Radikal8 Ekim 2007TBMM Şiddeti Araştırma Komisyonu Uzmanı Adem Solak, Rahip Santoro'yu öldüren Trabzonlu küçük O.A. ile yaptığı görüşmelerden yola çıkarak bir kitap yazmıştı. O. A., "Sanırım cesaretliyim. Ama gece korkarım" diyordu: "Annesi oğlunun, evin bir odasına girmediğini, bunun da tuhaf bir huy olduğunu önceden söylemişti. Sanık bir şekilde bu konuya geldi ve bunu yapmasının nedeni olarak korktuğunu, eskiye dönmekten kaygı duyduğunu ifade etti. 'Nasıl yani' dedim. Sanık, 'Ben son bir yılda çok bilgi kazandım, kendimde büyük atılımlar gerçekleştirdim. O oda, çocukluk odamdı ve oraya girersem kazandıklarım kaybolur, çocukluk duygularıma dönerim diye korktum' dedi. Ailesine birçok şeyi söylemediğini, örneğin; okuduğu ağır kitapları kitaplığın alt gözünde sakladığını, yazıların da orada olduğunu belirtti." Okuduğu kitapların listesi şöyleydi: Allah'ın Askerleri, Komünist Rusya, Nasyonalizm ve Alman Milliyetçiliği, Bilimde İslam, Darwin'in Yalanları, Siyonistlerin Sonu, Peygamber Efendimizin Üstün Ahlakı, Şeriat ve Laiklik, Bilimin Üstünlüğü, Komünizm ve Sosyalizm, Türkiye ve Dış Politika, Atatürk ve Kemalizm, Ülkücülük ve Türk Milliyetçiliği, Darwinizm ve Marksizm, Hitler ve Siyasi Vasiyetim.... O.A.'ya babasının sahip çıktığını, işlediği cinayetin aile çevresinde besbelli bir gurur vesilesi olduğunu biliyoruz. Babasının, oğlunun boyu kadar bir Türk bayrağına sarılı fotografını evinin baş köşesine asmışlığını okuduk. "Müftüyü öldürse bu kadar ceza almazdı" yakınmasıyla çeşitli din adamlarının ömürlerinin ne kadar ettiğini ölçebileceği bir tartısı olduğunu da göstermişti. O.A., işlediği bu cinayetle ailesinin yüzünü kara çıkarmamışa benziyor. Küçük katil. Ama ben onu ille de karanlıktan korkan bir çocuk olarak görüyorum. Kafası karışık, ruhu tarumar. Katili anlamak Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin yayınladığı 'Geçmişin Yükünden Toplumsal Barış ve Demokrasiye-Geçmişle hesaplaşma: Neden? Ne zaman? Nasıl?' adlı derlemede Monica Borgmann, ünlü Eichmann duruşmasından bir resim hatırlatıyor. Tanık olarak çıktığı duruşmada adını söylemesi istendiğinde bayılan bir adamın resmini. Auschwitz'den hayatta kalan Yehiel De-Nur'u. Otuz yıl sonra Hollanda'da yaşadığı travma tedavisi sırasında kaleme aldıklarından da bir alıntı yaparak: "Ve tekerlekli yük arabasındayım, çıplak iskeletler yığınının arasında çıplak bir iskelet, esneyen bir Alman'ın uyanık gözleri altında krematoryuma taşınmış. Ona ve esneyişine bakarak aniden kendime sordum: Benden nefret ediyor mu? Beni tanımıyor bile. Adımı bile bilmiyor. Ona hâlâ gözlerimi dikerek kendime sordum: Ondan nefret ediyor muyum? Onun adını bile bilmiyorum, şu anda krematoryuma götürülen diğerlerinin adlarını bilmediğim gibi. Bu Alman hakkında bildiğim tek şey şu ki, böyle soğuk bir sabahta kesinlikle sıcak yatağının örtüsü altına sokulmayı tercih ederdi...Birdenbire başka bir korku beni ele geçirdi, şimdiye kadar tanımadığım bir korku: eğer böyleyse benim yerimde duruyor olabilirdi, bu yük arabasında çıplak bir iskelet, bu arada ben, onun yerinde orada duruyor olabilirdim. Bunun gibi soğuk bir sabahta onu ve onun gibi milyonlarcasını krematoryuma götürme işini yaparak.... Ah Tanrım, Auschwitz cennetlerinin tanrısı...çünkü biliyorsun ki, ikimiz bu anda, gönderen ve gönderilen, senin görüntünde, senin tarafından yaratılan insan evlatlarıyız." Borgmmann, "Mağdurlar ve hayatta kalanlar, başlarına ne geldiğini anlamalıdır. Geçmişle mümkün olabildiği kadar- hesaplaşabilmek ve yeni bir hayat kurabilmek için NEDENİ anlamaları gerek. Ve hakikati bilmeleri gerek" diyor. Faillerin seslerini de dinlememiz gerektiğinin altını çiziyor. Nasıl bu noktaya gelebildiklerini anlamamızın hayati bir görev olduğunu belirterek. Gerçekten de biz de, şu üstünde oturduğumuz bombanın patlamasını önleyeceksek, De-Nur'un Auschwitz'den sağ çıkabilmiş olmasının travmasını atlatabilmek için yazdığı o sabah ayazını hissetmek zorundayız. Çocuk ve genç katillerimizin gözlerinin içine bakmaktan kaçmanın bize hiçbir yararı olmayacak. Adem Solak, cezaevlerinde 18 yaşın altındaki gençlerle yaptığı anket çalışmasının sonuçlarını açıkladı. O gençlerin arasında O. A. da, Hrant'ın katili O. S. de var. Türkiye genelinde sokakta şiddete maruz kalan gençlerin yüzdesi 15'ken Trabzon'da bu oranın yüzde 47 olması çok şeyi açıklıyor. Aile içi şiddet düzeyi açısından da Trabzon, memleket ortalamasının çok üzerinde görünüyor. Solak'ın bu çalışmasından öğrendiğimiz en çarpıcı şey ise, "milli değerlere hakaret edildiğinde şiddet uygulanabileceği" görüşüne Türkiye genelinde gençlerin yüzde 78'inin, Trabzon'da ise yüzde 88'inin katılıyor olması. Trabzonlu gençlerin önemli bir kısmı, biriyle kavga ettikten sonra ağladığını söylemiş. Çocuklar, kendilerine bir sap umut ikram etmemiş hayatlarından bir kan sıçrayışıyla kurtulup kahraman olacaklarına inanıyorlar. Aynı intihar komandoları gibi. Ama bunların hayatla henüz hesapları kapanmamış. Bu çocuklar, zorbalığın ne denli sonuç aldığını iyi biliyor. Bu topraklarda dokunulmazlık edinebilmek için zorbanın zorbası olup bütün sır kasalarının anahtarına ulaşabilir konuma gelmenin şart olduğunu da öğrenmişler. "Sitemkârım" diye başlayan mektuplarının işaret ettiği de bu. Vatanı için katleden, işkence yapan, dini için tuzak kurup öldüren gençler, korumaya, yatırım yapmaya değer bir hayatları olmadığı için, ölüme tapıyor. Koskoca Emniyet kurumundan ve koskoca TSK'dan adlarını hayırla anacak, onlara sahip çıkacak çok kişi bulunuyor çünkü. Öldürdükleri hakkında kalemlerin çoktan kırılmış olduğunu, onların cezalarının çoktan kesilmiş olduğunu biliyorlar. Onlara ilan ediliyor. Onlar, evlerinde, okullarında, sokaklarda dayak yiyerek büyümüş, korkularını içlerine gömüp zorbalık kalkanına bürünmüş kavruk delikanlılar çünkü. En azından kimilerinin sınırlarını belirlemiş olduğu 'Türklük âlemi'ne yaranırlarsa şu tükürük hokkasına dönmüş hayatlarından bir fail yaratabilirler. İlk olarak kendi hayatlarının faili olabilirler. Ertuğrul Özkök, yine anıyorum, Hrant öldürüldüğünde yazmıştı: "Bu işi çözmek istiyorsak, hepimiz empati duygularımızı geliştirmeliyiz. Mahalledeki o çocuğu da anlamaya çalışmalıyız. İkinci Cumhuriyetçi fikirlere sahip birisi, kendisi için 'Vatan haini' ifadesinin kullanılmasından rahatsız oluyorsa, başkalarının da başka ifadelerden rahatsız olabileceğini düşünmelidir. Mesela, milliyetçiliğin çok kötü bir şey olduğunun sürekli vurgulanmasından." Oysa bu katil gençleri anlamak, onların yarılmış bilinçlerini referans olarak almaktan çok farklı elbet. Özkök'ün önerisi, onların parçalanmış, paralanmış, vahşileşmiş, kan tutmuş çarpık bilinçlerini toplumsal mutabakatımızın bir kefesine yerleştirmek. Özkök, 'Hırsızın da suçu var' diyor. 'Öyle demeseydi.' 'Çocukları kızdırmasaydı.' Dışkılanmış duyarlıkları; açlığın, şiddetle emzirilmişliğin, sevgisizliğin, ilgisizliğin birer yaratısı olarak karşımızda duran katili, dilimizin sınırı olarak belirliyor. Böylelikle ölümün hak edilesi olduğunu da belirtmiş oluyor. Bu çocukları anlamalıyız elbet. katilleri, işkencecileri, kafatasçı nefret militanlarını anlamalıyız. İnsanı bekleyen karanlığı tanımak, bir damarın nerede tıkandığını görebilmek için. Bu zehirli ruh halinin, varsa, panzehirini damıtabilmek için. Canım Hrant, katili gençleri anlamayı, tanımayı, onların şimdi bize mozaiklenmiş görünen gözlerini çok önemserdi. Dev şefkatiyle kucaklayabilseydi onları, belki daha kan dökmeden ağlarlardı.