KCK davası ve Dreyfus olayı

-
Aa
+
a
a
a

Taraf

21 Ekim 2010

KCK davasının bir “siyasî yargı” örneği olduğunu pek çok kimse kabul ediyor; bunu açıkça söylemeyenler de, bu tezi çürütecek gerekçeler ileri süremiyorlar.

 

KCK operasyonlarının başladığı günlerde ve izleyen zamanlarda yapılan tartışmaları hatırlayalım. Bir kesim, bu operasyonların “demokratik açılım”ın başarıya ulaşabilmesi için gerekli ve yararlı olduğunu savunuyordu. Bu görüşte olanlara göre, şiddetin ve sokağın kontrol altına alınması, BDP gibi yasal siyasî aktörlerin elini güçlendirecek; bu ise, “çözüm”ü kolaylaştıracaktı.

 

Bunun bir “siyasî hesap” olduğu aşikârdır. Hükümet de bu hesabın cazibesine kapıldı; “güvenlik aygıtı”nı harekete geçirdi. Deliller uyduruldu, gözaltılar gerçekleşti ve top yargıya atıldı. Yargı da, bu hesaba uygun davranarak tutuklama kararları verdi.

 

Bir “siyasî hesap”la başlayan soruşturma sürecinden sonra açılan davanın, “siyasî yargı” şüphesinden kurtulması imkânsızdır. Siyasî yargının en yalın ve yaygın anlamı; bir grubun, yargı yolu ve teknikleri kullanılarak tasfiye edilmek istenmesidir. Bu tür davalarda, kanun önünde eşitlik, yargının tarafsızlığı gibi ilkeler ve adalet gibi değerler bir çırpıda harcanır.

 

Ancak “siyasî davalar”, onlardan medet umanlar için hiç de tekin araçlar değildir. Duruşmalar bir kez başlayınca, davanın bir “bumerang”a dönüşmesi, yani onu kullanmak isteyenleri vurması da düşük bir ihtimal değildir.

 

“Tarihteki büyük siyasî davalar”a baktığımızda, bunların basit birer hukuk ve yargılama meselesi olmaktan hızla uzaklaştıklarını, toplumsal ve siyasal gerilim hatlarıyla buluşarak derin sarsıntılar yarattıklarını görürüz. Bu tür davaların en çarpıcı örneği “Dreyfus olayı”dır.

 

1894’te bir “casusluk iddiası”yla başlayan dava, toplumdaki bütün önemli çelişkileri bir katalizör gibi ayrıştırdı, keskinleştirdi. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları adlı eserinde, bu süreci güçlü bir vukuf ve sade bir üslupla tasvir ve tahlil eder. Buradan özetle aktarayım:

 

Fransa, ikiye bölünmüştür. Bir yanda Dreyfusçular, diğer yanda anti-Dreyfusçular. Bu bölünme, 20. yüzyılda da siyasî yansımaları bakımından varlığını sürdürdü. “Anti-Dreyfusçu” terimi, hâlâ cumhuriyet, demokrasi ve Yahudi karşıtı herkesi tanımlayan bir sıfat olarak kullanılıyor.

 

Anti-Dreyfusçular cephesi, monarşizmden nasyonal bolşevizme ve sosyal faşizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Cumhuriyete ve bütün demokratik etkilere karşı reaksiyoner bir siper oluşturan silahlı kuvvetlerdeki “çelik kast”, bu cephenin en önemli bileşeniydi. Vurgulamakta yarar var, “Fransa Fransızlarındır”, bu cenahın en popüler sloganlarından biriydi.

 

Dreyfusçular cephesinde ise, Zola gibi cesur aydınlar ve demokrat cumhuriyetçiler yer alıyordu.

 

Bu sürecin Üçüncü Cumhuriyet’i çöküşe götürdüğünü belirten Arendt’e göre, düşüşün asıl nedeni, anti-Dreyfuşçu cephenin çok güçlü olması değil; gerçek Dreyfusçuların yeterince fazla ve etkili olmamasıdır.

 

Dreyfus davası, yıllarca sadece Fransa’da değil, başta Avrupa’nın diğer ülkeleri olmak üzere, ABD ve Rusya’da da gündemde kaldı, takip edildi, tartışıldı. Arendt, bunun o dönemin şartlarından kaynaklandığını ve o döneme özgü bir durum olduğunu söyler: “Kanun önünde eşitlik öğretisi, uygar dünyanın vicdanına öylesine yer etmişti ki, tek bir adlî hata bile Moskova’dan New York’a dek kamuoyunu ayağa kaldırmaya yetiyordu.”

 

KCK davası ile Dreyfus olayı arasında bir özdeşlik veya büyük bir benzerlik bulunduğunu iddia edecek değilim. Fransa’nın ve dünyanın o zamanki şartları ile bugünün Türkiye’si ve dünyası arasında önemli farklar olduğunun farkındayım. Dreyfus olayını hatırlatmamın nedeni, KCK davasının seyrinin, Türkiye’de Kürt sorunu ve demokratikleşme alanındaki gelişmeleri temelden etkileyebilecek bir potansiyele sahip olduğuna yeniden dikkat çekmektir.

 

“Barış” ihtimalinin epeyce yükseldiği, askerî ve yargısal vesayetin geriletildiği, demokrasi ve özgürlük değerlerinin –ister lâfzen ister kalben- çok yaygın kabul gördüğü zamanlardan geçiyoruz. Toplumsal barış ve demokratikleşme konusunda tarihsel bir fırsatla karşı karşıya olduğumuzu söylemek, abartı sayılmaz. Bu imkânın, dar görüşlü siyasî hesaplara ve tehlikeli siyasî davalara kurban gitmemesi için, güçlü bir Dreyfusçu havaya/rüzgâra ihtiyaç var. KCK davası vesilesiyle oluşacak böyle bir akım, hem hükümeti kolaycı yöntemlerin iğvasına kapılmaktan alıkoyabilir; hem Kürt hareketini bütünüyle demokratik siyasete yönelmeye daha fazla teşvik edebilir; hem de kırgın ve kızgın Kürtlerin barışa olan inançlarını kaybetmelerini engelleyebilir.

 

Bu davada anti-Dreyfusçuların kazanması ise; barış, demokrasi ve adalet yolunda dizimizi, gözümüzü ve de yüreğimizi yaralayacak ağır bir tökezleme demek olacaktır.