7 Ağustos 2005E. Fuat Keyman*
1980'lerden bugüne yaşadığımız dünyada, ama özellikle 1990'lardan bu yana yaşadığımız Soğuk Savaş sonrası dönemde, dinsel, etnik, cinsel, kültürel, vb sıfatlarla dile getirilen kimlik/farklılık talepleri, bu talepler üzerine yükselen tanınma siyaseti ve bu siyaset ekseninde oluşan kimlik temelli çatışmalar, kültürel kimlik olgusunu uluslararası ilişkilerin ve dünya siyasetinin bir "sistem kurucu" ve "sistem dönüştürücü" olgusu konumuna yükseltti. Bugün, yaşadığımız dünyaya içinde, ne uluslararası ilişkileri, ne dünya siyasetini ne de küreselleşme süreçlerini, kültürel kimlik olgusunu ve kimlik temelli çatışmaları ciddiye almadan anlamamız ya da çözümlememiz mümkün değil. Aynı şekilde, Soğuk Savaş sonrası çok önemli bir değişim ve dönüşüm geçiren ve 11 Eylül sonrası dönemde savaşa ve teröre indirgenmiş bugünün uluslararası ilişkilerinde çok gereksinim duyduğumuz, demokratik ve adaletli küresel düzen ve yönetim olasılığından, kimlik temelli çatışmalara yapıcı ve kalıcı çözümler bulmadan konuşmak da mümkün değil. Bu anlamda, "Bugün yaşadığımız küreselleşen dünyada kültürel kimlik olgusunu konuşurken, tartışırken ve çözümlerken, bu olgunun sistem-kurucu ve dönüştürücü niteliğini ve kapasitesini kabul etmeliyiz."
Türkiye ve kültürel kimlik
Bu süreç içinde, kültürel kimlik olgusu, sadece uluslararası ilişkilerde ve dünya siyaseti içinde değil, bölgesel, ulusal düzey ve yerel düzeylerde de, hem kurucu hem dönüştürücü bir niteliğe sahip oldu. Bugün, bölgesel entegrasyon süreçlerini, ülkelerin geçirdiği değişim ve dönüşümleri, yerel oluşum ve değişimleri, kültürel kimlik olgusunu ve kimlik temelli çatışmaları ciddiye almadan anlamak ya da çözümlemek mümkün değildir. Türkiye de, bu bağlamda, bir istisna değil, "tam tersine, üzerinde düşünülmesi, eleştirel bir çözümleme sürecine sokulması ve tartışılması gereken, önemli ve aydınlatıcı bir örnek ülke". 1980'lerden, ama özellikle 1990'lardan bugüne, Türkiye'de toplumsal yaşamın farklı alanlarında yaşanan değişim ve dönüşümü, dinsel, etnik, cinsel, vb. kültürel kimlik taleplerine ve bu temelde oluşan çatışmalara referans vermeden anlamak ve çözümlemek olanaksız. Daha somutta, Türkiye'de modernleşme sürecinin, siyasal alanın, ekonomik yaşamın, kültürel pratiklerin ve en genelde devlet-toplum/birey ilişkilerinin geçirdiği değişim ve dönüşüm içinde, kültürel kimlik hem aktörsel hem de söylemsel olarak merkezi konumda olan bir olgu. Türkiye'nin küreselleşmesi ya da postmodernizasyonu olarak adlandırabileceğimiz bu değişim/dönüşüm sürecine, ekonomik ve siyasi sorunlar ve faktörler kadar, kültürel kimlik olgusu, tanınma talepleri ve bu temelde oluşan çatışmalar da, sistem kurucu ve tanımlayıcı nitelikte katkıda bulunuyorlar.
Bununla birlikte, kültürel kimlik olgusunun sistem kurucu ve dönüştürücü etkisini vurgularken, üç önemli noktanın da altını çizmemiz gerekir. Birincisi, 1980'lerden bugüne yaşadığımız değişim ve dönüşüm gösteriyor ki, kültürel kimlik talepleri ve tanınma siyaseti gözardı etmeyle, reddetmeyle, bastırmayla, yasal engellerle, yasaklamalarla ortadan kalkmıyor, aksine güçleniyor, derinleşiyor, yaygınlaşıyor. Bu anlamda, "yasaklama ve engelleme kimlik taleplerine ve çatışmalarına bir yanıt ya da çözüm değil". İkincisi, kimlik talepleri ve tanınma siyaseti, tek, olumlu ve sabit bir niteliğe sahip değil. Aksine demokratik, çoğulcu, hak ve özgürlükler alanının genişlemesi temelinde hareket eden kimlik talepleri olduğu gibi, etnik, dinsel ve kültürel alanda köktenciliği, mikro-milliyetçiliği yaşama geçiren, çatışma-yaratıcı kimlik talep ve siyasetinin de olduğunu gözlemliyoruz. Bu anlamda, "kültürel kimlik-değişim ilişkisine, olumluluk ya da olumsuzluk temelinde ahlâki bir yükleme yapmadan bir toplumsal gerçeklik olarak yaklaşmalıyız". Üçüncüsü, kültürel kimliklerin, değişim ve dönüşümü etkilerken, kendilerinin de bu süreç içinde iç değişime uğradığını görüyoruz. Bu anlamda, "hem kültürel kimlik taleplerinin hem de tanınma siyasetinin sabit ve değişmez olduğunu kabul etmek yerine, kimlik içi değişimi ve farklılaşmayı görmek, bizi kültürel kimlik taleplerini yanıtlama ve çatışmalara çözüm üretmede daha verimli ve etkili kılacaktır".
İslami kimliğin yükselişi ve Kürt sorunu
Bu saptamaları yaptıktan sonra, Türkiye'nin değişimi ve dönüşümü içinde kültürel kimlik olgusu farklı alanlarda yaşansa da, dinsel ve etnik alanın en etkili, güçlü ve dönüştürücü kimlik taleplerini, tanınma siyasetini ve kimlik temelli çatışmaları yarattığını da söyleyebiliriz. Gerçekten de, son 20 yıldır, ama özellikle 1990'dan bugüne yaşadığımız İslami kimliğin yükselişi ya da yeniden canlanması dediğimiz süreç ve Kürt sorunu, Türkiye'de kültürel kimlik olgusunun kurucu ve dönüştürücü niteliğinin en net yaşandığı alanlar oldu. Bugün Türkiye'de, bu alanlarda yaşanan sorunlara ya da bu alanlar içinde yapılan taleplere ve ortaya çıkan tanınma siyaseti ve çatışmalarına referans vermeden, modernleşme, siyaset, ekonomi, kültürel yaşam ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini anlamamız mümkün değil. İslami kimlik ve Kürt sorunu, Türkiye'de devlet-toplum/birey ilişkileri içinde her alana damgasını vurmuş, her alanda ciddi değişim ve dönüşüm olmasını etkilemiş ve her alanda bugün bizi demokratikleşmeden teröre kadar geniş bir yelpaze içinde uzun dönemli çözümler bulmamız gereken talepler ve çatışmalarla karşı karşıya bırakmış, iki önemli ve etkili kültürel kimlik sorunudur. Her iki kimlik de, varolan sistemin eleştirilerini dile getiriyor, varolan siyasal alan içinde kültürel kimliği merkezi konuma yerleştiriyor ve bireysel hak ve özgürlük alanını grup hak ve özgürlüklerine doğru genişletme girişiminde bulunuyor ve tanınma siyasetini yaşama geçiriyor. Her ikisi de kültürel kimlik taleplerinin siyasallaşmasını temsil ediyor ve bu siyasallaşma süreci içinde Türkiye'de modernleşme sürecinin devlet merkezci ve laik ya da homojen ulusal kimlik temelli hareket tarzını eleştiriyor. Her iki kimlik de, yine siyasallaşma süreçleri içinde, merkez sağ ve sol partilere karşı ulusal ya da bölgesel seçim başarıları elde etti, dolayısıyla da toplumsal ya da bölgesel destek kazandılar. Hatta, Türkiye'nin laik cumhuriyet ilkesine ya da devletin bölünmez bütünlüğü ilkesine karşı konum aldıkları gerekçesiyle, bu siyasallaşma sürecinin ürettiği partilerin süreç içinde Anayasa Mahkemesi kararlarıyla kapatılmasına rağmen, yeni siyasi partiler kuruldu ve bu partiler toplumsal ya da bölgesel desteklerini korudu, hatta genişlettiler. Her iki kimlik alanı, aynı zamanda, ekonomik yaşamı da ciddi anlamda etkiledi. Bir taraftan, İslami kimliğin yükselişinin ekonomiyle, özellikle 1990'lardan bugüne giderek ivme ve derinlik kazanan ilişkisi, öte yandan da, Kürt sorunu içinde yaşanan terör ve düşük yoğunluklu savaşın ekonomiye verdiği zarar, kültürel kimliğin ekonomi içindeki önemli yerini bize gösteriyor. Tüm bu noktalar içinde, dinsel ve etnik alanda yaşanan kültürel kimlik olgusunun sistem kurucu ve dönüştürücü etkisini, bu etkiye olumluluk ya da olumsuzluk atfetmeden, Türkiye'nin "toplumsal bir gerçekliği" olarak görebiliriz.
Kürt sorununun farklılaşması
İki kimlik arasında benzerlikler yanında çok ciddi farklılıklar da var. Bu farkların en önemlisi, İslami kimliğin yükselişi, -laik cumhuriyet ilkesi temelinde kaygılar yaratsa da- bu yükselişe paralel hareket eden siyasi partiler mahkeme kararlarıyla, kapatılma kararlarıyla karşılaşmalarına rağmen, toplumsal desteğini süreç içinde geliştirdi ve sonuçla bugün Türkiye'yi tek başına yöneten AKP hükümetini üretti. Buna karşın Kürt sorunu, 1990'lardan bugüne hep terörle, düşük yoğunluklu savaşla birlikte yaşandı ve terör sorunu 2000'li yıllarda Türkiye-AB ilişkileri içinde önemli demokratik reformlar yapılsa bile, bugün hâlâ sürüyor. İlginç bir şekilde, "bugün Türkiye'de PKK terörü sorununu yaşadığımız an, aynı zamanda Türkiye'nin İslami kimlik alanından çıkmış AKP hükümeti tarafından yönetildiği andır". Diğer bir deyişle, İslami kimliğin hem Türkiye'nin değişim ve dönüşümüne etkisi hem de bu süreçte kendisini değiştirme ve dönüştürme kapasitesini göstermesi, Türkiye'yi bugün tek parti hükümetiyle yöneten AKP'yi üretirken; aynı değişim ve dönüşüm Kürt sorununda yaşanmadı ve son dönemde yapılan demokratik reformlar içinde bile bugün hâlâ PKK terörü Kürt sorununa damgasını vuruyor. Yani, İslami kimlik, siyasal, ekonomik, kültürel alanlarda değişen, farklılaşan ve dönüşen bir kimlik alanı yaratırken ve özellikle 28 Şubat 1997 müdahalesi ve Refah Partisi'nin kapatılmasından bu yana, siyasal alanda 2002 seçimini tek parti hükümeti kurma temelinde kazanan, gelecek seçimi de büyük bir ihtimalle kazanacak olan AKP'yi ortaya çıkartırken, Kürt sorununda böyle bir değişim, farklılaşma ve dönüşüm yaşanmadı. hâlâ da yaşanmıyor ve hâlâ, kültürel kimlik hak ve özgürlük talepleriyle terör arasındaki ayrımı net olarak çizme olanağı yaratılamadı.
Farklılaşmanın kaynakları
Buradaki temel soru, "İslami kimliğin yükselişi ile Kürt sorunu arasındaki bu temel farklılaşmanın nereden doğduğu, nedenlerinin ve kaynaklarının ne olduğu"dur. Bu soruya vereceğimiz yanıt, Kürt sorununun uzun dönemli, kalıcı ve demokratik çözümü için bize önemli ipuçları verecektir. İki farklı ama birbirleriyle ilişkili açıdan bu soruyu yanıtlayabiliriz: "Kimlik oluşumu" ve "siyasal sisteme entegre olma derecesi". Dinsel kimlikle etnik kimlik arasında, hem oluşum hem de hareket süreçleri bağlamında önemli bir fark var. Dinsel kimlik toplumsal ilişkiler içinde etnik kimlikten çok daha kapsayıcı, hatta üstkimlik niteliğinde bir oluşuma sahip. Bu nedenle, dinsel kimliğin hareket tarzı da, iç farklılaşmalara ve değişimlere etnik kimlikten çok daha fazla açık. İslami kimliğin Türkiye'de 1980'lerden bu yana yükseliş süreci içinde, homojen ve tek tip bir yapıdan ziyade, hem siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda farklılaşmış, hem Müslüman yaşam tarzının pratiğe geçirilmesinde, tüketim kalıplarından kültürel sembollere kadar geniş bir alanda farklılaşmış ve değişim gösteren hem de varolan sistemle farklı ilişkiler ve bağlantılar kurabilen bir nitelik görüyoruz. Bu nedenle, Türkiye'de İslami kimlik, zengininden fakirine, dinsel köktencisinden liberaline, küreselleşeninden yerelleşenine, farklılaşmış ve zaman içinde iç değişime açık bir hareket tarzına sahip. Buna karşın, etnik kimlik daha yerel, daha bölgesel, daha içine kapanık, daha mikromilliyetçiliğe ve toplulukçuluğa yakın, iç değişim yerine daha kendini ve varolan yapısını korumaya dönük bir oluşuma ve hareket tarzına sahip bir kimlik. Kürt sorunu içinde, etnik kimliğin bu yapısı kendisini, geleneksel yapıların kırılmasında zorlanan, iç değişim yaratmada kapasite sorunu yaşayan, yerel/bölgesel kalan, bu nedenle ağırlıklı olarak etnomilliyetçi bir hareket tazının içinde gösteriyor. Bu nedenle de, Kürt sorunu içinde, İslami kimlikten farklı olarak, Türkiye'nin değişimi ve dönüşümüne ayak uyduramayan ve iç değişimde zorlanan bir kimlik talebi ve siyaseti ile karşı karşıyayız. Böyle olduğu için, etnomilliyetçiliğin ağırlığı, hem terör olgusuna kimlik temelinde zemin hazırlarken hem de kimlik talepleri ile terör arasındaki ayrımı yapmayı zorlaştırıyor. "Sonuçla, Kürt sorunu milliyetçilik ekseninde bir kısırdöngü içinde yaşanırken, çözüm olasılıkları da zorlaşıyor. Bu da bizi, sorunun çözümünün temel önkoşulunun milliyetçilik eksenini kıracak, sorunu kimlik sorunu niteliğinden çıkartacak ve kimlik iç değişimini harekete geçirecek demokratik mekanizmaları bulma zorunluluğuna götürüyor".
Bununla birlikte, sadece kimlik oluşumu açısında Kürt sorununa bakmak, önemli olmakla birlikte, bizi yöntemsel olarak eksik ve sorunlu bir yerde bırakır. Benim görüşüme göre, İslami kimliğin iç değişim kapasitesini, buna karşın Kürt sorununun da etnomilliyetçiliğini körükleyen ve değişimi engelleyen temel neden ve kaynak, bu kimliklerin Türkiye'de çok partili hayata, ama özellikle 1980'lerden bugüne, siyasal sisteme entegre olma ve içersenme dereceleri ile ilgili. Bu derecenin, İslami kimlik bağlamında çok yüksek olduğunu görüyoruz. Türkiye'de çok partili hayat içinde din her zaman çok önemli bir olgu olarak kalıyor. Sadece partilerin toplumla kurdukları organik bağlar temelinde değil, aynı zamanda İslami nitelikli partiler üretmesi, bu partilerin siyasi başarılar kazanması, hatta Türkiye'yi tek başına yönetme kapasitesine gelmeleri temelinde de. Siyasal sisteme entegre olmada bu yüksek derece, İslami kimlik içi değişim ve farklılaşmanın da temel kaynağı. Bu nedenle, parti kapatmalar İslami kimlik içinde, yeni partilerin kurulmasına neden oluyor. Fazilet Partisi içinde gördüğümüz gibi parti içi yenilikçiler ve gelenekseller gibi ayrışmalar bu kimlik içinde olasılık kazanıyor, her yeni parti toplumla organik bağını genişletmek için sistemin kurallarına uyuyor. Halbuki, Kürt sorununda, siyasallaşma sürecinin siyasal sisteme entegre olma derecesi çok düşük. Yasaklanmalar ve yüzde 10 gibi antidemokratik ülke barajı nedeniyle, varolan partiler bölgesel nitelikte kalıyor, bu temelde başarılı oluyorlar, ama bu başarı etnomilliyetçiliği pekiştirme ve körüklemeden başka bir yere gitmiyor. Çok partili hayata ve siyasal sisteme entegre olma ve içersenmede yaşanan bu düşük seviye, Kürt kimliği içinde değişim ve farklılaşma kapasitesini azaltıyor. "Bu nedenle de, Kürt sorununu milliyetçilik ekseninden kopartmak ve hak ve özgülükler temelinde çözüm üretmek olasılığının anahtarı, bu kimliğin siyasallaşma sürecini varolan siyasal sisteme entegre etmek için uygun koşulların hazırlanmasıdır".
Bu yazıda yaptığım çözümleme anlamlıysa, hem Kürt sorununa kalıcı çözüm hem de terör ile bu sorun arasındaki ayrımı iyi çizmek için, (a) sorunu etnik kimlik ekseninden "haklar, sorumluluklar ve özgürlükler ekseninde hareket eden çokültürlü anayasal vatandaşlık" alanına çekmemiz, (b) etnik kimlik içinde siyasal sisteme entegre olma ile iç değişimi girişiminde olmamız ve (c) etnomilliyetçiliğin gücünü, demokratik reformları zorlayarak ve uygulamaya sokarak kırmamız gerekiyor.
* Koç Üniversitesi