Uzun zamandır bir Trabzon/ Trabzonspor yazısı yazmak istemiştim. Bugüne kısmetmiş. Hoş çok da hayırlı bir şekilde kısmet olmadı aslında. Kazım hatırlattı, daha pek çok şeyi hatırlattığı gibi.
Türkiye futbolunun “üçü bir yerde” bezirgânlığına son veren nadide keyiflerden biriydi Trabzonspor. 60’lı 70’li yılların Türk filmlerinin “sınıfsal çatışmanın” en klişe temsilindeki gibi; Şımarık, paralı gençlerin partilerine girip haysiyet ve erdem dersi veren yağız Anadolu genci gibiydi Trabzon. Bir tek de o yıllar, girebiliyordu zaten burjuvaların partilerine afili uşaklar, cart diye. Bir nevi, dönemin futboldaki Yılmaz Güney’di, Trabzonspor. Sonra araya “darbe” girdi ve Trabzonspor, yeni zamanlara ısınamadı, birçoğumuz gibi. Her alandaki isyan bastırıldı. Paralı şımarıkların partisinin kapısında, artık asker bekliyordu, “hayatın kapısı”nda ise kapkaranlık bir gelecek.
Sonrası ise, can sıkıcı bir sinir harbi. Trabzon tribünleri ve sokakları artık, ekrana bordo-mavi keyifli hallerinden ziyade şiddet ve tahammülsüzlük görüntüleriyle geliyordu. Yükselen kontrolsüz milliyetçiliğin Karadeniz sorumlusu gibiydiler adeta. Sempati iyiden iyiye tarumar oluyordu. O meşhur toplu “linç” olayı da artık bardağı taşıran son damla olmuştu. Trabzon, sahip olduğu bir sürü güzelim yan anlamını heba ediyordu. Ama belli ki Kazım inatla “Başka bir Trabzonspor mümkün” diye bağırıyormuş. Bestelediği marşı, ettiği manalı kelamlarla Laz inadını konuşturuyor, bu takımı kimseye kolay kolay bırakmayacağını gösteriyormuş.
O vakit, Trabzonspor’a niyetlenen bu yazıyı burada kesip, Hopa’nın bu topraklara attığı en güzel imzalardan biri olan hayatın önünde saygıyla eğilelim. Tabii ki, Kazım’ı 33’ünde şarkı söylemek için gelmesi gereken yere soğuk bir tabutun içinde getiren siyasetin kanserli hücrelerini de asla ama asla unutmadan…
Çernobil patladığında Rize/Pazar’lı bir ailenin çocuğu olan ben, İstanbul’da 13’ümü yaşıyordum, Kazım Hopa’da 14’ünü yaşarken. Gözümüz kulağımız, acaba “bizimkilere bir şey olur mu” diye ekrandayken, muhtemel ki onun gözleri de “bize bir şey olur mu” diye ekrandaydı. Ve o ekranlar, o gün bize, hayasızca bu topraklara atılan en karanlık imzaların yalanlarını kustular. O gün, ekran başındaki çocuk da 14’ünün üstüne sadece 19 koyabildi!
Edepsiz, arsız bir dönemin, suratsız adamları, 12 Eylül’ün şımarıklığı ile, kimsenin kendilerinden hesap soramayacağını bilerek bu toprakların insanlarına bilumum Çernobil zıkkımını yedirdiler, içirdiler. Ne doğru düzgün bir araştırma, ne doğru düzgün bir önlem. Toprağına, suyuna sahip çıkmadılar. O çok sevdikleri “devlet”liğin bile hakkını vermediler.
Ve, şimdi Karadeniz “dökülüyor”. Doğmadığım, yaşamadığım, ama tarihimin, atalarımın topraklarında, akrabalarım, hemşehrilerim, hiç de hak etmedikleri halde, bir “sorumsuzluğun”, “vicdansızlığın” ve “ahlaksızlığın” bedelini ödüyorlar. Ne olduğunu, nasıl olduğunu bile anlamadan, kanser illetine yakalanıyor, sonra da birer birer ölüyorlar. Eskiden denize verdiklerini, şimdi bu illete veriyorlar.
Ama Kazım çok ağır geliyor; Sahnedeki 33 yaşındaki tabut kanımı donduruyor, midemi düğümlüyor. Bu “devlet dersi” iyiden iyiye can sıkıyor. Kazım, “dağların”, “denizlerin”, “sokakların” çocuklarının saygı duruşu eşliğinde ruhumuza, aklımıza oturuyor. 33 yaşında, tabutunun önündeki resminden bize bakıyor. Çok erken gidiyor, hiç de fena yaşamadan. Ama erken alınan bu hayatların üstü kalmayacak.
K’ayiguyiten Çazim! (Hoşçakal kardeş)
31 Haziran 2005 tarihinde Birgün'de yayımlanmıştır.
(Bu yazının tüm hakları, yazarını ve ilk yayımlandığı kaynağı belirtmek kaydıyla ve kâr amacı gütmemek şartı ile, kullanmak isteyene aittir...)