gerekçeleri üzerinde ciddiyetle durup bir çare üretmeye çabalamışlardı. 90’lı yıllar boyunca dünyanın dört bir yanında şiddet, gündelik hayatın sıradanlaşmış bir parçası olurken, Ruanda’da bir milyona yakın sivil kesilirken, Afrika’nın türlü bölgelerinde kabile savaşları, AIDS ve borç batağı ülkeleri esir etmişken bu sosyalist etiketli iktidarlarından ve diğer Batılı siyasi kurumlardan dişe dokunur tek bir çaba gelmiyordu.

 

İşsizlik ve kitlesel huzursuzluk

 

Daha birkaç gün önce Hollanda hükümeti, askerlerinin yaklaşık 8.000 sivilin öldürülmesiyle sonuçlanan Srebrenitza katliamındaki ihmallerinin dahası katkılarının sabit bulunması yüzünden istifa etmedi mi? Türkiye’de çoğunluğu sırf görüşlerini pankartlar, basın açıklamaları ya da gösterilerde dile getirdiği için gençler, her türlü insan hakkının askıya alınarak katıksız bir tecritin uygulandığı F tiplerine zorla sokulurken, dünyanın “Hayata Dönüş” isimli en ironik operasyonunda otuzu aşkın insan ölürken, hangi Batılı kurum ya da ülkeden yüksek sesli bir eleştiri ya da olayın üstüne gerçekten gidecek bir eylem geldi?

1948’den beri toprakları adım adım yutulan, 5 milyona yakını zorla göç ettirilen, kalanları da açlık, yoksulluk, hastalık, işsizlik ve şiddetten başka bir şeyle tanışamayacakları bir hayata mahkum edilen Filistinlilerin maruz kaldığı insan hafzalasının alamayacağı vahşetlerle dolu bu son saldırının durdurulması için bu namlı demokratların sonuç almaya istekli, kararlı tek bir adım atmaya cesaret ettiklerini gördünüz mü? Bizzat Batı basını ve siyasetçilerinin bir kısmının Avrupa Birliği’nin var olup olmadığını sorguladıkları yazı ve demeçlerine tanık olmadık mı? Norveç’ten İtalya’ya, Avusturya’dan Fransa’ya ve İngiltere’ye dek Avrupa’nın dört köşesinde faşizm ve yabancı düşmanlığı, işsizlik ve kitlesel huzursuzlukla kol kola büyürken kendi ülkelerindeki ve dünyadaki eşitsizlik ve haksızlıklara tepkisiz kalanların şimdi şaşırmalarına, şoka girmelerine, feryat figan etmelerine hayret edilebilir mi? Liberal demokrasi, içine girdiği temsiliyet kriziyle sıradan Batılı yurttaşta artık hiçbir heyecan ve geleceğe dönük bir beklenti uyandırmazken insanların idealler ve hedefleri uğruna gerçek bir mücadele yürütmelerinin önüne büyük bürokrasi çarkları, milyon dolarların konuştuğu siyasi kampanyalar, medya tröstleri, hiyerarşinin ve belirli düşünüş ve davranış kalıplarının geçerli olduğu siyasi partiler kısacası insani olanın ve insanın baştan dışlandığı büyük makinalar çıkarılırken seçmenlerin yüzde 30’unun ileride belki daha büyük bir bölümünün sandığa gitmemesi anormal karşılanabilir mi?

 

Politik depresyon hali

 

11 Eylül sonrasında yarattığı korku, terör, tehdit ve güvenlik söylemiyle kendine faşizan vahalar yeşerten neo-liberalizm kasırgasının bundan böyle daha da güçlenmemesi, insan hak ve özgürlüklerine ve ödünsüz bir demokratikleşmeye bîgâne kalanları da önüne katıp götürmemesi için sağlam bir gerekçeniz var mı? Şaron’u anladığını söyleyenlere de, Batı uygarlığının Doğu uygarlığından üstün olduğunu açıkça ilan eden bir başbakana da sessiz kalanların kıtasında ırkçı söylem ve özlemlerin kitlelerin kollektif bilincine nüfuz etmesini neyin engelleyebileceğini, başkalarına karşıt olmaktan beslenen siyasi akımların güç aldıkları korku ve güvenlik döngüsünün nasıl sona erdirilebileceğini bana kim söyleyecek? En çok da ABD hegemonyasının dünya sathında pekişmesine ve yeniden üretilmesine yarayan, Fransa’daki Yahudi azınlığın bir bölümünü bile Le Pen’in destekçisi haline getirebilen ve terörize olmuş kitleleri demokratik öncelik ve ölçütlerden uzaklaştıran güvenlik paranoyasının insanlığı nasıl bir dünyaya taşıdığı tasavvur edilebilir. Avrupa Birliği karşıtlığının Türkiye’de de Fransa’da da payandalık ettiği faşizan sağın ve tüm insani değerlere meydan okuyan neo-liberalizmin yükselişi karşısında bir demokrasi ve uygarlık projesi olarak bizatihi Avrupa Birliği’nin aşırı sağcı liderleri ve dolayısıyla onların seçmenlerini dışlamaktan ve aşağılamaktan başka neyle iştigal ettiğini düşünüyorsunuz?

Bu büyük kayıtsızlık, heyecansızlık, kitlelerin içine itildiği yabancılaşma ve “politik depresyon” (2) hali sürdükçe faşizm ve neo-liberalizm kasırgalarının özgürleşimci ve eşitlikçi bir solun ve adalet üzerine inşa edilecek yeni bir hayatın soluğunu tıkadığı günlerin tükeneceğine inanmamız için tek bir neden bile yoktur. Çuvaldızı önce kendimize batırmadan kaptırılacak en ufak bir rehavetin bundan böyle daha büyük yenilgi ve yıkımlarla sonuçlanacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.

 

Dipnot                                  

1) Yukarıdaki alıntılar, 23 Nisan 2002 tarihli Radikal gazetesinde yer alan "Kilise'de Yaşam Savaşı", "Başlarına Le Pen Düştü" başlıklı haberlerden ve Ayşe Karabat imzalı  "Yarınları İpotek Altında" adlı yazıdan yapılmıştır.

 

2) Ahıska, Meltem, "Depresif Politika: Hınzırlar ve Kaybedilenler", Defter, Kış 2002, Sayı 45, s.11-27.