Bir kupada daha finişi gördük. Malumunuz; İtalya, çoğu, kulüplerinin ve bizatihi kendilerinin yediği herzelerden, bir dahaki sezonda nerede oynayacağı belli olmayan futbolcularla dördüncü kez kupayı kaldırdı. Çok net ifade edeyim; aynı 1982’de üçüncüyü kaldırdıkları zamanki ruh hali içindeyim. Mutsuzum, hem de çok! Demek ki, futbol sevgimde bir istikrar tutturmuşum. O zaman da (son yılların en muteber takımı) güzelim Brezilya’yı, ‘beleşçi’ Rossi’nin golleriyle eleyip, finalde de Almanya’yı geçerek, kupayı almışlardı. Kendi adıma, Tardelli’yi tenzih edeyim. O ne gol sevinciydi, öyle! Neyse; televizyondan fal taşı gözlerle izleyip, mahalleye taşıdığımız ‘spektaküler’ hareketlerin üzerinden tamı tamına yirmi dört sene geçmiş. Şimdi artık ne mahalle kaldı, ne de mahalleye taşıyacak hareket. En fenası, ortada futbol falan kalmadı. Hepimiz, devasa bir reklam kampanyasının, kamerada gözüken kalabalıkları gibiyiz. Ne kötü zamanlarmış yahu! Gün geçtikçe daha bir madara oluyoruz. Hep mağlup, tam mağlup!
Önceden de birkaç kere söylemiştik. Libero* zamanlarında ise sık sık söylerdik. Fare misali, ‘dağ’a bağırıp dururduk. Muhtemel, bağırmaya da devam edeceğiz. Çünkü, başka türlü bir futbol isteği daha da fazla kendini hissettirmeye başladı. 2006 Almanya Dünya Kupası, “endüstriyel futbol”un, bu güzelim sporu tarihten silme çabalarının en vahim ve en ciddi kalkışmalarından biri olmuştur. Hatta biraz daha ileri gidelim; bu kupa, tarihin en kirli, en şaibeli kupalarından da biridir. Balık bir kaç baştan kokmuştur. FIFA’nın tepesinde oturan ve o tepede oturmak için kimleri ne yollarla satın aldığı cümle aleme teşhir olunan Sepp Blatter, büyük bir pişkinlikle demişti ya: “Tüm zamanların en iyi kupası” diye. Ha bir de Portekiz- Fransa maçından sonra Portekizli Christiano Ronaldo’nun maçın büyük bir bölümünü yere yakın, ahlaka uzak geçirmesinden sonra çokça tepki olunca, bu şahıs konuya ‘Blatteryan’ bir yorum getirmişti: “Ben de futbolcuyken serbest vuruş kazanmak için bu yola başvururdum. Anlayış göstermek lazım.” Bu iki kelâmla derdimizi özetlemiş olalım. İşte Fifa’nın başı ve tüm şurekâsı, geçiriverdiler başımıza çuvalı ve futbol diye, bilmem kaç numaraları, ortaoyunu izlettiler cümle aleme. Belki de ilk defa bu kupada, hakemler ‘total oyunu’ tercih ettiler. Ve yine ilk defa bu kupada, herkes kadar konuşuldular. Hani klasik bir deyim vardır ya; “En makbul hakem, maçtan sonra hakkında en az konuşulandır” diye, işte o nedenle diyorum. Verdikleri kararlar, kart seçimleri (haddinden fazla) ve diğer faaliyetleri, toplu bir motivasyonun saha içi gölgesi gibiydi. Ne diyelim; bu hakemlerle buraya kadar!
Malum, futbol, istatistiklere indirgenemeyecek kadar karmaşık bir oyundur. Lakin şu göstergeleri vermeden edemeyeceğim, kırk tane laf etmektense, iki tane rakam vermek babından olsun: Kupa’nın çeyrek finalinde oynanan dört maçından biri 3-0 diğerleri 1-1, 1-0, 0-0 bitmiş. Yarı finaldeki iki maçtan biri 1-0, diğerinin normal süresi 0-0, uzatmada 2-0 bitiyor. Finalin normal süresi ise 1-1 bitiyor. Hani “maç 90 dakika” denir ya, klişendendir. Yedi maçın doksan dakikalarında toplam gol sayısı, 9. İtalya maçını saymazsak altı maçta altı gol. El insaf! Çeyrek final öncesine hiç gitmiyoruz, durum hiç de farklı değil. Lakin kupa boyunca futbolculara gösterilen kartlarda ise tam tersine bir kısırlık yaşamadık. Ortalık sarıya – kırmızıya çaldı. Hatta bir oyuncu kart manyağı bile yapıldı, İngiliz hakem Graham Poll’un, ancak üçüncü sarıdan sonra Hırvat Smaic’e kırmızıyı göstermek aklına geldi.
Son 24 senenin en kötüsü -yapıldığı ülkeye de ne yakışmıştı; ABD’de futbolun ne işi vardı yahu. Bir FIFA fiyaskosu daha izlemiştik- olarak anılan 1994 Dünya Kupası ve 1990 İtalya ile beraber en kısır kupa oldu. Halbuki ilk maçla da ne heyecanlanmıştık. Bir açılışta altı gol, hem de içinde Almanya olan bir maç.
Hadi son istatistiki gösterge ile bu faslı kapatalım: 82’ İspanya, 52 maçta 146 gol, maç başına 2.81 gol. (Ahhh, ahhh) 86’ Meksika, 52 maçta 132 gol, maç başına 2.54 gol. (Bir de gollerden birini ‘tanrı’ atmıştı. Hoş Maradona sonradan o elin tanrıya değil, kendine ait olduğunu söyledi ama o maçtaki muhteşem ikinci golü kim attı diye kimse sormadı ona!)
90’ İtalya, 52 maçta 115 gol, maç başına 2.21 (En kısır kupa. Yakışır! İçinde İtalya geçen bir cümle de gol lafı etmek ne zor. Ha bir de İtalyan takımında forvet olmak...)
94’ ABD, 52 maçta 141 gol, maç başına 2.71 gol (Sayılmaz! ABD’de yapılan kupa, bizim nezdimizde gayri-meşrudur)
98’ Fransa, 64 maçta 171 gol, maç başına 2.67 gol. ( Güzel orta gol getirmiş. Yine de 82 ile mukayese edilmez. Kısa kupanın kârı, Zizu’ya kavuşmak oldu)
2002’ G.Kore/Japonya, 64 maçta 161 gol, maç başına 2.52 gol (Çorbada ‘bizim’de tuzumuz vardı. Gollerin br kısmı Türk malı idi. Bu vesileyle değerlendirelim.)
ve 2006 Almanya, 64 maçta 147 gol, maç başına 2.3 gol. ( son 24 yılın sondan ikincisi. Öncesini hiç hesaba katmıyoruz!)
Neyse, bu kadar, sövme yeter! Biraz da övgü yapıp bu bahsi kapatalım. Lakin, bu kupayı bırakıp önümüze bakacağız artık!
Zaten çöle dönen keyif hallerimizin ortasındaki son kale de, Zizu’nun sahadan çekilmesi ile düşmüş oldu. Yanlış anlaşılma olmasın, Materazzi’ye ‘tos yapıp’ kırmızı kart gördü diye düşmedi bu kale. Sadece güzel oyundan ve güzel ‘duruş’tan yana pek de eli açık olan bir topçu futbolu bıraktı. Hayatının bu son maçında bile, efendilerinin sofrasında masadan kalkmayı bir an bile düşünmedi. Aklıyla değil, yüreğiyle hareket etti. Neden öyle, bir anda dönüp de, Materazzi’ye tos attı, onu bile bilmiyoruz. Çok da önemli değil. Lakin maçın hemen peşinden bu mesele ile ilgili laf etmeyerek, ortalıkta bas bas bağırmayarak, neden farklı olduğunu da gösterdi hepimize. O ne ketumluk öyle!
Maradona’yı çok sevmiştim. Zinedin Zidane’ı çok sevdim. İkisi de, modern futbola inat, mahalle maçında oynar gibiydiler. Tek farkları biri takımı kendisi kuruyordu, diğeri kurulmuş takımda en iyisini yapıyordu. Lakin, ikisi de hiç bir zaman, oyunun en güzel yerinde, ‘efendiler’ çağırınca toplarını alıp gitmediler. Jean P. Sartre’nin bir lafı vardır: “Şiddette çekici bir yan vardır.” Bağlamı bir yana, Zizu’nun yaptığı o hareketi, çokça da meşrulaştırarak üstleniyorum. Tamam aklımla değil belki, ama yüreğimle. Hani siz de bir düşünün (Ahmet Çiğdem’in hatırlattığı üzere), sizin içinizden hiç mahallede top oynarken, babanız ne kadar tembihlese de, oyun içinde her türlü pisliği, ahlaksızlığı yapan, fırsat buldukça onu bunu tekmeleyen birine vurmak geçmedi mi? Materazzi’nin muhtemel bilinçli bir provokasyonla, Zizu’yu oyundan attırmasıyla, bir abinin gelip sizin topunuzu alıp gitmesi arasında ne fark var. Materazzi bizim topumuzu çaldı. Zizu da, hepimiz adına, ona vurdu! İşte bu nedenle ben bu hareketi üstleniyorum. İşte ben Zizu’nun en çok bu ‘erdemli’ halini sevdim. Daha da yazarım, ama burada durucam, belki de durmak lazım. Sonuçta olay çok sıcak. Ben de kendimi ‘sıcak’ kelâmlardan alamıyorum. Lakin bu bir Zidane yazısı değildir. Bu kupaya niyet, Zidane’a kısmet olmuş bir yazıdır. Hakkıyla bir Zidane yazısı daha sonradır. Zinedin Yazid Zidane, benim nezdimde, o dakika oyundan çıkıp, seremoniye katılmayarak, kendini Beckenbauer gibi Platini gibi Pele gibi ‘loca’ya değil, bizim kalplerimize hapsetmiştir.
O vakit ben de bu yazıya yakın dostlarının ve takım arkadaşlarının, ona taktığı lakapla veda edeyim. Muhtemel mahalle maçlarında da Zizu’ya öyle bağırıyorlardı.
Güle güle ‘Yaz’**, seni özleyeceğiz!
* Libero daha geçmiş yayın dönemlerinde Açık Radyo’da yayınlanan bir spor programının adı
** Zidane’nın ikinci ismi olan Yazid’in kısaltması...
(Bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayımlandığı kaynağı belirtmek kaydıyla ve kâr amacı gütmemek şartı ile, kullanmak isteyene aittir...)